30 Eylül 2017

3. Gün

Şeker orucumda ikinci gün. Haftasonu kahvaltısı çayının şekersiz olması koydu evet. Şekersiz bitki çayı filan idare ediyor bi şekilde ama bi şeylerin yanında şekersiz siyah çay içmek, sıcak su içiyormuşum hissi verdi. Bi de gün içinde içtiğim kahveler, hep bi doyumsuzlukla beraber... Alışcaz, yolu yok, eskiden şeker mi vardı?

Dün akşam kronoloji notlarımı bloğa aktarmakla uğraştım saatlerce. 1916'dan 1921'e anca gelebildim. O sıralar neler olmuş neler... Bi de Nutuk'tan yeni ekleyeceklerim var şimdi 1919'a. O buna telgraf yollamış, bu ona yollamış, bissürü kayıt. O kadar zaman bilgisayar başında oturmaya alışkın değil bünye, her yerim uyuştu, sağ elimin başparmağı dahil. O arada Spotify'ın  reklamında Despacito çalmaya başladı. Kalktım accık kıvırttım, yetmedi Shakira'ya geçtim. Bi Shakira'ya baktım, bi aynada kendime baktım... Aynı hareketleri yaptığımı sanırken aslında vücudumun neredeyse hiç kıpırdamağını fark ettim... Olsun dedim, Shakira'ya saygım sonsuz ama herkes bi Shakira olmak zorunda değil ya... Vücudumla barışık olmaya çalışırken bi taraftan da şekeri bırakınca, olur da kilo verirsem, hani sporu da daha çok yaparsam o kadar da imkansız değil, belki benden bi yarım Shakira çıkar, diye aslında hala vücudumdan büyük beklentilerimin olduğunu gördüm, kendime kızarak. Olduğu gibi sevsen ya çocuğu...

Sonunda salon koltuğuna attım kendimi. İkea'nın bütün koltuklarına oturup kalkıp aldık kendisini. Öyle bi koltuk ki, oturunca içine gömülmüyosun ama kalk git dercesine sert de değil. İyi denk getirirsen, vücudunun boşluklarını öyle bi dolduruyor ki, saatlerce aynı pozisyonda kalsan da rahatsız etmiyor. Hasılı, oturunca kalkıp bilgisayarı televizyona bağlamaya üşendim. Telefondan, youtube'dan Daha Sonra İzle'lediğim filmlerden birini attım ekrana. Yerli film: Aşk Olsun. İlker Aksum'la bi kadın başrollerde. Son yıllarda çekilmiş romantik-komedi Türk filmlerini örgüye eşlik etmesi için ya da kafamı oyalamak için izlemesini seviyorum. Oyunculuklar çoğu zaman o kadar kötü  ki, izleyince rahatsız oluyor insan. Tuvalete giderken filan durdurma gereği duymuyorum çoğu zaman. Bi sonraki replik tahmin edilebilir oluyor zira, ya da bi önceki. Basit. 

Daha önce de yazmak isteyip, sonra üşenip yarıda bıraktığım konuyu yazayım hazır lafını açmışken. Bazı kadın oyuncularımız var ki, gerçekten çok kötü oyunculukları. Neden orada olduklarını anlayamıyorum, kızıyorum. Aşk Olsun'daki de öyleydi. Yüz ifadesi, ses tonu hep aynı sanki. Mimik yok. O yüzden hep belli rolleri oynuyorlar zaten, şehirli, hatta İstanbullu, beyaz yakalı vs... Mimiksizlikleri ile ilgili olası bi sebep daha geldi aklıma. Makyaj yüzünden olabilir. Yüzleri o kadar pürüzsüz, o kadar hatasız ki, oyunculuklarının kusurunu kapatamıyorlar, aksine, ne mimik yapsalar kabak gibi ortada oluyor. Yapamayınca da öyle tabi. Aynı kalitede bir erkek oyuncununsa bi sürü yüz çizgisi, teninde renk değişimleri, sakalı, bıyığı derken, oyunculuk kusurları kapanıyor. 

Ses tonlarındaki sorunsa bambaşka bi sinir bozukluğu. Yeni bi İstanbul ya da beyaz yaka Türkçesi doğdu sanki son 10-15 yıldır... Youtuber ses tonu gibi... "Geliyorum" derken -orum'u yuvarlayarak söylemek gibi. "Ben" derken -e'yi açık okumak, gibi... Sanki böyle konuşmayanı dövüyorlar artık. Bu yeni nesil mankenimsi kadın oyuncular da böyle konuşuyor hep. Yapmacıklık akıyor her yerlerinden. 

Bu filmden önce Belçim Bilgin'de aklıma gelmişti bunlar hep. Kurtuluş Son Durak filmini izlerken. Demet Akbağ'ın, Nihal Yalçın'ın, Asuman Dabak'ın yanında o kadar parlıyor ki Belçim Bilgin'in kötü oyunculuğu... Nasıl desem, makyajım bozulmasın diye oynamıyor gibi geliyor insana...Ki senaryo da çok güzeldi, orjinaldi. Üstelik Belçim Bilgin başrolde. Dedikleri gibi, Yılmaz Erdoğan torpilinden mi oluyor bunlar hep, bilmiyorum. Kendisini Kelebeğin Rüyası'nda tanıdım ve filmde beğenmediğim tek nokta O'nun oyunculuğuydu, sonradan öğrendim Erdoğan'la ilişkisini. O zamandan beri gıcığım yani...

Neyse efendim, dün gece bu son dönem yerli filmlerle ilgili aklımdan geçenler böyleyken böyleydi işte.

Sonra gerçek bi film izleme arzusuyla, gecenin köründe bi filme başladım: The Beautiful Fantastic. Fantastik bi şey yok filmde, ismine aldanmayınız. Konusundan falan bahsedip hiç spoiler vermeyeyim, Amelie tadında film arayanlara iyi gelir, diyeyim susayım. Yalnız yarısında bıraktım, gecenin üçü olmuştu çünkü, yazık etmeyeyim dedim. Bu gece devam edicem. 

Sabah geç kalktım tabi. Hava karanlık, yağmurlu...Kahvaltının tadı yok... Bi halsizlik, daha doğrusu halinden memnun olmama ve düzeltmek için kıpırdamak dahi istememe hali vardı üzerimde. Halbuki su geçirmez bisiklet pantolonu ve mont aldım daha geçenlerde, çıkıp yağmur altında bisiklet keyfi yapabilirim, sinemaya, müzeye filan gidebilirim... Dışarı çıkmaya hazırlandım, şekersiz kahve içtim, sigara içtim, örgü ördüm, tuvalete gittim, bi daha sigara içtim... Derken güneş açtı. Hava kahini uygulamama baktım, bugün bi daha yağmayacakmış yağmur. Hala evde mayışmak isteyen kendimi susturdum artık, bi hışımla çıktım evden.

Uzun zamandır aklımda olan Frankandael Park'a gittim. Park'a girer girmez, iyi ki götünü kaldırıp gelmişsin di mi, diye söylendim kendi kendime. Küçük küçük bahçecikler, içlerinde evcikler. Bahçeler arasında tek kişilik yollar, bu yollarda yürürken bacaklarına, omuzlarına, saçlarına dokunan yeşillikler... Yağmuru bol memleket, hiçbi şey ekmesen de ot bitiyor zaten, bi de ekilince daha bi saygı duyuyor insan. Tamam, hava karanlık, güneş az ama, benim gibi eve kapanmak yerine rengarenk çiçekler dikiyor bazı insanlar. Öyle parlak sarılar, maviler, kırmızılar... İnsanların evini gözetliyormuşum gibi hissettiğimden fotoğraflarını çekemedim ama oturup resmini yapsan yapılır yani, her birinin şekli farklı... Çiçeklerden hiç anlamayan zatımı hayran bıraktılar kendilerine.

Sonra, şimdi restoran olan Frankandael House'un bahçesindeki ağaçlar arası küçük yollarda böyle sürprizler... 

Islaktı tabi, oturamadım.

Yolun sonunda karşıma çıkan taş adam...



Kısacası dedim ki kendime, evet evet iyi ettin evden çıkmakla. Niyetimde Park'taki kafelerden birine oturup kitap okumak da vardı ama iki dükkanın ikisi de kafe değilmiş, lüks restoranlarmış. Hatta birinin serası var, domatesler, fasulyeler el sallıyor geçenlere. Sağlıklı yaşam züppeliği diyesim geliyor bu hareketlere. Menü o kadar pahalı olmasa aaa ne güzel diyecektim ama sonra vazgeçtim. 

Parktan çıktım. Buralarda akşam altıdan sonra bi yere girip sadece kahve içip kitap okumak çoğu yerde tuhaf kaçabiliyor. Çünkü kafeler 6-8 arasında kapanıyor (Amsterdam'ın göbeğinde değilsen), geriye publar ve restoranlar kalıyor. Publar karanlık, genelde insanlar arkadaş grubuyla birlikte gidiyor, çok gürültülü... Zaten Hollanda'da kafede, yolda kitap okuma alışkanlığı da pek yok sanki ya da bana denk gelmiyor, bilmiyorum. Sonuç olarak, rahatça kitap okuyabileceğimi düşündüğüm yerler uzaktaydı, ben de o kadar yolu gideceğime evime gider orda okurum dedim, eve geldim. Sonuçta kahve hepsinde şekersiz... (Bu arada kahveyi de bırakcam galiba)

İşte böyle. Kendime, enerji pompaladığım bi günün daha sonuna geliyoruz. Şimdi yine biraz kronoloji, sonra film. 


Hoşçakal günlük, 

Kanatlı Kedi



29 Eylül 2017

2. Gün

Dün kendi kendime büyük bi karar verdim: Şekeri bırakıyorum-z. Yalnız değilim neyseki, u.la birlikte bırakıyoruz. Akşam bi şekilde esti, That Sugar Film'i izledik. Fragmanı şöyle: 


Konusu fragmandan az çok anlaşılıyor, internette ufak bi araştırmayla da bulunabilir. Eğlenceli ve öğretici bir belgesel. Temelde, doğrudan tatlı yemesek bile, tükettiğimiz hazır gıdalarla farkında olmadan bi sürü şeker yediğimizi, düşük kalorili diye satılan ürünlerin sadece yağdan kıstığını ve yerine şekeri boca ettiğini, kilo vermenin düşük kalorili yemek değil, az şeker yemek olduğunu söylüyor. Şeker endüstrisinin yağı kötüleyip kendini akladığını, sigara sektörünün bi zamanlar desteklenmesi gibi satın alınmış bilim insanlarınca desteklendiğini, şekerin dozunda tüketildiği takdirde zararsız olduğunu iddia ettiğini fakat zamanla bağımlılığa sebep olduğundan dozunda tüketmenin imkansız olduğundan hiç bahsetmediklerini vurguluyor. Çünkü şeker birden aşırı mutlu ediyor, etkisi ise birden azalıyor. O etkiyi tekrar hissetmek için daha fazla şeker tüketiyorsunuz vs... Daha bi sürü ayrıntı.  

Ben yıllardır çayda-kahvede şekeri bırakmaya çalışıyordum. Ama bi türlü beceremedim. Şekersiz bi hayat düşünemeyenlerdenim. Reçel, bisküvi, bal, pekmez, tatlı bi şeyler olmalı mutlaka yaşadığım yerde. Meyve değil, meyvenin karnımı acıktırdığını hissediyorum. "Açlığını elmayla filan bastır" lafına hep sinir olmuşumdur, çünkü ben tok karna bile elma yesem acıkırım, midemi bastırsın diye yemek yerim... Kısacası şekere bağımlıyım. 

Niyetim kilo vermekten ziyade bu bağımlılıktan kurtulmak (dedi sigara içen kadın). Bi de filmde iki nokta çok fena etkiledi beni. Bir, şekerin sivilcelere sebep olması, çünkü hala kurtulamadım sivilce derdinden ve yediklerimle alakalı olabilceğini birden fazla uzmandan duymuştum daha önce de. İki, bol şekerli beslenmenin psikolojik dengeyi etkilemesi, sık sık bitkin, yorgun hissetmeye sebep olması vs... Bunları iddia ediyor film. Ne kadar doğru bilmiyorum. Ama ikisi de bende uzun zamandır var ve şekersiz hiç yaşamadım. Ne çıkar ki denemekten? 

Kısacası bugün, günlüğün ikinci günü, şeker diyetimin de birinci günü. İlk defa bu kadar ciddi bi karar aldım sanırım. Dün filmi izledikten sonra evdeki toz şekeri, sözde zayıflamak için aldığım müsli karışımını, bisküvileri çöpe attım. Müsriflik evet, içim yandı ama onlar evde durduğu sürece başlamam imkansızdı. Verecek kimse de yok yakınımda. Eskiden olsa komşulara filan verilirdi, modern dünyanın boktanlığı işte, versem hakaret kabul ederler mi korkusundan veremedim.

Neyse, bugün bi de yarım saat koşu yaptım. Koşu kursuna gidiyorum da, hoca haftada iki sefer koşun diye ödev veriyor, ilk defa ödevi yaptım. Eve geldiğimde kaslarım ağrımamasına rağmen çok yorgundum. Duş aldım falan geçmedi, uyku bastırdı. O bisküviler orda dursaydı epey bi yerdim muhtemelen. Tuttum kendimi, şimdiye kadar başarılı bakalım. İlk başlarda halsizlik, bıkkınlık, aşırı tatlı isteği falan olurmuş, öyle diyor belgeselde. Bi hafta dayansam gerisi gelir gibi geliyor ama bakıcez.

---

Biraz daha Nutuk okudum. İnsanların listesini yapıp karşıma asmam gerektiğini düşündüm. Yoksa bilmemkaçıncı kolordu komutanları, bilmemkaçıncı kurmay başkanlar, valiler, albaylar... hepsi birbirine karışıyor. 

---

Uykum geldiğinde Felemenkçe Susam Sokağı dinleyip yelek ördüm, işe yaradı, uykum açıldı. Şekersiz ilk kahvemi içtim, ne kadar tatsız bi şey. Özellikle kahve konusunda vücudum bağırıyor, şeker at buna şekeeeer diye ama bu kez dinlemiycem onu. İçeceklerin gerçek tadını ben de fark edicem artık.

----

Felemenkçe demişken, haftaya ikinci kitaba geçiyoruz sonunda. Seviyem A2 diyebilirim artık. Tabi sınav falan yok ama A2 seviyesinde eğitim aldım diyebilirim en azından. Seviyorum sanırım bu tuhaf dili.

---

Şimdilik bu kadar, gideyim de havucundan, soğanından gelen şekerlerle birlikte kabak yemeğimi yiyeyim. Belki yanına spagetti yapıp biraz günaha da girerim.

Hoşçakal sevgili günlük, 

Kanatlı Kedi


28 Eylül 2017

1. Gün

Sanırım hiç gerçek bi blog yazarı olmadım. Sırf blogger olduğu için tanışıp samimi olduğum arkadaşım olmadı. Mimlemek diye bi kavram var mesela, bazen denk geliyorum, ne demek? Hiçbir fikrim yok. Anladığım kadarıyla yazında başka bir blogdan bahsediyorsun, sonra o da talep ettiğin konuda bir şeyler yazıyor. ALS hastaları için başından aşağı buz kovası dökmek gibi bi şey sanırım. Ama hiç de emin değilim.

Gerçek hayatta da sosyallikten uzak bi insan olduğum için, (bkz: ilk defa girdiği ortamda -ve sonraki birkaç yüz seferinde- elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen insan), blogspottaki arkadaş ortamları da benim için hep korkulası yerler oldu. Misal, birbirlerini yazmaya davet ettikleri yazıların altına, 20 tane yorum arasına ben de "kabul ediyorum challenge ını, ben de yazıcam" gibi bi yorum yazabilir miydim? Sen kimsin be, deyip omuz atıp geçerler miydi yanımdan?

Zaten ben ya çok kişisel, depresif yönlerimi vıcık vıcık anlatan yazılar yazıyordum, ya da sadece bilgi vermeyi amaçlayan, kişisel hayatımı dışa açmayan şeyler... Bu blogger arkadaşları ise hem özel hayatlarından bahsedip hem de depresif takılmıyorlardı. Ben bu işi beceremiyordum.

Ne bloglar açtım da, depresif olduğu için geri kapattım... Sonunda Kanatlı Kedi'de tutundum. Nasıl başardım? Kişisel yazılar yazmayarak. Depresifliğimi sosyoloji/roman okumaları veya film yorumları üzerine boşaltarak. Yakınlarımdan köşe bucak gizlememi gerektirmeyecek bi blogum oldu böylece. Bu arada sevdiğim blog yazarlarının sevdiği blog yazarlarını falan araştırarak daha iyi bi okuma listesi oluşturdum. Eskiden "kitap blogspot" diye aratıp falan mı okuyordum başkalarının bloglarını, bilmiyorum nasıl öyle prim kasan, takipçi kasan şeylere denk gelmişim... Neyse, daha insan gibi, tık peşinde koşmayan bloggerları okudukça site sanallıktan biraz da olsa kurtulmaya başladı.

Fakat bu arada son zamanlarda bloğum kitap alıntılarından geçilmez oldu. Kişisele girmeyeyim derken hiçbi şey yazamaz oldum. Bu sıradaaaa takip ettiğim bir blogda (Leylak Dalı), yazı yazmaya davet eden bi yazı gördüm. Hatta O da başka bir blogdan (Mari Antrikot) almış ilhamı. Kişiselle genel arasındaki dengeyi sağlama amacıyle, -Mari Antrikot'un deyimiyle- şalanj'a giriyorum ben de! Eski bloggerların amacı blog ortamını canlandırmak. Benim özeldeki amacım ise saçmalamadan 21 gün boyunca yazmayı başarabilmek.

Hatta depresif bile yazabilirsin kedicik, bu kadar lafı uzatırsan kimse okumaz nası olsa... Sus Sıdıka, anneye öyle denmez!

Hadi bism...

--------------------

1. Gün


Son bikaç gündür olduğu gibi yine hafif sisli bi güne uyandık. Sis zamanla dağılsa da güneşin sarı ışığından yoksunduk bugün bütün gün. Saat akşamın beşi, bu saatten sonra da açacağını sanmıyorum.

Bi şey yemeden markete gittim, kuru kayısı almaya. Son zamanlarda pizzadır hamburgerdir, saçma sapan katı gıdaları doldurdum mideye, Barbie bebek gibi kakasız geziyorum kaç gündür. Ağrı sızı olmadan önlemimi alayım diye aç karna sıcak suyla ıslatılmış kuru kayısıları yedim, suyunu içtim. (Hala bi hareket yok, korkuyorum anne).

Sonra kahvaltı niyetine dün yaptığım lazanyadan bi dilim yedim. Hayatımda ilk defa lazanya yaptım tabi ki, o da markette tüm malzemeleriyle birlikte satılan kiti kullanarak. Kıyma, peynir ve süt hariç, onları satın almak gerekiyor. ama ne güzel bi şey bu lazanya, Garfield ne kadar da haklı. Kahvaltıda yememin sebebi hayvansı içgüdülerime uyup, kendimi "belki bu sayede mideni bozar, mecburen sıçarsın" diye kandırmamdı. Yoksa mantıksız tabisi.

Sonra internette kontrolsuzce vakit kaybeden bi insan olduğum için, buna çözüm olarak bulduğum şeyi yaptım. Bugün yapacaklarımı listeledim. Genelde bi sürü şey yazıp içinden yapabildiğim kadarını yaparım. Bu sefer az yazdım. Günlük hayatla ilgili, halledilcek şeyleri yazmadım (Çamaşır yıka, tırnaklarını kes, doktoru ara gibi şeyler yani). Bunlarla uğraşmaktan kağıt kalem işlerine odaklanamadığımı fark etmiştim dün gece. Sadece kağıt kalem işlerimi yazdım. Yani şu kitabı oku, kronolojiyi yaz, Felemenkçe çalış gibi...

Bikaç gün önce Nutuk'a başladım. Hiç duymadığım bi yayınevine ait, saçma sapan dilbilgisi hataları var, çarpıtılmış de olabilir ama bi an önce başlayasım geldi, kendimi tutamadım, elimde de bi tek bu vardı. Sonra başka bi baskısından tekrar okurum.

Ama kitaba geçemeden kendime proje edindiğim Kronoloji bloğuma daldım. Bugün ilk defa gerçek manada okura açtım, yani o kısa giriş yazısını silip, uzun uzun derdimi anlattım. (Bundan uzun olmasın, o yazı da pek uzun evet). İşte burda: Geçmiş Zaman Kronolojisi. Call the Midwife dizisinde büyük emeklerle bebeği doğurtan ebelerin havluya sarılmış eciş bücüş yaratığa baktıkları gibi bakıyorum şimdi yeni bloğuma. Büyüyecek mi bakalım, büyüyünce ne olacak? Ne işe yarayacak? Yaraması şart mı ki, ben onu böyle de seviyorum, gibisinden...

Sonra Okuma Listem'e baktım, Leylak Dalı'nın yazısını gördüm. İçimi boşaltasım mı varmış neymiş, hemen coştum, ben de yazıcam 21 gün boyunca! diye, geldim buraya, bıdı bıdı etmeye başladım.

Daha günün bitmesine var. Akşam bi İngilizce meetup'ına gidecektim ki, şu sıralar evden çıkmış olmam gerekiyordu. Gitmemek için kendime vicdan rahatlatıcı bahaneler ararken mesaj geldi, etkinlik iptal olmuş! Şimdi sabah listeye yazılanları yapmak için hala zaman var. Güzel..

Gün hala karanlık. Belki 21 gün boyunca, bugünkü gibi, havaya aldırmadan moralimi iyi tutmayı başarabilirim bu şalanj sayesinde.

Selamlar efenim,

Kanatlı Kedi


24 Eylül 2017

Kitap: Seçkinlerin Yükselişi ve Düşüşü (Vilfredo Pareto)

Kitabın tam ismi: Seçkinlerin Yükselişi ve Düşüşü - Kuramsal Bir Sosyoloji Uygulaması
Orjinal İlk Baskı: 1901
Doğu Batı Yayınları
Çev.: Merve Zeynep Doğan



Ayn Rand okumaya benzer bi zevk verdi bu kitap. Bi taraftan zevk aldım çatır çutur laf sokmasından, bi taraftan yuh artık dedim. Bazen de ekşisözlük'te trol entrisi okur gibi gerildim.

Ama en güzeli, yazdıklarını yaşadığı döneme göre değerlendirmeye çalışmak oldu. Çünkü bugünkü durumu kesinlikle yansıtmayan cümleleri vardı. Okudukça insanın gülesi geliyordu. Örneğin: "İşçiler geçmişin asilzadelerinin ayrıcalıklarını miras almışlardır ve bunlar aslında kanunun üzerindedir, hatta onların kendilerine ait mahkemeleri bile vardır."  

Hangi dünyada yaşıyordu yazar? Gerçekten bu yazdıkları doğru muydu, yoksa gözü kapalı sosyalizm düşmanlığıyla "bu işçi takımına fazla yüz veriyorlar" demeyip, daha kibar cümleler mi kuruyordu? Sonuncu ihtimali, okuduğumdan anladığım kadarıyla, pek yakıştıramadım Pareto'ya, dürüst birine benzettim, öyle düşünse, söylerdi gibi geldi. Dolayısıyla 1900lerin başında işçi hareketlerini, özellikle yazarın şikayet edip durduğu Fransa'daki işçi hareketlerini öğrenme isteği doğurdu kitap. Sonra gelip buralara tekrar göz atmak gerek.


Alıntılar...


Önsöz (Hans L. Zetterberg)

7 - İtalya'da, Pareto'nun öldüğü 1923 yılında, kuruculuğunu Mussolini'nin yaptığı bir gazete Pareto'nun "maalesef" faşist olmadığını ama faşist düşünceye katkıda bulunduğunu işaret etmekteydi.

8 - Aktif sağcı gruplar Pareto'nun kendilerinden biri olduğunu iddia etseler de, Pareto diğerlerinden farklı, mağrur ve ironik bir adamdı. Kendisini herhangi bir politik hareketle aynı safa koyma konusunda büyük bir arzusu yoktu. Onun açık ve net bir şekilde savunduğu şey, sosyal değişim yerine sosyal tabakalaşmayı, kişinin kendi başarısı yerine başkalarının yaptıklarına atıfta bulunmayı, sertlik yerine yumuşaklığı hoş gören politik inanışların yanında yer alan insanlara karşı durmaktı.

8 - Pareto'nun savunduğu şey şudur: Muhalifler zafer kazandıklarında, kendi insancıl platformlarını gerçek anlamda hiçbir zaman temsil edemeyecekleri için ahlaki değerlerin hiçbiri hümanist argümanları kabul etme yoluyla elde edilemeyecektir.

11 - İnsan eylemleri mantıksal düşünceden ziyade duygularla şekillenir. İnsan akıl dışı güdülerle hareket etmeye itilse de eylemlerini mantıksal olarak kesin prensiplere bağlamaktan hoşlanır. Kendi eylemlerini kanıtlamak için a posteriori yaratır.

14 - Seçkinler savaşta, genel nüfusun verdiğinden daha büyük oranda kayıp verirler. Seçkin aileler toplam nüfusa göre daha az oranda çocuk sahibi olduklarından, yok olma eğilimi gösterirler.

14 - Seçkinlerin çoğu yalnızca yenilikçilerden ya da yalnızca konsolidatörlerden oluşmakta; çok az bir bölümü ise, normal yaşamın sıradan gereksinimlerini karşılayabilme yeteneğine sahip kişilerden meydana gelmektedir.

15 - Devrimler: Yüksek sınıfların gerilemiş, çökmüş unsurları, kendilerini güçlü kılacak temel psikolojik etkenlere daha fazla hükmedemezken ve güç kullanmaktan çekinirken; toplumun daha düşük sınıflarındaki üstün nitelikli unsurlar sivrilir ve devlet fonksiyonlarını yürütmek için gereken temel güdülere hükmeder ve güç kullanma konusunda da gönüllü olurlar.

16 - Bir toplumda insani duyguların yükselişiyle, seçkinler içinde yenilikçilerin üstünlüğü ele geçirmeleri aynı zamana rastlarsa, bu durumun sonuçları oldukça kötü olur.

17 - "Eski seçkinlerin düşüşü, insani ve fedakarca duyguların yükselişi olarak ortaya çıkar; yeni seçkinlerin yükselişi ise, acizlerin ve zayıfların, nüfuzlu kişilere ve güçlülere karşı üstünlük sağlaması olarak kendini belli eder."

17 - Harvard Meslek Okulunun 1920'lerin sonları ile 1930'ların başlarındaki Hawthorne araştırmalarında, çalışanların verimliliğinin; dinlenme araları, çalışma gününün süresi, aydınlatma gibi çalışma ortamı koşullarındaki iyileştirmelerden olumlu bir şekilde etkilenmediği kanıtlanmıştır. Daha önemlisi; çalışanların belli şartlar altında mantıksal olarak kazançlarını en yüksek seviyeye çıkartmaya çalışmak yerine; üretimi sınırlandırma yolunda hareket ettikleri ve sonuç olarak kazançlarını düşürdükleri saptanmıştır.

23 - Bir seçkinin ayakta kalmasını sağlamak için en üst düzeye çıkarılması gereken akıl ya da duygu değil verimliliktir ve verimlilik aklın ve duygunun özenli ve dengeli bir karışımıyla ortaya çıkar. Biri diğerine karşı çalışmaz fakat her ikisi de iş başındadır.


Bazı Sosyolojik Kurallar

26 - ...neden geçmişin olgularından çok bugünün olgularını seçtiğim konusunda da birkaç şey söyleyebilirim: Bugünün olgularının büyük bir meziyeti vardır. Bu olgular daha sağduyulu bir zihinle ve daha az duygu ve önyargıyla incelenebilirler. Fakat onların da bizim tarafımızdan tam anlamıyla anlaşılamama gibi bir dezavantajları vardır. (?)

27 - İlk olarak, insan eylemlerinin büyük bir kısmının kökeninde mantıksal düşünme değil duygunun yer aldığına dikkat çekebiliriz.

27 - Buradan her sosyolojik fenomenin iki farklı ve bütünüyle karmaşık şekli olduğu anlaşılır: Gerçek nesneler arasındaki ilişkileri belirleyen nesnel bir form ve psikolojik durumlar arasındaki ilişkileri belirleyen bir öznel form. (...)

28 - Gerçek fenomen, öznel fenomeni veya öznel fenomen, gerçek fenomeni değiştirmek için ona nasıl tesir eder? Darwinizm bu soruya çok basit bir yanıt verir, ne yazık ki bu sadece kısmen doğrudur. Onun doktrinine göre iki fenomen arasındaki ilişki, bu ilişkiye uymayan bireylerin aşama aşama elenmesiyle oluşur.

29 - ...Fransa'da birçok insan "1789'un ölümsüz ilkelerine", "cumhuriyeti korumaya" veya diğer ülkelerde "muzaffer monarşileri savunmaya" yönelmişlerdir.

30 - ...eski hurafelere gülen insan genelde onların yerine daha makul veya gerçek olmayan modernlerini koyar.

33 - Bu inanç, insanın gizemli güçleri kendisine hizmet etmeye zorlayabileceğine dair hisleridir.

33 - Galip olan yenilmiş olana biçimsel bile olsa taviz vermek zorundadır.

35 - Eskilerin yerine geçmek için çabalayan veya sadece gücünü arttırmak isteyen yeni seçkinler böyle bir niyetleri olduğunu açıkça kabul etmezler. Bütün bu baskının liderliğini üstlenmek yerine, kendi iyiliklerinin değil, çoğunluğun iyiliği peşinde koşacaklarını, bunun büyük bir mücadeleye yol açacağını fakat bu mücadelenin sınırlı bir sınıfın hakları için değil bütün vatandaşların hakları için yapılacağını ilan ederler. Tabii ki yeni seçkinler bir kere zafer kazandıklarında eski dostlarını buyrukları altına alırlar ya da onlara bazı resmi ayrıcalıklar sunarlar.

37 - "Çünkü eski seçkin bir yandan deliliğe düşerek silahsızlanır ve aptalca hümanist konuşmalarla gücünü kaybeder, öbür yandan yeni seçkini destekler ve böylece onu ayağa kalkmaya ve savaşmaya zorlar."

38 - Ve devrim aslında alt sınıfların dini duygularının, daha yüksek sınıfların kuşkuculuğuna karşı bir tepkisidir.


Dini Krizlerin Yükseliş Dönemi

40 - Üstelik Almanya'da yetkin bir eleştiri yazısında "Alman tanrısı" olarak bahsedilme noktasına kadar götürülen yurtseverlik, İngiltere'de emperyalizm aracılığıyla, Fransa'da milliyetçilik ve ABD'de şovenlik vasıtasıyla en yüksek noktalara tırmanmış ve dini bir şekil almıştır.

44 - Bazı gururlu ahlakçıların daha az çileci insanlara karşı gösterdikleri şiddetli kine gelince; bu kinin kaynağı sadece doktrinlere karşı olanların bu yüzden ölecekleri veya kendilerini yok edecekleri dini veya mezhepçi duygular değildir. Tüketici olmayanın tüketiciye, hadım olanın erkek olana bilmeden ve istemeyerek de olsa içerlemesinden kaynaklanır.

47 - Kim bilir belki bir gün İtalya, Protestan Reform hareketi tarafından durdurulmuş olan Rönesans gibi başka bir Rönesans yaratır.

47 - Belki bir gün sosyalist inancın Kutsal Engizisyonu olacak. (dipnot)

48 - Biz krizin çıkış döneminde değilsek böyle fanteziler küçük bir grup insanın ötesinde kimseyi etkilemez ya da sadece küçük bir etki yaratır fakat bir krizin yükseliş döneminde bu insanların faaliyetleri geniş bir alana yayılır ve genel bir hareketlenme başlatır.

48 - Fransız edebiyatının aynı çağdaki egemen özelliği burjuva karşıtı bir tutuma sahip olmasıydı. (...) Okuyucu, bu burjuva karşıtı kitapları alan ve bu yüzden onların basılmasından sorumlu olanların burjuva olduğuna dikkat etmelidir.

50 - ...Eğer bu düşünce tarzı mantıklıysa devamı da şöyle olmalıdır: "Biri yemek yer yemez, sindirim işlemi devam ederken beyin tembelleşir ve her türlü entelektüel aktivite yavaşlar. Bu yüzden yediğimiz yemekler sinir sistemi için zehirdir. Bu yüzden insan bundan sakınmalı ve açlıktan ölmelidir." Eğer denildiği gibi alkollü içecek tüketimi birkaç yıl içinde dünyadaki bütün türleri yok edecekse, su içenlerin yapması gereken, zamanlarını beklemektir. Kısacası doğal seçilim aracılığıyla bunlar dünyada yalnız kalacaklardır. Bu ise bir mucizedir, çünkü Nuh'tan bu yana böyle bir şey henüz gerçekleşmemiştir.

54 - Şimdiki sosyalist hareketin Hıristiyanlığın doğuşuna olan benzerliğine defalarca dikkat çekilmiştir, fakat onun Protestan reformuna olan benzerliği daha az bilinmektedir.

55 - İlk Hıristiyanların, İsa'nın dünyadaki egemenliğinin yakın olduğuna inandıkları oldukça iyi bilinir. Aynı şekilde sosyalistler de birkaç yıl önce doktrinlerinin zaferinin çok yakın olduğuna inanıyorlardı. Bu sebeple Engels, öngörülerini, gerçekler onun iddialarının aksini ortaya çıkardığından beri saklamaktaydı.

55 - Aralarında en bilge olanları, rakiplerine karşı zafer kazanmak için daha pratik ve hoşgörülü olmaları gerektiğinin farkına varmışlardır. Bu yüzden ideal bir amaç olarak orjinal doktrinlerini korurken, pratikte sıradan insanların düşüncelerine ve yaşam şekillerine yaklaşmışlardır. (...) Hollanda'da bütün yollar devlet sosyalizmine çıkarken, devrimci, uzlaşmaz sosyalizm yok olmaktadır.

57 - Başka bir işaret ise sosyalizmin bastırıldığı İtalya gibi ülkelerdeki sosyalist inançta olmayan fakat sosyalistlerin yönetime katıldığı Fransa gibi ülkelerde baş gösteren iki yüzlülüktür. Önemsiz politikacıların çoğu bazı kamu görevlerine seçilmek için; eğitimli kişilerin birçoğu kitaplarını sattırmak için; birçok oyun yazarı halkın hoşuna gitmek için; birçok profesör bir kürsü elde etmek için sosyalist olmuştur. Fakat yine de bu kötülük henüz o kadar yayılmamıştır. Sosyalist inancın fedakarlık istediği İtalya, Almanya gibi ülkelerde ,kiyüzlüler kaçmaktadırlar. Fakat sosyalizm buralarda itibar, güç ve zenginlik elde ettiği zaman onlar koşarak birer birer geri geleceklerdir.

58 - Bugün olsa keşiş Timoteo dayanışma ve insani düsturlara başvururdu.


Eski Seçkinin Düşüşü

62 - Seçkin çoğu kez güçsüzleşir. Seçkinlerin pasif cesaretleri vardır ama aktif cesarete sahip değildirler. Esas şaşırtıcı olan İmparatorluk Roma'sındaki seçkinlerin Sezar'ı memnun etmek için en küçük bir direniş göstermeden kendi suikastlarına izin vermeleri ve bu uğurda intihar etmeleridir. Fransa'da ellerinde silahlarıyla, savaşarak ölmek yerine halihazırdaki giyotinle ölmeyi tercih eden soyluları gördüğümüzde de aynı derecede hayrete düştük.

66 - Grevler cezasız kaldıkça suçlar işlenir. (...) İşçiler geçmişin asilzadelerinin ayrıcalıklarını miras almışlardır ve bunlar aslında kanunun üzerindedir, hatta onların kendilerine ait mahkemeleri bile vardır. Tamamıyla haklı bile olsalar "burjuvayı" ve "patronu" kesinlikle suçlu bulacak arabuluculuk mahkemeleri vardır. Bu adalet parodisinin oynandığı yerde dürüst avukat, müvekkiline dava açmamasını tavsiye edecektir, çünkü kaybedeceğinden emindir. Tabii ki sosyal demokrasi bu olağandışı mahkemelerin yetkisinin genişlemesini diler. Dini mahkeme kaldırılmış ve işçilerin mahkemeleri doğmuştur. (Hangi dünya bu anlattığı?)

69 - Bu iyi adam Victor Hugo, Dumas Fils ve düşmüş kadınlara övgüler yazan diğer kişilerle ilgilenmek yerine temiz bir kızla evlenseydi daha iyi bir şey yapmış olurdu.

72 - Burjuvanın sergilediği insani duygular ve gösterdiği hassasiyet şişirilmiştir, yapaydır ve güvenilmezdir. İddia edildiği gibi fahişeler, hırsızlar, katiller merhameti hak ediyorlarsa, bir ailenin dürüst, namuslu annesi, onur ve dürüstlük sahibi bir adam eşir derecede değerli değil midir? Bugünün fakirlerinin, zavallılarının acılarına ortak olmak ve onların acılarını hafifletmek iyi ve soylu bir şeydir. Ne var ki bugün rahat içinde yaşayan ve yağmalanarak sefalete düşen yarının biçarelerinin acıları farklı şeyler sonucu mu ortaya çıkmıştır?

73 - Rousseau'yu alkışlayan Fransız asilleri fermier'lerine nasıl para ödeteceklerini biliyorlardı ve gözde olan erdem sevigisi onları fahişelerle yapılan sefahate dalmaktan ve açlıktan nefesleri kokan köylülerden zorla para almaktan alıkoymamıştı.

(fermier: köylü, çiftçi)

73 - Bugünün pek çok arazi sahibi, yarının sosyalistidir, dolayısıyla aynı anda iki yemlikten beslenmektedirler. Bu gelecek çok uzaktadır ve ne zaman geleceğini kimse bilemez. Bu süre içerisinde, birinin zenginliğinin tadını çıkarmak, eşitliği tartışmak, arkadaşlıklarda ve kamu hizmetlerinde ilerlemek, bazen para kazanmak için de iyi fırsatlar bulmak ve ödemeyi gelecek için verilen sözlerle yapmak güzeldir.

76 - Hiç kimse korkak bir kişiden daha zalim ve şiddet yanlısı değildir.


Yeni Seçkinin Yükselişi

77 - Bugün egemen sınıfın öncüsünün halk olduğuna inanmak bir hatadır. Öncü konumunda olanlar -ki bu çok farklı bir sorundur- halka dayanan yeni ve gelecek seçkinlerin bir kısmıdır.

77 - Her yerde kazançlı işlerden kar sağlayan işçiler belli bir zanaatı öğrenmeye imkan tanıyan mesleklerin sayısını şiddetle sınırlayarak, geri kalan nüfusu bu mesleklerin dışında tutmayı denerler. Cam üfleyicileri, matbaacılar ve diğer benzeri mesleklerin çalışanları kapalı kastlar oluştururlar.

78 - Endüstrinin çok iyi derecede geliştiği yerlerde işçi sınıfının er ya da geç muazzam bir güç elde edeceği kesin gibidir. (...) Bir şehir endüstrileşmeye başladığında sosyalist veya en azından radikal milletvekillerini parlamentoya yollaması neredeyse kaçınılmazdır.

80 - ...bir lokomotifi kullanmak için muhakeme yeteneğine ve zekaya sahip bir adama ihtiyaç duyulabilir. Bu niteliklerde sadece biraz eksiklik olduğunda, lokomotifin içine, bir yerine iki makinist koymakla bu durum düzelmez. (...) Böylece, iş alanında, emeği çeşitli katmanlara ayıran, en büyük avantajları üstün nitelikleri olanlara tahsis eden çok etkili bir güce sahip olmaktayız. Bu, yeni seçkinin şekillenmesinde oldukça önemli bir faktördür.

Sermayeyi çarçur etmeye kararlı büyük sosyalistler bunların hiçbiriyle ilgilenmezler. Onlar, sermayenin bol olduğu yerlerde, güçlü bir şekilde birikmeye başlayan yeni seçkinlerin doğuşlarını engelleyerek farkında olmadan eski seçkinlere yardımcı olmalarına yol açan bu süreci anlayamazlar. (?)

80 - ...bu sendikalar ve işçi birlikleri sadece sermaye bolluğunun büyük ölçekli endüstrilere gelişme ve zenginleşme imkanı tanıdığı yerlerde var olabilir ve büyüyebilir.

81 - Rousiers, sendika liderleri hakkında konuşurken şunları söylemektedir: "Onlarda sizi çarpan, dikkatinizi çeken özellikler pratik bir zeka, açık ve kesin gerçekçi bir yaklaşım tarzı, başarılı bir çabayla sonuç veren sağlam bir sağduyu"dur. Bu özellikler kesinlikle, yok olmak üzere olan eski seçkinde kaybolan özelliklerdir.

81 - Pratik bir zeka, yüksek ahlak standartları ve eğitim, sendika liderlerinin başarısını sağlamlaştıran üç ana özelliktir. Bunlar tam olarak seçkini geri kalan insanlardan ayıran özellikler değil midir?

82 - İtalyan sosyalistler, doktrinlerinin yayıldığı yerlerde işçilerin daha ahlaklı, daha dürüst, daha az şiddet yanlısı olduklarını ve artık eşlerini dövmediklerini aksi takdirde dışarıda bırakıldıklarını tekrar tekrar söylerler. Diğer yandan dışarıda bırakılanlar meyhanede sarhoş olmayı öğrenirler. Bunların hepsi doğrudur fakat bu insanlar sonradan böyle olmamışlar, böyle seçilmişlerdir.  (...) İyi bir matematikçi elde etmek için, onun seçilmesi gerekir, kesinlikle bir geri zekalıya iyi eğitim vererek ondan bir matematikçi yapılamaz. Kim şimdiye kadar bir ödleği cesur bir adama, ahlaksız bir kadını namuslu birine, tedbirsiz birini tedbirli birine dönüştürebildi? (Yuh, ne alakası var matematikçi olmakla dürüst olmanın?)

83 - Sonuç olarak yeni proletaryayı oluşturacak kesimler eksik karakterli, dürüstlük, ahlak ve zeka bakımından yetersiz insan artıklarından meydana gelir.

85 - Sosyalistler kongreleri sırasında, anarşistleri ve diğer muhalifleri ya da doktrinlerine karşı çıkanları şiddet kullanarak, hatta Londra'da burjuva polislerinin yardımıyla kovarlar ve bu konuda çok başarılıdırlar. Başka türlüsü onlar için mümkün olamazdı, çünkü güç kullanılmadan düzen yürüyemez. (...) Bu burjuvalar Carabinieri'lerin ve askerlerin içlerinden biri ölene kadar silah kullanmadan, donup kalmalarını ve beklemelerini isterler.

(carabinieri: İtalyan polisi)

85 - Yükselen seçkin ortak ve ahlaki çıkarları korumak için gazete sahibi olur. (...) Burjuvalar kesinlikle birçok gazeteyi finanse ederler hatta çok daha fazlasını; fakat bu gazeteler ne ortak ne de ahlaki çıkarlarla desteklenmişlerdir. Onlara Panama Kanalı'ndan, demiryollarından, çelik anlaşmalarından, deniz ticaretindeki ikramiyelerden, koruyucu vergilerden kar elde etmek için para ödenmiştir.

86 - Grevlere bakın. İşçiler arkadaşlarına güven duyarlar ve diğer bütün arkadaşları işe yeniden kabul edilene kadar kederli bir sefalet ve açlık çekerler.

86 - Bazı ülkelerdeki milletvekillerine bakın. Yaşamları ağırbaşlı ve kesinlikle dürüst olan İtalya'daki sosyalistlere bakın ve onları, ısrarla bakanlıkları istemeyi sürdüren, ayrıcalık ve kar arayan diğer vekillerle karşılaştırın.

86 - Eğer yeni seçkinler kendi adamları arasında bir suçlu bulurlarsa derhal onu kovarlar.

87 - Eğer sendikanın, kurallara riayet edildiğini görmek için para ödediği bu sekreter burjuva devletinin kanunlarını uygulatması için ödeme yaptığı Chateau-Thierry'nin hakimi olsaydı böyle katı bir şekilde hareket edemezdi.

88 - Düşmana yardım etmeyi asla düşünmezler. (yeni seçkinler)

88 - Bizim burjuvamız parasını ve enerjisini sadece düşmana (yeni seçkine) yardım etmek için harcar.

88 - Bu kişiler (burjuvalar) mülkiyet haklarını reddeden ve paralarını, mülk sahiplerinin ellerindeki her şeyin alınması gerektiğini öğreten halk üniversitelerine bağışlayan mülk sahipleridir.

88 - Şimdilik yeni seçkin esnek ve her şeye açıktır fakat zaferden sonra, diğerlerinin başına gelen şey onun da başına gelecektir. Zaferinden sonra seçkin daha katı ve kendi içine kapalı hale gelir.

90 - Zaferinden sonra yeni aristokrasi yeni proleterlere şekli ayrıcalıklar ve sözde belli imtiyazlar tanıyacaktır. Bunlar zayıf, tedbirsiz veya aciz, kabiliyetsizlere göredir ama aslında bu aciz insanlar şimdi taşıdıklarından daha da ağır bir yükü taşımak zorunda kalacaklardır. Yeni efendiler -en azından kısa bir süre için- bizim yaşlı burjuvamızın çaresizliğine sahip olmayacaklardır.


Öznel Fenomen

92 - Protestanların aralarından bazılarının inançlarını salt akılcılıkla nasıl da birleştirdiklerini gözlemlemek şaşırtıcıdır. Mesih İsa artık onlar için ilahi bir varlık değil, aralarındaki en mükemmel insandır ve mucizeler doğa kanunlarıyla açıklanır.

94 - Et yemeyen, şarap içmeyen ve güzel bir kadın gördüklerinde alçak gönüllülükle gözlerini indiren birinden ne beklersiniz? Gidip Tibet'te keşiş olabilirler fakat savaşamaz ve hayat mücadelesini kazanamazlar.

94 - Sosyalizm gelişmiştir ve neredeyse yalnızca burjuvanın uğraşları ve çabaları sonucu güçlenmiştir.

97 - Dreyfus olayı şimdiki ve gelecekteki seçkinler arasındaki tartışmalarda geçen bir epizottur sadece. Mevcut seçkinlerin çok büyük olmayan bir kısmı özellikle 1850-1870 yılları arasında özgürlüğe, akla ve sağduyuya bel bağlamayı denediler. Fakat bu kişiler insanların akılla değil duygularıyla idare edildiklerini keşfettikleri için şimdi yanlışlarını anlamışlardır. Bu yüzden mümkün olan tek seçim biraz duygusallık veya dinselliğe başvurmaktır. Bu yüzden burjuva azınlığı, bilinçli veya bilinçsizce hep benzer şeyleri düşünen çoğunluğa daha çok yaklaşmıştır.

97 - İstilacı sosyalist dine ne kadar karşı çıkabilirdi?



Düşünce Örgüleri

Kendimi örgüye verdim bu sıralar. Blog takip ediyorum bikaç tane. İşe yarar şeyler anlatan blogların ayrı bi tatlılığı oluyor. Dünya dursa umrunda değil, kendine bi dünya yaratmış yazar, belli aralıklarla bi şeyler üretip yazmaya çalışıyor. Üşenmeden anlatıyor bi de, başkaları da yapabilsin diye. Düzenli olarak bir şeyler yapabilen insanlara saygı duyuyorum ne iş yaparlarsa yapsınlar. Sanki ayrı bi türmüşler gibi geliyor.

Benim alışkanlıklarım anca takıntıya dönüşürse devamlılığı oluyor, bi süre için. Misal bu sıralarki takıntım örgü. Kafamı hiç kullanmadan ama düşünceden düşünceye zıplaya zıplaya bi şeyler üretmek... Ne kadar güzel. Dönsün dünya, geçsin zaman, önemli değil. Ben elimdeki yeleği bitireyim, sonra yenisine başlayayım yeter. Tek derdim, acaba bu zevksiz gözler, birbirine uyan renkler seçmeyi becerebilecek mi? Bittiğinde giymek isteyecek miyim? Yoksa eskileri gibi çekmece köşelerinde sürünecekler mi? Ne güzel dünya, ne rahat, ne dertsiz...

Bi de dikiş makinesi meselesi var. Perde aldık ikea'dan, 3 metre boyunda. Standart, başka bi boyut seçeneği yok yani. Kesmiyorlar da, her şey duityorself usulü. Perde kumaşı dandirik, elde dikilebilir. Ama çok fazla dikilecek yer var ve elde dikmekten nefret ediyoruz. O sırada bi dikiş makinesi kampanyasına rastlamayalım mı? Yaşasın serbest piyasa ve onun küçük sürprizleri! Hemen alıyoruz. Paça kıvırmanın sekiz eurodan başladığı Hollanda terzilerine mahkum olmaktan kurtulmak için iyi bi çözüm. 

Hayal kurasım geliyor, beğenmediğim kıyafetlerimi elden geçirip güzelleştirebilirim artık, kumaş alıp kendim dikerim vs... Tutuyorum kendimi. Sakin ol, sen şu perdeyi dik, gerektiğinde paçaları kıvır, yeter, coşma hemen, diye. Çünkü biliyorum ki öyle kolay bi iş değil olmayan şeyleri tasarlamak ve biliyorum ki bi iki sefer deneyip beğenmediğim zaman sıkılıp bırakacağım. 

Şimdi elimde bi sürü imkan var yaratıcılığımı kullanmak için. Ama elimin altında kalem-kağıt olmasına ve içimden gelmesine rağmen yazamayışım gibi, makineyi de kullanamıyorum. Yaratmak içimden gelmiyor. Yani yaratmak istiyorum ama içimden gelmiyor. Kendime yaratıcılık denen özelliği yakıştırıyorum ama içimde öyle bi ışık, öyle bi yetenek yok... Kabul etmesi ne kadar zor... Kendime bu tür görevleri yüklemesem daha mutlu olacaktım halbuki. Başkalarının yarattıklarını takdir etmesini bilmek de güzel. 

İnsan niye kendini beğenmez? Ne zaman kendini olduğu gibi kabul eder? Kaç yaşına gelmek lazım bunun için? Çünkü hep kendimi olduğum gibi kabul edebilsem daha derin yaşayabileceğimi düşünürüm. Bi an önce başarsam bunu da, kalan ömrüm tam istediğim gibi geçse... İdeal şartlar bunu gerektirir. 60 yaşımda başarsam ona da razıyım gerçi. Başaramadan ölmek gözümü korkutuyor nedense... Bu dünyadan hiçbi şey anlayamadan gidecekmişim gibi geliyor. Bak, bu sefer de dünyayı anlama görevini yüklemişim sırtıma. Ne gerek varsa? Kim anlamış ki? Sen kimsin? Aslan burcu göt kalkıklığından oluyor bunlar hep.

Amaan öyle işte. Yunan güzelliklerinden bi parça gelsin, ben de gideyim.

20 Eylül 2017

Kitap: Huzur (Ahmet Hamdi Tanpınar)



1. Baskı:1949
Dergah Yayınları
27. Baskı: Ocak 2017





12 - "Hep yanımızdakileri mi seviyoruz?"

19 - İhsan, karısını, gerçekten ağır araz gösterdiğini söyleyen doktorlara kapılarak hastahanede doğurmağa kandırdığı için kendisini hiç affetmemişti.

33 - Fakat bunlar elmas kadar parlak bir güneşin altında, bin türlü arızasında onu kabul eden, onunla değişen, hiddetli sükuneti, uzun baygınlıkları, lezzetleri hep onunla beraber yürüyen bir denizin karşısında, bayıltıcı portakal çiçeği, hanımeli, ful kokuları arasında oluyordu.

Ne kadar mustarip olursanız olun, güneş bu ıstırabın arasında er geç bir çatlak buluyor, oradan altın bir ejder gibi kayıyor. Sizi iç mahzeninizden çıkarıyor, bir yığın imkanı bir masal gibi anlatıyor. "Sanki, bana inan, ben her mucizenin kaynağıyım, her şey elimden gelir; toprağı altın yaparım. Ölüleri saçlarından tutup silker, uykularından uyandırırım. Düşünceleri bal gibi eritir, kendi cevherime benzetirim. Ben hayatın efendisiyim. Bulunduğum yerde yeis ve hüzün olamaz. Ben, şarabın neşesi ve balın tadıyım" diyordu.

35 - Karanlıkta su sesi insanın içindeki ölüm mayasının dilini konuşur.

36 - Onlar canlı bir tabiat parçasından ziyade, kim bilir hangi felaketle oldukları vaziyette donup kalmış mahluklara benzerlerdi. (kayalar)

36 - Onlar hayatın yolunun üzerinde soracak belli hiçbir sualleri olmadığı için, her suali birden soran sonsuz zamanın içinden gelmiş zalim, haşin sembollerdi.

44 - Sonra memlekete dönünce birdenbire hepsini, en sevdiği şairleri bile bırakmıştı. Garip bir şekilde yalnız kendimize ait olan şeylerle uğraşıyor, yalnız onları sevmeğe çalışıyordu. Fakat ölçü hissini garptan aldığı için kendi zevkimize ait tercihleri öbürlerinden pek ayırmıyordu.

47 - Fakat Mümtaz artık gündelik işleriyle içindeki Tanrı düşüncesini karıştırmak istemiyordu. O, insanda yıpranmamış, sağlam, her türlü tecrübeden uzak, yalnız hayata dayanmak için kuvvet veren bir memba gibi durmalıydı.

63 - Kafası, üstüvanesi altından geçen her şeye kendi içindeki ufuneti basan, böylece manasını ve şeklini örtüp kaybeden bir küçük el tezgahına benziyordu. Mümtaz buna "soğuk baskı" derdi.

(ufunet: irin, üstüvane: silindir)

68 - Bu hissiliğin yanı başında çok zihni bir zaafı bulunmasa, Mümtaz çoktan mahvolmuştu. Fakat seviştiği zamanlarda, aşka o kadar zararlı olan bu ikiz yaradılış, şimdi onu kurtarıyordu.

68 - Mümtaz, hiçbir şey düşünmemeğe karar vermiş insanların haliyle acele acele yürüyordu.

89 - Yalnızlıktan korkardı, yalnız kalmaktan korktuğu için, tanıdığı insanların kendisine muhtaç olmamaları onu çıldırtabilirdi.

95 - Bir gün Küllük'te büyük bir tarihçimizin insanları, "Esafil-i-şark, nizam-ı-alem, şiş" diye üçe ayırdığını işitince, bu tasnifi genişletmişlerdi. Yamyamlar, herhangi bir ideolojide, sağ veya sol, mutaassıp olanlardı. Katiller, birtakım meseleleri olan ve her gördüklerine onlardan bahsedenlerdi. Telaşlı katiller, bu meseleleri fazla enfüsileştiren, isyan hissiyle dolu olanlardı. Müntehirler ise bunları iki taraflı azap haline sokanlardı.

(esafil-i-şark: Doğunun sefalet çekenleri, enfüsi: öznel, müntehir: intihar eden)

96 - Filhakika Suat'ın gülüşünde kalpten gelen her şeyi reddeden garip bir hal vardı. Sanki yüzü birdenbire her şeye yabancı ve düşman kesilmiş gibi gülüyordu.

(filhakika: hakikaten)

97 - Mesele, okuduklarımızın bizi bir yere götürmemesinde. Kendimizi okuduğumuz zaman hayatın haşiyesinde dolaştığımızı biliyoruz. Garplı, bizi, ancak dünya vatandaşı olduğumuzu hatırladığımız zaman tatmin ediyor. Hülasa, çoğumuz seyahat eder gibi, benliğimizde kaçar gibi okuyoruz. Mesele burada. Halbuki kendimize mahsus yeni bir hayat şekli yaratmak devrindeyiz.

(haşiye: dipnot, hülasa: kısaca)

101 - Şair olsaydım tek bir maanzume yazardım; büyük bir destan. İki ayağı üstüne kalkan ilk ceddimizden bugüne kadar insanlığın macerasını anlatırdım. İlk düşünceler, ilk korkular, ilk sevgi, kainatı gittikçe ihata eden, kendi başlarına mevcut olan her şeyi birleştiren zekanın ilk kımıldanışı, tabiata izafe ettiğimiz bir yığın zenginlikler... Allah'ı etrafımızda ve kendi içimizde yaratmamız.

(ihata: kuşatma, kavrayış)

133 - Fakat dünyada milyonlarca yirmi bir, yirmi dört yaşında insan vardır. Fatih veya Descartes değillerdir diye, ölsünler mi? Kesif yaşasınlar yeter.

(kesif: yoğun)

137 - Büyükten korkuyordu. O tehlikeli bir şeydi. Çünkü çok defa hayatın dışına çıkmakla oluyordu. Yahut serbest düşünceyi kaybediyor, hadiselerin oyuncağı oluyordu.

144 - Mümtaz, "bu hiç olmazsa sevinmesini biliyor" diye düşündü. İnsanoğlu tam sevinemez, bu onun için imkansızdır. Düşünce vardır, küçük hesaplar vardır ve korku vardır. Bilhassa korku vardır. İnsanoğlu korkan mahluktur. "Hangi büyük mucize bizi bu korkudan kurtarabilir?"

166 - Tevfik Bey büyük bir hüsnüniyetle işe başlayıp küçük zevk düşkünlüğünde çehresini tamamlayan Tanzimat'tı. Onun rahatlığı, kayıtsızlığı, çalıınmış neşesiyle yaşıyordu. Yaşar Bey daha ziyade İkinci Meşrutiyet'ti, onun huzursuzlukları ile doluydu. Garip idealizmleri, küçük aşağılık duyguları ve onların yerini bir dalganın yerini bir başkasının alışı gibi dolduran silkinişleri, hülasa en coşkun heyecanla hiç kımıldanmaya imkan bırakmayacak bir yeis arasında gidiş gelişleri vardır.

180 - "Şark bu, güzelliği de burada. Tembel, değişmekten hoşlanmaz, geleneklerinde adeta mumyalanmış bir dünya, fakat bir şeyi, çok büyük bir şeyi keşfetmiş. Belki vaktinden çok evvel bulduğu için kendine zararı dokunmuş...

"Nedir o?.."

"Kendisini ve bütün alemi tek bir varlık halinde görebilmenin sırrını. Belki de gelecek ıstıraplarını hissettiği için bu panzehiri bulmuş. Ama unutmayalım ki dünya ancak bu noktadan kurtulur.

"Bulduğu şeyin, ahlakını yapabilmiş mi?.."

"Zannetmem, fakat bu buluşta kendisini avuttuğu için hareket imkanlarını az çok azaltmış... Yarı şiir bir hülyada, realitenin sınırlarında yaşamış. Maamafih bu hali benim hoşuma gitmiyor, deve kervanı ile seyahat gibi ağır ve yorucu geliyor..."

(mamafih: bununla birlikte)

184 - Buna mukabil kendi vatanımızda belki hayat şartlarının ve görgüsüzlüğün, öpüşmenin zevkine bile yabancı bıraktığı insanlar vardır. Sonra ilave etti: Her şey, moda mağazalarından, muaşeret güçlüklerinden, cinsi terbiyeden, utanma duygusundan, günah korkusundan edebiyat ve sanata kadar her şey bu işe müdahale ediyor.

191 - O yıpranmamış insanlıktı. İnceliklerini kendisinde bulurdu. Şimdi de cins bir horoz gibi lokantanın dibinde kendi kendine kibirleniyordu. Bu, maddesine hürmet ve hayranlıktı. Hakikatte bir nevi iptidai narsisizm ki, ayna diye sadece kadının vücudunu alıyor, orada aksini biraz bulanık görünce istikrahla fırlatıp atıyor ve değiştiriyordu. Bunu kadınlar da yapabilirdi. Belki Nuran da bir gün kendisi için böyle yapacaktı.

191 - Bu anı yaşamıyor değilim. Yalnız bana o kadar beklemedik bir zamanda, kadın ve hayat tecrübem o kadar azken geldin ki, şimdi ne yapacağımı bilmiyorum. Düşünce, sanat, yaşama aşkı, hepsi sende toplandı. Hepsi senin hüviyetinle birleşti. Senin dışında düşünememek hastalığına müptelayım.

193 - Sanki eski ve güzel bir metni tefsir eder gibi, bütün müphem parıltılar keskin vuzuha kavuştular.

(vuzuh: açıklık, aydınlık ; müphem: belirsiz)

194 - Kendini, küçük, saf bir kadın buluyordu; erkeği onu nereye götürürse oraya gidecekti. Elverir ki o yanında olsun. Mümtaz'a güveniyordu. Yaşına rağmen büyük ve kuvvetliydi. Herkesten değişik, her şeye meydan okuyan bir hali vardı. Hayat karşısında düşüncenin adamı olmak kudretini gösterebiliyordu. "Ömrüme bir istikamet versin, bu kadarı yeter..." diyordu. Gerisi onun işiydi. Erkeğinin arkasında sonuna kadar yürüyebilirdi. Bütün uzviyetinden bu çift güvenmenin sıcak hamlesi geliyordu. Çünkü sevdiği adamın düşüncesini paylaşmak, onunla yol arkadaşlığı yapmak aşkın başka bir neviydi. O da öteki gibi imkansız bir tükenişte kendisini yeniden doğmuş bulmaktı, karnında ve teninde bir dünyaya gebe olmaktı. Genç kadının Mümtaz'a karşı olan sevgisinde annelik hissi, aşk, hayranlık ve biraz da minnet vardı. Bunları kendisi iyice tahlil etmişti. "Beni keşfetti..." diyordu.

196 - Sanki bu hissilikten utanmış gibi ona çocukluğunu anlattı.

202 - Bu insanlara yeni hayat şekilleri hazırlamadan evvel, onlara hayata tahammül etmek kudretini veren eskilerini bozmak neye yarar.

203 - "İyi bir dispanser, birkaç hastahane, biraz teşkilat..."
"Hepsini yapsan bile, birdenbire gelen ölüm var."
"İnsanoğlu onu kabul ediyor ama... onun terbiyesinde yetişiyoruz."
"Başkaları için! Kendimiz için değil."

208 - Bu kadar ıstıraplı ve güzel şeyleri gördükten sonra yan yana, bu vapur kanepesinde akşamın ortasında, şimdi içinde canlanan, evdekileri nasıl bulacağım üzüntüsü bile güzeldi. Çünkü hepsi bizde şuur dediğimiz o mekanizmayı oynatıyor, onunla hayata, eşyaya sahip oluyorduk.

208 - O, hayat karşısında zayıftı. Bu zaaf yüzünden bir gün Mümtaz'ı, kendisine o kadar lazım olan, kendisine o kadar muhtaç olan Mümtaz'ı kaybedebilirdi. Çünkü kendisini iyi tanıyordu. O bir düşünceye, bir fikre, bir aşka kendisini tam veremiyordu. Eve girer girmez annesinin biraz çatık yüzü, Fatma'nın dargın halleri ona her şeyi unutturuyordu. Onun hayatı parça parça idi.

211 - Romancıların kabahati, hikayelerini, asıl başlaması lazım gelen yerde bitirmeleriyfi. Çünkü asıl aşk uzviyet tecrübesine dayanan, onunla devam eden aşktı.

(uzviyet: organizma)

216 - Anlattıklarında yaşamış olmanın verdiği bir canlılık vardı.

222 - ...her fikir zıddıyla beraber geldiği için...

224 - Bu adeta yaşanmış bir zamanın hatırası idi. Bütün sıcaklığı bir hatıra gibi derinden geliyordu.

227 - Zaten sakınmak sevkitabiisiyle doğmuş insanlardan değildi. Hayatının her hadisesi onu yolun ortasında açık bir hedef gibi bulurdu.

(sevkitabii: içgüdü)

231 - Bana dokunma Mümtaz, dedi. Bütün felaketim, herkesin bana yüklenmesinden geliyor. İcap ederse kendi başına kalabileceğini düşün... Kendi başına yaşayamayanlar beni böyle harap ediyor...

235 - Mevsim bitmişti. Hayatın sade aşk ve eğlence, sadece fantezi ve coşkunluk tarafı tükenmişti. Yalnız bir yük gibi taşınacak tarafı kalmıştı.

235 - İnsanlara açık bir tarafı vardı.

236 - Bu aşk gibi güzel ve asil bir şeyden, bu kötü dünyamızda tek kurtarıcı saymamız, her selameti kendisinden beklememiz lazım gelen bir duygudan oluyordu. Bu ifritler ondan doğuyordu. Yarın belki kendi kalbi de, tıpkı Fatma'nın, Yaşar'ın, Fahir'in kalbi gibi bir zehir çanağı olacak, insanlar arasında bir yılan gibi ıslık çalarak gezecekti.

236 - İnsanoğlu güzel şeye düşmandı. Nasıl bilmeden kendi saadetini, başkasının saadetini yıkmak isterdi? İnsanoğlu huzurun, iyiliğin düşmanıydı, kendi kendisinin düşmanıydı.

238 - Yarın belki biraz iyileşince bu hastabakıcılardan azar işitecek, belki de tenhada bir de tokat yiyecekti. Fakat bunlar gizli olacak, doktorlarla karşılaşınca mutlaka kendisine "beyefendi" diye hitap etmelerini isteyecek, politikaya, insan haklarına, umumi ahlaka dair en yüksek sesle konuşacaktı.

239 - Bir insan yirmi dört saatte değişebilir; iki kişiye, iki zavallıya birden düşman olabilirdi.Sevilmeyen bir kiracı, hiç istenmeyen bir misafir gibi iki kişi hayatınıza taşınabilirler, oradan, sade mevcudiyetleriyle, sade güneş altında nefes almaları, gezinmeleri, duygu ve düşünce benzerlerini anlatırken aynı kelimleri kullanmalarıyla sizi zehirleyebilirlerdi.

240 - Yazı masasını, lambayı, kitaplarını düşündü. Hepsi can sıkıcıydılar. Hayat, çok defa bir şeye asılmakla kabildir. Genç adam bu anda bu mucizeli bağlanışı hiçbir yerde bulamıyordu.

255 - Varlığını sevebiliyor musun? Uzviyetine dua edebiliyor musun?.. Ey gözüm, ey boynum, ey kollarım, karanlık ve aydınlıklarım... size şükrediyorum, bu dakikanın sarayında, bu anın mucizesinde beraberce var olduğumuz için; sizinle bir andan öbürüne geçebildiğim için; anları birleştirip düz ve yekpare zaman kurabildiğim için!

256 - Mümtaz, bir günde ömrünü kaç defa yaşarsın?

262 - Yeniye başından itibaren bizim olmadığı için şüphe ile, eskiye eski olduğu için işe yaramaz gözüyle bakıyoruz. (...) Hiçbir kabile tanrısız olmaz; biz tanrılarımızı yaratmak, yahut yeniden bulmak mecburiyetindeyiz.

264 - ...hep eksik olan bir memur kadrosunu doldurmak için çalışıyoruz. Bu kadro dolduğu gün ne yapacağız? Çocuklarımızı muayyen yaşlara kadar okutmayı adet edindik. Bu çok güzel bir şey! Fakat günün birinde bu mektepler sadece işsiz adam çıkaracak, bir yığın yarı münevver hayatı kaplayacak... O zaman ne olacak? Kriz... Halbuki maarifi istihsalin yardımcısı yapabiliriz ve dahili exchange'ı arttırabiliriz...

(muayyen: belirli; maarif: bilgi, kültür, eğitim sistemi; istihsal: üretim)

264 - ...fakirlik insanı güzelleştirir ve asilleştirir. Fakat sefalet hoyratlaştırır; ruhen sefil eder.

265 - Otuz üç yıl kendisini bir köşke hapseden iktidar delisi. Türkiye'nin bir numaralı kalebendi.

(kalebent: Kale dışına çıkmamaya hüküm giyen suçlu.)

266 - Yeni Türk insanının ölçülerini kim biliyor?Yalnız bir şeyi biliyoruz. O da birtakım köklere dayanmak zarureti. Tarihimize bütünlüğünü iade etmek zarureti. Bunu yapmazsak ikiliğin önüne geçemeyiz. Muvazaalar daima tehlikelidir. Bugüne getirdikleri kolaylığı yarın çıkaracakları imkansızlıklarla bize ödetebilirler.

(muvazaa: birlikte yalandan iş görme)

266 - Zaten yapılacak şeyin ne olduğunu bilsem, burada sizinle konuşmam. O zaman şehre inerim; etrafıma herkesi toplarım. Yunus gibi bağırırım, size hakikatinizi getirdim, derim.

268 - Aradaki fark bizde orta sınıfın teşekkül edememesidir. Her an doğmak için hadiseleri zorlamıştır. Fakat doğamamıştır.

269 - "Halkı sever misiniz?"
"Hayatı seven herkes halkı sever..."

269 - Fert, fert olarak kalmalı, fakat bütün hayatla kendisini doldurmasını bilmeliydi.

276 - Bir Beethoven, bir Wagner, bir Debussy, bir Listz, bir Borodine bu gördüğü ebediyet yıldızından ne kadar ayrı insanlardı. Onların çılgın hiddet ve kinleri, bütün hayatı kendisi için hazırlanmış bir sofra zanneden iştahları ve bunları tek başına yüklenebilmek için imkansız bir Atlas gayretiyle gerilmiş gururları, hiç olmazsa şahsiyetlerini değişik planda göz önüne koyan bir yığın nazariyeleri, garabetleri, yumuşaklığı bile etrafındaki her şeye bir arslan pençesi gibi geçen mizaçları vardı. Halbuki bu şöhretsiz dervişin hayatı üst üste kendi şahsını inkardan ibaretti.

277 - Bir gün yazı yazmak için hokkasına daldırdığı kalemin mürekkepsiz çıktığını görmüş ve bu işaretin manasını anlayarak yalnız kalple ve niyetle Allah'a bağlanmağa karar vermiş.

294 - Nuran'ın hayata ve duygularımıza karşı güvensizliği, ve onun yüzünden her şeyi olduğu gibi kabul ediş tarzı, günlerin getirdiği ile mesut oluşu, hülasa sadece kabul etmekle kalışı, onu yarı tanrılaşmış bir çehre yapmıştı. (...) Hakikatte o, kendisine bir iç nizamı arıyordu.

295 - Acaba Dede'yi hakikaten inanmak ve bir şey bulmak ihtiyacıyla mı dinledi? Yoksa inkarla mı işe başladı? (...) Kendisi, Mümtaz, dini olduğu söylenen bu ayini nasıl dinlemişti? (...) Yoksa alaturka musiki karşısındaki vaziyeti tamamiyle müstear bir vaziyet miydi? Onu da, hayatındaki birçok şey gibi, hatta o kadar çok sevdiği Nuran'ın aşkı gibi, sadece bir nizam olarak mı benimsemişti? SAdece zihninden, muhayyilesini zorla kırbaçlayarak mı bütün bunları yapıyordu?

295 - Fakat Suat'ın yüzü sımsıkı kapalıydı.

306 - Suat'a eskisi gibi kızmıyordu; mustarip olduğu belliydi. Fakat ona tam acıyamıyordu da. Suat'ın hüviyetinde acıma duygularını reddeden bir taraf vardı.

309 - Hayır yaşamıyorsun; yani benim gibi değil. Sen bir noktaya çekilmiş orada yaşıyorsun. Geniş ve parlak hayallerin var. Zamana hükmedeceğim diyorsun. Kendine yarayacak hiçbir şeyi kaybetmemek için çırpınıyorsun. Bu bana yarar, bu yaramaz diye ayırıyorsun. İstediğine bakıyor, istemediğine bakmıyorsun.

310 - Şimdi niçin sen yazasın istiyorum, öğrendin mi? Bir kere olsun bel kemiğinde dehşet ürpersin diye! Hepinizin kafasında sevgi, ıstırap diye bir yığın kelime var. Kelimelerde yaşıyorsunuz. Ben kelimelerin manasını öğrenmek istiyorum.

311 - Hayır yavrucuğum inanmıyorum. Bu saadetten mahrumum. İnansaydım mesele değişirdi. Bilseydim ki vardır, insanlarla hiçbir davam kalmazdı. Yalnız onunla kavga ederdim. Her an bir yerde yakalar, bana hesap vermeğe mecbur ederdim. Ve zannederdim ki bana hesap vermeğe mecbur olurdu. Gel, derdim: gel, yarattığın mahluklardan birisinin derisine bir an gir. Benim her gün yaptığımı yap. Bir tanesinin hayatını yirmi dört saat yaşa! Pek bedbahtına gitmene lüzum yok. Sen ki yaratıcısın, bilmemen, anlamaman kabil olmaz. Onun için herhangi birinin derisine gir. Ve kendi yalanını bir an bizimle beraber yaşa; bizim gibi yaşa. Yirmi dört saat bu bataklıkta küçük susuzlukların kurbağası ol!

315 - Sen, garip ve münasebetsizin bazen bizi nasıl istilla ettiğini anlamazsın. Belki hiç anlamayacaksın. Çünkü hareketlerinin üzerinde ısrar eden, onların behemehal bir devamı ve neticesi olmasını isteyen takımındansın.Onun için her şeyde bir mantık görmek istersin!

(behemehal: ne olursa olsun)

317 - Kafamla vücudumun arasında ne kadar mesafe var? (...) Fakat hüküm vermek istemiyordu. Artık insanlar hakkında hüküm vermekten vazgeçmişti. O, içindeki sefaleti teşhir ederek ağızlarının tadını bozmuştu. Mümtaz'ı şaşırtan, bu sefaletin derinliği, daha doğrusu onu bu kadar sefil yapan hayatının istikrarsızlığıydı.

319 - Benim ferdin peşinde koşacak vaktim yok. Ben cemaat ile meşgulüm. Sürüden ayrılanın arkasından anası ağlasın! (...) Herkes bir düşünceyi böyle dönülmez yere taşıyabilir ve orada azdırabilir. Fakat niçin yapmalı? Zorla kendimize başdönmesi yaratmaktan bir şey çıkmaz ki.

319 - Suat, hayatla barışma imkanlarını kökünden kaldırmış adamdı.

324 - ...Mümtaz'ı meşgul eden meseleye hiç benzemeyen meseleler üzerinde konuşuyor...

333 - Nefretle, kıskançlıkla, her kelimeye içinden ayrı ayrı itirazlar ederek dinliyordu.

334 - Demek ki, ömür tecrübemiz bizi bu hiçbir şeye inanmayan, acınacak şeylere bu kadar şüpheci ve zalim güldüren bir bilgiye götürebiliyordu.

335 - Genç adam, burada ne işim var?.. diye düşündü. Alkol kendisine hiçbir teselli getiremezdi. Onda unutmanın cennetini bulanlardan değildi.

356 - Hakikaten müdafaasız adamdı. Ona insanlar kendilerini ve arzularını zorla kabul ettirirlerdi.

359 - "Muharebe olursa bu hamal askere gidecek! Ben de gideceğim! Fakat arada bir fark var. Ben Hitler'i ve fikirlerini tanıyor ve ona kızıyorum. Onunla sevine sevine dövüşürüm. Fakat bu biçare ne Almanya'nın ne de bu fikirlerin farkında. Bilmediği, tanımadığı bir davaya karşı harp edecek; belki de ölecek!"

363 - "Evet, onu tanımadığı insanlarla harbe gönderebilirim." "Madem ki inanıyorum. Muhafaza edileceğine inandığım bir yığın şey var. İcap ederse ben de insanı bir malzeme gibi kullanırım!" Ölecekti. Bunu biliyordu; hatta daha fenasını biliyordu; bir insanı öldürecekti. Bir veya birkaç insanı. "Fakat yine insan için!" (...) Fakat hamalın karısı ve çocukları buna razı mıydılar?

366 - Birdenbire bu kahvede bu akşamüstü her masada söylenen sözleri, savrulan kehanetleri toplayacak bir kitabı düşündü. Ne güzel bir şehadetti.

(şehadet: şahitlik)

378 - Yaşadığımız dünyada başında doktor olmadan ölmek adeta ayıptı. Bu ancak muharebe meydanlarında, insanlar toptan, binlerce, on binlerce öldükleri zaman olabilirdi. Çünkü ölüm aslında pahalı bir şeydi. Fakat bazen ucuzlar, herkesin olurdu.

389 - Mesele musikiden çok ötede. Şarkla garp birbirinden ayrı. Biz ikisini birleştirmek istedik. Hatta bunda yeni bir fikir bulduğumuzu bile sandık. Halbuki tecrübe daima yapılmış, daima iki çehreli insanlar vermişti.

392 - Açıkça harbi teşvik ediyor; olması imkanını hazırlıyor. (Stalin)

394 - İnsanlık fena bir ihtimali bir kere kendisine ufuk bilmesin; bir kere uçurumu görmesin. Bir daha ondan geriye dönemez.








03 Eylül 2017

Kitap: Demokrasi ve Totalitarizm (Raymond Aron)

Çeviren: Vahdi Hatay
Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri:3
Milli Eğitim Basımevi
Birinci Baskı, 1976


Sosyoloji okumayı özledim. Bourdieu'nun Dünyanın Sefaleti'nin dışında, sosyolojiyle alakalı bir şey okumuyorum son zamanlarda. Hep roman, günlük, yani edebiyat, arada bir de tarih... Dünyanın Sefaleti, sosyolojinin uygulama kısmına çok güzel bir örnek. Üstelik sosyolog olmayan insanlara da dert anlatmayı amaç edindiği için rahatça okunuyor, roman gibi akıp gidiyor. Fakat işin teorik kısmı, fikirlerin gelişimi, sosyolojinin dünyanın gidişatıyla etkileşimi, yani sosyolojinin tarihsel arkaplanı eksik kalıyor.

Bu açlıkla evdeki sosyoloji kitaplarıma gözatmaya cesaret edebildim. Ordan burdan toplamışım, günün birinde okumak için. Kimisini ders kitabı olarak mecburen almışım, kimisinin yazarını o mecburi kitaplarda duymuşum, uygun fiyata denk geldikçe kitaplarını almışım... Kimisini buraya geldikten sonra, Türkçe kitap bulamama korkusuyla fiyatına bakmadan atıvermişim sepete. Sonuç olarak kitaplığımın çoğu sosyoloji diye haykırır olmuş. Kitapların hepsi birbirinden ilgi çekici. Fakat başlayıp başlayıp yarım bıraktığım çok olduğu için, hep çekinmişim yeni birine başlamaya.

Baktım böyle giderse sonsuza kadar o raflarda durup duracaklar, dedim ki kendime, kütüphane oluşturmanın amacı ne? Bütün kitapları tek tek okuyup bitirip, rekor kırmak mı? Yoksa merak ettiğin konularda cevapları içerme ihtimali olan kitapları elinin altında bulundurmak mı? Evet, mantıken ikincisi. Bunu bilsem de, bu mantıkta okuma yapmayı bi türlü beceremilyordum. Sonunda, bu yazıya konu olan kitapla birlikte becerdim.

Aron'un Sosyolojik Düşüncenin Evreleri'ni Sosyoloji Tarihi dersinde okumuştuk. O yüzden, sahafta görünce alıvermişim Demokrasi ve Totalitarizm'i de. Neyseki üstüne not almışım aldığım kitapçıyı, GS Lisesi'nin yanındaki sokaktan Cezayir Sokağı'na inerken sağda bir sahaf-bar vardı. Eskiden sadece sahaftı. Yeni halini de çok sevmiştim. Memleket hasreti o sokakta, kitaplığın karşısındaki o masalarda, sokakta bağıra bağıra şiir okuyan delide, 50lik kelimesinde saklı benim için... Çok özledim be kedi...

Neyse, duygusallığı başka yazılara bırakalım...

Bu kitabın sadece girişini ve sonucunu okudum. Böyle yarım okuyunca unutma ihtimalim üç beş katına çıkıyor, zaten unutkan bir bünyem var. O yüzden alıntıları buraya kaydetmek şart. Arada bi dönüp okuyorum, işe yarıyor.

Şimdi, girişle sonuç arasındaki sayfalara daha sonra dönmek üzere bu kitabı kapatıp, merak ettiğim diğer sosyolojik kitaplara dalacağım.

Sevgilerle, lilililerle...



Giriş

VIII - Nasıl Hitler başbakanlığa başkan Hindenburg tarafından çağırıldı ise, Rene Coty tarafından aday gösterilen general de Gaulle de Fransız Milli Meclisi tarafından usulüne uygun olarak başkanlığa getirilmiştir.

VIII - Cezayir Fransızlarının ve ordunun baş kaldırmalarını arzu etmede veya tertiplemede, general de Gaulle yalnız değildi...

IX - ...Fransa bir kere daha, 19. derste yer alan deyimle "kanuna uygun hükümet darbeleri sanatında" uzman olduğunu ortaya koymuştur.

IX - "Yüzyıla tamamiyle uyması için" IV. Cumhuriyetin önünde aşacağı ancak iki engel kalıyordu: bunlardan biri, sonuçları Fransızların parlamento usullerine karşı duydukları ezeli nefretin belirttiği kadar olmasa da, bakanlıklarda ceryan eden ve "hukuk devleti"ni yabancıların gözünde gülünç hale sokan o oyunlara son vermek; öteki de, Cezayir çatışmasına bir çözüm yolu bulmak, zamanın zihniyetinin, iki Büyüğün sömürgeciliğe karşı oluşlarının ve Fransa'nın İkinci Dünya Savaşı sonundaki güçsüzlüğünün birlikte empoze ettikleri sömürge durumuna son vermeye razı olmak.

X - 1789'dan beri, Fransa'nın itiraza uğramamış bir rejimi, sayısı az ve teşkilatlanmış partileri, yazılı olmayan, ama uyulan parlamentarizm ahlakı, parlamenter bir rejimde dayanıklı hükümeti hiç olmamıştır. İki yüz yıldan beri, kendi kendini islah etmiş bir Fransız rejimine de raslanmamıştır.

X - Fransızlar "imparatorluğun batmasını" veya Büyük Devletlerin karşı konulmaz bir biçimde empoze ettikleri "sömürge durumuna son vermeyi" yanlış olarak rejimlerine bağlıyorlardı. Aslında, IV. Cumhuriyetin Cezayir'i muhafaza etmede değil, onu gözden çıkarmada aczi olduğunu söylemek daha doğru olurdu.

XI - De Gaulle'e körü körüne uyanların tersine, fikirlerine bağlılığı bir kişiye bağlılığın üstünde tutmuş olanlara sempati duymamak elimden gelmez.

XI - V. Cumhuriyetin rejimi politika bilimcilerinin klasik olarak ayırdıkları tiplerin hiçbirinden değildir, ne (en iyisi İngiltere'de uygulandığı kabul edilen) parlamenter hükümet, ne de (Amerika'daki uygulaması hep anılan) bir başkanla yönetilen hükümet cinsindendir. Bu rejim bir çeşit parlamenter imparatorluğa dönüştür...

XI - 1958'den beri işlediği şekliyle rejim, özden Gaulisttir, demek istiyorum ki ona gerçek anlamını veren, Anayasanın metninden çok Devlet başkanının şahsıdır.

XII - Artık ışıklar, bütün bir ulusun kaderini kendi kaderi içine alan, meşru krallardan hiçbirinin olmadığı kadar güçlü, ama meşruluğunu halktan alan, iradesini seçimlerden çok referandumlarda belirten bir tek adamın üzerine yöneltilmiş bulunuyor.

XV - (Sovyetler Birliği'nde) İçerde ise, artık, iktidarı ele geçirme hareketine, iç savaşa katılmamış, bir önceki rejime karşı ayaklanmanın değil, rejimin kendisinin yetiştirdiği üçüncü kuşağın adamları tarafından yöneltilmektedir. Bu adamlar, Stalinvari planlama metotlarının karmaşık bir ekonominin ihtiyaçlarına uymadığını artık bilmiyor olamazlar.

Sonuç:

Rejimlerin Kusuru Üzerine:

342 - En iyi organize edilmiş politika, oligoğolü duopole, yani iki partinin rekabetine çevirir. Rekabet ne kadar iyi organize edilirse, bir bakıma, o kadar az demokratik olur, sade yurttaşın tercih imkanı o kadar azalır.

344 - Tekelci parti rejimleri, özellikle komünist rejimler, sürekli ihtilal rejimleri olmak eğiliminde olurlar. Hedeflerine ulaşıncaya kadar, sürekli ihtilalde olmaktan şeref duyarlar.

344 - Büyük Amerikan şirketlerinin, tıpkı Sovyet kamu teşebbüsleri gibi, bürokrasileri vardır.

346 - Anayasaya bağlı - çoğulcu rejimler ya aşırı oligarşiyle, ya aşırı demagojiyle ve aşağı yukarı her zaman etkililik kısıtlamasıyla kusurludurlar. Aşırı oligarşiyle kusurlu oldukları hal, parti işlemesi gerisinde bir azınlığın mutlak gücünün gizlendiği zamandır; aşırı demagojiyle kusurlu oldukları hal, partizanca mücadelede, grupların kolektif gerekleri kamu yararının anlamını kaybettikleri zamandır. Etkililik kısıtlamasıyla da kusurlu olurlar, çünkü, bütün grupların kendi yararlarını koruma hakkına sahip bulundukları bir rejim, radikal tedbirleri nadiren alabilir.

347 - Seçimler seçim olarak bir anlam taşımıyorsa, anayasaya bağlı şekillerin bir anlamı yoksa, Sovyet rejimi seçim veya bir meclis toplama denilen törenleri neden sürdürüyor? Seçimler bu usulün faziletine sunulan bir saygıdır. (...) Toplum henüz mütecanis değildir, toplumun mütecanis olacağı gün, başka biçimde davranılacaktır deniliyor.

349 - Tekelci bir parti rejimini kesin bir biçimde ve fikir olarak doğrulamak mümkün olabilir mi? Bu doğrulama Spengler'den alınabilir. Yırtıcı hayavan olarak insan, özünden zorludur ve bu zoru elemek isteyen rejimler, gerçekte, gerileyen rejimlerdir. (...) Anayasaya bağlı ve eşitçi olan rejimler, gerilemenin işaretidirler.

350 - Çağdaş toplumlar rasyonelleşmiş ve barış sever olmuştur. Spengler'in antropolojik inanışı, ortaklaşa iş görmeyle tanımlanan, kişiler için şans eşitliği veya hiç değilse herkes için asgari öğretim isteyen sınai toplumların tabiatına çok aykırı düşer.

352 - Politik her insan bilir ki hem bir parti adamı hem de bir ilim adamı olunamaz; bu da, parti adamı olunca, her zaman gerçeğin söylenemeyeceğinin bir çeşit itirafıdır.

352 - Yarışma kaçınılmazdır, çünkü artık Tanrı veya gelenek tarafından gösterilen yöneticiler yok. Doğuş itibariyle meşru görülen yöneticiler artık mevcut olmayınca, meşru yöneticiler bir yarışmadan olmazsa nereden çıkarlar?

352 - İkinci olarak bütün yurttaşların politik hayata bilkuvve katılmaları esastır. Şimdiki seçimler belki yurttaşların Devlete genel katılmalarının geri bir biçimidir, ama onun gerçekliğe dönüşebilecek bir sembolüdür.

353 - Paul Valery'nin nükteli itirazını bilmiyor değilim: Politika uzun süre insanların kendilerini ilgilendiren hususlara karışmalarını önleme sanatı olmuştur, şimdi ise bilmedikleri üzerinde onların düşünüşlerini sormaya dönüştü. Formül parlak, ama insanlara düşünceleri sorulmazsa, hep bilgisiz kalacaklardır. Bu tür bir rejim, onlara düşünceleri sorula sorula bir gün bilme şansı verileceği umudunu yaratıyor.

353 - Kolektif kaynakların dağılımı veya işin teşkilatlandırılması üzerindeki tartışma, yurttaşlar arasında makul ve açık bir biçimde yapılabilir. Dış politikanın güdümü üzerindeki tartışma, ne yazık ki güçtür.

354 - Hürriyet önce, Montesquieu'nün diliyle, yurttaşların, kanunlara saygılı oldukları zaman tedirgin edilmeyecekleri güveni, garantisi anlamına gelir. Hürriyet sonra, yurttaşlar için, Devletin nasıl düşünmeleri yolunda baskısı olmadan konuların hepsi veya çoğu üzerinde uygun gördükleri düşüncelere sahip olma hakları anlamına gelir. Jean - Jacques Rousseau'nun anlayışında, hürriyet kamu işlerine, yönetici seçimine katılma anlamına gelir, öyle ki Devlete baş eğen kişide kendine baş eğdiği duygusu olsun.

357 - Kısa bir dönem sonunda, komünist parti üyelerinin gelirlerini kısıtlamadan vaz geçilmiştir. Lenin önceleri rejimin aristokratı olan komünist parti üyesinin, bir işçiden daha yüksek bir ücret almayacağı kuralını empoze etmişti.

357 - Çünkü, sınai bir ekonominin işlemesi için, bu ücret eşitsizliğinin teknik bakımdan gerekli olduğuna karar verildi.

358 - Bana iki tür rejim arasındaki ayrılığın kökten farklı iki fikir ayrılığı olmadığını düşündüren nedenler, işte bunlardır. Çağdaş dünyanın, amansız bir mücadeleye mahkum ideolojileri arasında acı çektiğini kabul etmek zorunda değiliz. Anayasaya bağlı - çoğulcu rejimlerin besbelli kusurları ile tekelci partilerin özde olan kusurları arasında bir ayrım gözetilebilir. Ama, bu şartlarda, özünden kusurlu bu rejimin fiili olarak kusurlu rejime yeğ tutulması mümkündür. Başka bir deyişle, bütün rejimleri değerleri noktasından ayrı plana koymamak mümkündür; yalnız, bu ayrımın, bilim ve felsefe adına belirli bir zamanda yapılması gereken şeyin yapılmasını önlemek şartıyla. Politika adamlarının hareket gerçekliği yoktur demekte hakları vardır, bu, filozofların barış rejiminin, rejim olarak, şiddet rejimine tercih edilebilir olduğunu ileri sürmekte haksız oldukları anlamına gelmez.

Tarihi Şemalar: 

360 - ...tarihte sınıfsız toplumu proletarya, yalnız proletarya yaratabilir. Böyle bir iddia şu tek nedenden bana değersiz gibi görünüyor: Sovyet biçimi toplumlarda bu rolü proletarya değil, proletaryanın tercümanı olan parti yerine getiriyor.

361 - Mütecanis bir  toplumda ve bolluk ekonomisinde, politika hala bir anlam taşır mı?

362 - Ona (Aristoteles'e) göre, eski zorbalık, genellikle, patriyarkal toplumun ticari bir topluma dönüştüğü sırada meydana çıkan bir rejimdir.

363 - Bugüne kadari sınai olarak gelişmiş hiçbir ülke, komünist tipte bir rejimi kendisi için seve seve kabul etmemiştir.

363 - Bir anayasaya göre yönetilen fakat bir tek politik partisi bulunan Tunus'u düşünüyorum. Tek parti olmasının nedeni, bu partinin kurtuluştan önce milli idarenin temsilcisi, onun yaratıcısı olmasıdır. (...) kurtuluş savaşından hemen sonra gelen safhada fiili açıdan tek parti, aşağı yukarı olağandır. Atatürk'ün devriminden sonra, bu tür bir rejim Türkiye'de de görüldü.

364 - ... bunlar ne anayasaya dayalı çok partililiği, ne de ideolojik tekelciliği tesis etmişlerdir. İspanya ile Portekiz'i düşünüyorum...(...) Portekiz, muhalefetin aday göstermesini kabul eder, ne var ki bu adayın seçilme şansı hiç yoktur. Yarışmanın açık olduğu bir rejim değildir; ancak, herkesin inanmadığı şeye inanma yemini etmeye mecbur bulunduğu tekelci bir parti rejimi de değildir.

364 - ...ideolojik olmayan ihtilalci hareketler, rejimler, ya da milli ideolojili hareketlerdir. Yakın-doğu ülkelerini, özellikle tekelci parti rejimleri sınıfına girmeyen Mısır'ı düşünüyorum. Bu ülkelerde anayasaya bağlı çoğulcu rejimler görülmez. Devlet teşkilatlanmış bir muhalefete göz yummaz. (...) Ancak, iktidarı ellerinde tutanların ileri sürdükleri inanışlarda, herkese empoze edilen sistemli bir ideoloji karakteri yoktur.(...) Bir çeşit çift devrimin içinden geçerler: Sanayileşme, ama aynı zamanda bir millet oluşması.

365 - Anayasaya bağlı parti çokluğundan hareket edelim. Bu şemaya  (çember şemasına) göre, bu rejim anarşi şeklinde bozulacak, ondan, ihtilalci süreçle dogmatik bir ideolojisi olan tek parti doğacak. Bu parti bir kere iktidara geldi mi, yıpranma yavaş yavaş ideolojik imanın ateşini yok edecek, rejim de, tek parti rejimi kalmakla birlikte, bürokratik bir diktaya, gittikçe daha az dogmatik kesilen bir diktaya yakınlaşacak. Rasyonelleşen bu bürokrasi, bu tek parti, bir gün toplumun temellerinin oldukça sağlamlaştığına inanacak ve partiler arasında kurallara bağlı bir rekabetin gelişmesine izin verecek ve böylece çember tamamlanacak, az çok başlangıç noktasına dönülecektir.

366 - ...Weimar cumhuriyetinde anarşi şeklinde bir bozulma oldu, ama o da Weimar cumhuriyetinin son yıllarına anarşi demek kabul edilirse... Ardından, iktidarın ideolojik bir parti tarafından ele geçirildiği ve doktrini bulunan tekelci tek parti rejiminin kurulduğu görüldü, fakat onu izleyen safha, yani tek parti rejiminin bürokratikleşmesi ve rasyonelleşmesi sonuna varmadı.

367 - Milli kademeye henüz erişmiş ülkeler, yaşlı ülkelere şimdiden ağır gelen partiler rekabeti lüksünü belki yüklenmezler. Sanayileşmenin ilk safhalarını geçiyor olan ülkeler de belki anayasaya bağlı - çoğulcu rejimler lüksünü, yani rakip partiler arasındaki yarışma lüksünü kendilerine çok görebilirler. Tasavvur edilebilecek hiçbir çember bize ne düzenli, ne de kaçınılmaz görünüyor.

368 - (Marx) Hicivci biçiminde hareket etti; çağdaş toplumun can sıkıcı bulduğu bütün yönlerini sevmediği kapitalizmin sırtına yükledi. Çağdaş sanayie, yoksulluğa, sanayileşmenin ilk zamanlarına yüklenebilecek şeylerden kapitalizmi sorumlu tuttu ve mucizevi bir şekilde, kafasında, zamanının toplumlarında kendisine iğrenç görünen ne varsa hepsini ortadan silebilecek bir rejim yarattı. Sınai toplumun nahoş veya korkunç yönlerinin ortadan kalkması için, aşırı, bir basitleştirmeyle, üretim vasıtalarının millileştirilmesi ve planlanması yolunun yeteceğini telkin etti.

369 - ...sınıf mücadelesinin etkililiğine gereğinden fazla değer verdi.

372 - Şu son yıllarda, Anayasa, Paris hükümetlerinin Cezayir'deki Fransız azınlığının isteğine boyun eğmeleri sayesinde, korunabildi.

373 - Bir yıldan beri, parlamenter çoğunluk içinde bir azınlık, çoğunluğun öteki üyelerine karşı iki tehdit savuruyordu. Bunlardan biri, çoğunluğun onlarsız iktidarda kalamayacakları merkezindeydi, zira onların 50 veya 60 oyu olmadığı takdirde, çoğunluğa komünistlerin girmesi zaruri olacaktı. İkincisi, Cezayir'de her türlü politik değişikliğin oradaki Fransızların ayaklanmasına yol açacağını ve bu ayaklanmaya ordunun da katılacağını haber veriyorlardı.

374 - Roma diktatörlüğü zorbalığın tersiydi. Gerçi bir adama mutlak iktidar verilirdi, ama kanununa uygun olarak ve belli bir süre için.

375 - Fransa'da sınai medeniyet için uygun tek rejim olan anayasaya bağlı-çoğulcu rejim, henüz kökleşmemiştir...

Bilinmesi Gereken Terim ve Adlar: 

377 - Kapitalizm: Herkesin kendi mülkiyetine sahip olmak, kazanç sağlamak ve öz işini yürütmek hakkına sahip bulunduğu ekonomik sistem.

377 - Komünizm: Bütün işleri hükümetin sahip bulunup işlettiği bir sosyal ve ekonomik sistem. Bunda, özel mülkiyet ve kazanç ortadan kaldırılmıştır. Herkes devlet için çalışır. Komünistler, sistemlerini iktidara getirmek ve iktidarda tutmak için, sık sık şiddet kullanırlar.

378 - Marshall Planı: Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı George Marshall tarafından, msli ve teknik yardım ile Avrupa'nın ekonomik hayatını onarmak üzere oluşturulmuş program.

378 - NATO: Kuzey Atlantik Andlaşması Örgütü. Komünizme karşı olan milletlerin savunma andlaşması.

379 - Uydu: Daha güçlü bir devlete sıkı bağlarla bağlı veya onun tarafından sömürülen devlet. Doğu Avrupa'nın, politik, ekonomik ve kültürel yönden Sovyetler Birliğini örnek alan komünist devletlerini anlatır.