04 Ekim 2017

7. Gün

Eveet. Dün derse gitmemek için kendime bahaneler ararken, son anda, bi şeyler atıştırmaya bile fırsat bulamadan fırladım evden. Son dakka yetiştim derse. Masanın üstünde Hollanda stroopwafellarından vardı, bi tanesinin yarısını tırtıkladım ders boyunca. Biliyorum, bol şekerli bi şey ve orucumu bozdum ama açlıktan nefesimin koktuğunu hissetmiştim, kafamın çalışmamasını geçtim, daracık odadan ibaret olan sınıfta insanlara işkence etmeyeyim dedim. O zamandan beri oruca devam zaten. Bi gün hunharca tatlı yemeye dönsem bile bu aradaki şeker detoksunun elbet bi faydası oluyordur vücuduma, üstelik gün geçtikçe daha bi hoşuma gidiyor şekersiz çay, kahve. En azından kısa orucun karı (şapkalı a) bu olacak.

Ders korktuğum gibi geçmedi. Metni okuduk, o nalet "sen neler yapıyorsun?" sorusunu ikili diyalog halinde sormamız gereken alıştırmayı atladı hoca. Yihhuuu dedim içimden, rahatladım. İnteraktif olmayan derslere bayılırım zaten, kafa buna alışmış. Aman da derste konuşmayayım, yaratıcı olmak zorunda kalmayayım. Öyle dil mi öğrenilir, hödük! dedi hoca da, geri döndü o alıştırmaya. Bi gerginlik tabi bende. Yanımdaki Alman ve gülünce yüzünde güller açan sarışın sınıf arkadaşımla eş olduk. Önce ben ona sordum, cevapları not aldım, çünkü özellikle istemişti hoca. İngilizce'de de yapardık bunu, konunun özünü anlayıp anlamadığını ölçmek için not aldırırdı hocalar. Neyse efenim, sonra o sordu bana. Bi an basitleşti kafamda cevaplar. Mühendisim ama şu an çalışmıyorum, deyiverdim. Yalan değil, diplomam var. İlla mesleği icra etmiş olmak mı gerek? Ya yeni mezun olsaydım? Ne kadar büyütüyorum bazen her şeyi. (Bazen mi?) Eş değiştirip diğerlerine aynı cevapları tekrarlama saçmalığına da düşmedik. 

Not almamız da sonrası içinmiş meğer, eşimiz hakkında öğrendiklerimizi paragraf haline getirip mail atıcaz hocaya, yanlışlarımızı düzeltecek. Dersin sonrası güzeldi, yüzüm gülmeye başladı. 

Kurs Amsterdam'ın merkezinde, Dam meydanı civarında, eski Amsterdam binalarından birinde. Daracık merdivenle 3-4 kat çıkıyoruz, her katta bir daire var. Kurs çatı katıyla bir alt katını kapsıyor. Bir evin odaları yani aslında. Odalar hep daracık. Bizim odada ufak bi mutfak tezgahı da var. Ders öncesi herkese çay/kahve ister misin diye soruyor, hazırlıyor falan... Üzülüyorum kadıncağıza, çünkü sanırım bizden önce ve sonra da dersi var. Arada bi de bu işleri yapıyor. En önemlisi ortam çok dar. Nasıl sığıyormuş koca koca Hollandalılar bu evlere?

Sanırım hocamız çok iyi. Her dersten doymuş bi halde ayrılıyorum. Ben bu kursun peşini bırakmam kanımca. Piyasadaki diğer kurslardan da en az yüz euro ucuz. Hafiften bi STK havası var zaten.

Akşam eve gelince Linklater'ın bi filmine başladık: Everybody Wants Some. 2016 filmiymiş. Sevdim. Yine büyük bi olay olmayan ama zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığımız filmlerden. Linklater, saygılar. Wyatt Russell'a kanım kaynadı bu filmde, sanırım diğer filmlerini de izleyeceğim. Ha bu arada tabi ki bitirmedik filmi, çok geç olmuştu. Haftaiçi öyle gece üçlere kadar film izleme çılgınlığına izin yok. Ben çalışmasam da eve para getiren birileri var, yazık. Bu arada biraseverseniz, evde bira varken izleyin derim, insanın canı çekiyor. Bizde yoğudu. İkinci yarıyı izleyeceğimiz zaman bu hataya düşmeyiz.

Ha, bi de, yıllar sonra ilk kez tek başıma tatile çıkıyorum. Nereye? Süprüz olsun. Kalacak yeri filan ayarladım. Son anda üşenip cayma hakkı tanımadım kendime. Hazır u. yokken bol bol yürüyüp ayaklarıma işkence edeceğim, gezebildiğim kadar müze gezeceğim. Akşamları da otelde günlük dışında da bi şeyler yazmaya çalışacağım. Bakalım ne kadarı gerçek olacak... Heyecanlıyım. Otel odalarına her girişimde, hele ki köşede bi yerde bi çalışma masası varsa, tek başıma gelmenin özlemini duyardım. Tamamen yalnız kalmanın bi yolu gibi gelirdi. İnsanın kendiyle, kafasıyla başbaşa kalabilmesi çok zor ya da ben beceremiyorum çift olduğumdan beri. Sanki içimde bi yerde beni bekleyen başka bi ben var. Bakalım bu defa kendisiyle buluşabilecek miyim? Görücez.

Bugün köşede duran dikilecekler serisinden birine girişmeye cesaret ettim. Bol cepli bi kot pantolon. Dizlerindeki cepler hem kullanışsız (ağzı kapanmıyor), hem de kumaş fazlalığından rahatsız ediyor. Cepleri kesilip delikler kapatılacak yani, iş bu. Makinede ilk defa kot dikeceğim, iğnesini ve ayağını değiştirmek gerekiyormuş. Kullanım kılavuzunu yanıma açarım, yavaş yavaş hallederim diye düşünüyorum. Fakat keserken fark ettim ki, diz kısmını makinede dikmem mümkün değil, şimdi nasıl anlatacağımı bilemedim ama iki kumaş üstüste gelecek filan, yapamayacağım. Elle dikeyim dedim. Nefret ederim el dikişinden fakat nası bi peygamberlik doğduysa içime, giriştim işe. Kot kumaşı ne kalınmış arkadaş, elim acıdı. Üstelik o kadar yavaş ilerledi ki, bi baktım saatler geçmiş, yarım bıraktım. Bi de ne kadar sağlam olduğundan şüpheliyim. Neyse, bugün, olmadı yarın kesin bitecek o, bu merakla duramam zaten.

İşte bugünkü şaheserim bunlar. Üstteki dikimi tam bitmemiş olan. Görüntü güzel ama bakalım kaç sefer dayanacak. Biterse tabi...



Balkona çıkınca yoldaki çöp kutusunun üstüne kitap gibi bi şey koyduklarını fark ettim. İşe yarar ikinci el eşyaları direk çöpe atmak yerine böyle yapıyorlar bazen. Güzel bi şey. Heyecanlandım, ya kitap, ya fotoğraf albümü ya da en kötü ihtimalle fotoğraf çerçevesi, dedim. Hatta fotoğrafını çekip yakınlaştırıp baktım ama yok, net görünmüyordu. İşin yoksa evden çık! Evde bekleyip duran çöpleri atmaya çıktım bu bahaneyle. Bi baktım, Loreal kitapçığı gibi bi şeymiş. Peh dedim. Hayal kırıklığı...



Felemenkçe çalıştım bi de. Bazen puzzle gibi, örgü gibi acayip zevkli geliyor bu dil. Hele önlerine gelen iki kelimeyi birleştirip tek kelime yapma alışkanlıkları var ki, karşılaştıkça hoşuma gidiyor.. Upuzun bi kelime görüyorum, gözüm korkuyor, sonra diyorum bu kesin bi şeylerin birleştirilmiş halidir, çözmeye çalışıyorum. Şu sıralar favorim ogenblikje... ogen; gözler, blikje; kırpmak... Yani "göz açıp kapayıncaya kadar". Ki bunu resmi dilde kullanıyorlar, çağrı merkezini aradığınızda, "sizi bi dakka bekleticem" niyetine. Çocuk gibiyim. Çocuklar da yeni kelimeler öğrendikçe böyle mi hissediyorlar acaba?

Bugün ablamla görüntülü konuştuk. Yeğenim teyzeye benzer bi şeyler söyledi. Neyne, dedi. Bence yeterli. Daha fazla konuşmasa da olur. Böyle datlışken, zamanla bilmiş bilmiş konuşan çocuklara dönüşecek mi bu da? Ona da hafiften gıcık olacak mıyım? Yoksa o zaman "yeğen başka olur" lafı doğru çıkacak mı? Çünkü bu çocuk bana karşılaştığım çoğu çocuktan daha datlı geliyor. Neyse nazarım değmesin. Zaten büyüdükçe çirkinleşir insan dediğin. Çok da şaapmamak lazım.

İşte böyle efenim, saygılar, sevgiler, hörmetler,

Kanatlı Kedi