31 Ekim 2017

Göçme demiyorum, yine göç... (diyorlar)

Koca bi kase günah içinde yüzdüğümü belirterek söze girmek istiyorum.

Bugün yeni Hollandaca kursumun ilk dersine gittim. Daha çok konuşma pratiği amaçlı olan. Güzel geçti, devam etmeye kararlı olduğumu fark edince kendime bi ödül vermek istedim: Çikolatalı hazır puding. Ama o kadar bitter ki, üstüne şeker atasım geldi. Neyseki evdeki tüm şekeri yok etmişim, komşudan da istemedim artık.

Kurs enteresandı, öğrenci profili farklıydı. Şimdiye kadar hep expatların kaydolduğu kurslara katılmıştım. Bu kez gerçek göçmenler vardı gibime geldi. En azından "expat" terimini hiç bilmemelerinden bu sonuca vardım. Bilmeyenler için özet geçeyim:

Expatlık yüksek eğitimli kişilerin başka ülkelere beyin göçü  yapması demek, özetle. Kendisi gidip iş aramıyor genellikle, önce işi buluyor, bazen çalışacağı şirket geçici olarak kalacak yer veriyor. Bazen kendi ülkesinden oraya taşınma masraflarını karşılıyor. Kendisinin ve ailesinin uçak biletini alıyor. Çalışma vizesi için resmi işlemleri hallediyor. Bu işe alan şirkete "expatın sponsoru" deniyor. Hollanda'da en büyük artısı ise %30 vergi indirimi sağlaması. Yani bir Hollanda vatandaşından daha az vergi ödüyor expatlar. Hollandalılar için bu sinir bozucu bir durum olsa gerek, doğal olarak. Fakat devlet ve şirketler çatır çatır expat almaya devam ediyor. Özellikle uluslararası olma iddiasındaki şirketler. 

Expatlığı göçmenlikten ayrı tutmaya ayrımcılık diyenler de var. "Başka bi ülkeye çalışmaya gidiyosun işte, ne bu artislik?" diyenler. Haklılar. Göçmen deyince akla gelen, yüksek suç oranı vs gibi önyargılardan arınmak için olsa gerek, okumuş göçmene expat adını vermişler. Bi de expatlığı eskinin sömürgeci beyaz adamlarına benzetenler var. Çünkü Arabistan, Dubai gibi halkın ekonomisinin kötü olduğu ülkelere giden çok sayıda Avrupalı vs (beyaz adam) expat çok iyi paralar kazanıyor, hizmetçiler tutuyor, çocuklarını İngilizce eğitim veren özel okullara gönderiyor, halkla hiç muhatap olmuyor, kısacası beyaz adam yerel, esmer halktan çok çok iyi koşullarda yaşıyor. Üstelik onlardan hizmetçi olarak faydalanıyor. Sonra orda işi bitince başka bir ülkeye geçiyor. Gittiği yerlere alışmak, kültürü tanımak, kalıcı olmak gibi bi niyeti hiç yok. 

Burda ve hatta -sanırım- genel olarak Avrupa'da böyle bi durum yok. Büyük oranda yazılımcı alıyorlar ve dünyanın pek çok yerinden çalışanları var. Hatta daha çok ekonomisi kötü olan ülkelerden. Yani Arabistan'da expatlar beyaz adamken, burda, beyaz adamın ülkesinde, esmer adamlar expat... Tuhaf bi durum. Kısacası, expatın Hollanda halkından herhangi bir üstünlüğü yok. Hatta pek çoğu kendi ülkesinde mutsuz hissettiği için buraya gelmiş oluyor, vatandaşlığa başvuruyor falan... Arabistan vatandaşlığına başvurmak isteyen Avrupalı var mıdır ki? Anca casus falan olur. Sonuçta, expat da olsa, beyniyle göç etmiş de olsa, yine esmer adam ezik arkadaş...

Özet geçeyim dedim, yaptığıma bak. Neyse, dersteki öğrenciler de expatlıktan bi haber olduklarına göre, normal göçmenlerdi diye düşündüm direk. Yani herhangi bi sebepten buraya gelmiş, yaşamaya başlamış ve dili öğrenmek isteyecek kadar da burada yaşamaya niyetli olanlar. Her tondan esmer vardı sanırım. Bu ülkeye ilk taşındığımda sokakta bu kadar çeşitli insan olması çok değişik geliyordu, hepsini tek tek durup inceleyesim vardı hep. Hala öyle biraz. Bu kadar farklı tonda ten rengi olması çok enteresan değil mi? Hepsinin coğrafyasına has kemik yapısı, saç yapısı var. Tabi durup dik dik bakmıyorum. Ama bazen müzelerde Hollanda'nın çok kültürlü yapısı anlatılıp duruyor, oralardaki görsellere uzuuun uzun bakıp inceliyorum zevkle.

Benim gibi yeni başlayan biri daha vardı, Somalili, beşinci kızçocuğuyla birlikte gelmiş derse. Bebek, ders boyunca uyudu tüm gürültümüze rağmen, tombik yanaklarıyla birlikte. Çocuklu ailelere karşı bu anlayışlılık çok güzel ve genel bi gelenek sanırım. Madem annesin, eve kapan, değil de, olabildiğince çık sosyalleş mantığı var. 

Epey hızlı konuşuyorlar, genelde bana yönelen soruları bikaç kez tekrar ettirmem gerekti. Gerizekalı olduğumu düşünüyor olabilirler. Yine de iyi geldi.

Dersin sonunda yine gelecek misin, dedi hoca. Valla dedim, dediklerinizin hepsini anlamadım, ama bence güzeldi, siz de onaylarsanız gelirim... Tabi tabi bizce sorun değil, dediler. Ailenin patavatsız ama tatlış küçük halası modunda bi abla lafa daldı: "Bence burdaki Türklerin en büyük problemi hep kendi aralarında takılmaları, hiç konuşmaya, dili öğrenmeye çalışmamaları!" Soğuk bi sessizlik oldu saniyenin onda biri kadar bi sürede. Sanırım benim alınacağımı düşündüler. Hoca, "sadece Türkler değil, pek çok insan var öğrenmeye niyetli olmayan" gibi şeyler söyledi. Ben de evet, dedim. Aslında alınacak bi şey yoktu, kadın haklı. Bu eleştiriyi Hollandalılardan dinlemeye alışkınım, sokakta karşılaştığım herhangi bi Hollandalı, Türk olduğuma önce şaşırıyor, sonra oturup bana Türklerin entegre olmak istemeyişinden şikayet ediyor. Sadece "ben bu dili öğrenmek istiyorum" falan derken, lafın her seferinde buraya gelmesi sinir bozucu olabiliyor bazen. La tamam anladık, Türkler öyle. Tamam kendi mahallelerinden dışarı çıkmıyorlar, tamam hep Türk kanallarını izliyorlar... ama benana? Ben öyle değilim. Tamam, evden çıkmayan bi yapım var ama ben Türkiye'de de böyleydim. Evde Felemenkçe çalışıyom lan valla bak, şarkılarınızı seviyom ben daa napiyim?... Türkçe televizyonumuz yok üstelik (bu sayılmaz, kandırdım, Türkiye'deyken de yoktu ehihe)..

Bi de bu geceki kabusumu anlatayım da daha iyi anlayın derdimi: Türk marketinden beyaz peynir, sucuk, yufka almak için Türk mahallesine gitmişim. Bakkala bi giriyorum, u.ın babası! Müstakbel kayınpederim yani! Meğersem orası bizim aile apartmanımızmış! Dükkanı işleten diğer kızlar bizim akrabalarmış... Yıllardır o mahallede yaşıyormuşum meğer. Üstümde yeni ördüğüm mini eteğim, çekiştire çekiştire uzatmaya çalışıyorum... Nası ya? U. nerde? Hayır ya, bizim akrabalar hep Türkiye'de kalmadı mı? Saat çalmadan kalktım tabi ve halime yine şükrettim, karanlık havasını sevdiğimin soğuk iklimli memleketi diyerekten...  Ya böyle anlatınca "bu mu kabus?" diyenler çıkacaktır lakin biz beyin göçü falan değil, bildiğin aile mültecisiyiz. Ailelerden, geleneklerden uzak, rahat yaşama arzusuyla geldik buraya. O yüzden çok önemli.

Hazır lafını zorla açmışken yeni eteğimi de koyayım şuraya: 

Önü

Arkası

Arkaplandaki de yeni halımız. Sanırım tüm nesneleri onun üstüne koyup fotoğraf çekicem artık. Çok sevdim şebeleği.

İşte böyle.
Entegre olma arzumu vurgulamak için bi eskilerden bi Hollanda şarkısıyla veda edeyim: 



"Son bi bira ver bana" diyo ilk satırda. Gerisini ben de anlamadım ama ne önemi var?

Şarkılar güzeldir, 
Kanatlı Kedi


30 Ekim 2017

Beginner seviyesinde koşucu

Koşmakla ilgili öğrendiklerimi toparlayayım dedim, Macera Kitabım'ın isteği üzerine. Hem belki yanlış bildiklerimi düzelten olur, hem de koşuyu daha iyi benimsememe vesile olur bu yazı. 

Hiç sporla alakalı bi insan olmadım. Kendi başıma yapabileceğim bi spor olduğu için koşuya başlamayı göze aldım. Amatörün de amatörü seviyesinde de olsa devam ediyorum (kursu bırakmama rağmen). Bi sporla ilgili dünyadaki gelişmeleri takip etmek güzel bi şey olsa gerek. O hale gelmek istiyorum.

Kursu neden bıraktığımla ilgili de özet geçeyim. Hedefimiz dönem sonunda aralıksız 25 dakika koşabilmekti. Yavaş koş, hızlı koş, fark etmez. Sadece hiç durmadan koş. Bu yüzden her hafta ısınma hareketleri yaptırıp, bikaç ipucu öğretip koşturmaya başlıyordu hoca. Biraz koşu, biraz hızlı yürüme, biraz koşu, biraz hızlı yürüme şeklinde başladık. İlk derste 1,5 dakka koşu, 1 dakka yürüme gibi bi hızda başladık. O ders iyiydim. Aaa dedim hiç tıkanmadım, ne güzel. Sonraki derslerde koşu süresi arttıkça, hep geride kalmaya başladım. Hoca da uyardı, nefes sesin normal değil, diye. Daha kaslarım ağrımaya başlamadan nefesim kesiliyordu. 

Küçüklüğümden beri burnum tıkalı. Küçükken lokal anestezili bi operasyon da geçirdim. Ne yaptılar emin değilim ama sanırım et aldılar. Ama çok değişmedi durum, sadece gece horlamalarım yok olmuş, öyle dedi annemler. Küçüklüğümden beri hep böyle olunca, ağzımdan nefes almaya alıştım, burnum yokmuş gibi davranıyorum. 

Tabi koşarken iş böyle yürümüyor. Ben de hem vücudumu zorlamayayım hem de kurstakileri yavaşlatmayayım diye, dersi bıraktım. (Yani büyük oranda sebep buydu, evden çıkıp kursa gitmeye üşenmek, soyunma odasında ne yapacağını şaşırmak, herkesin çok sportif görünmesi gibi şeyler yoktu, yoktu canım, tabi...)

Öğrendiklerimi not edeyim şimdi: 

Ayakkabı: Koşu ayakkabısı şart, dedi hoca, ki bence de doğru. Yumuşak (sağa sola kolay bükülebilen) ve çok hafif tabanlı olmasın dedi, hatta Nike Air gibi hafifliğiyle ünlü, çok pahalı ayakkabılara boş yere para vermeyin dedi özellikle. Bi de ayakkabının tam oturmaması, ön tarafının biraz bol olması gerekiyormuş, ayakkabı satan çocuk öyle demişti, dinlemedim, tam oturanını aldım, pişmanım. Koşarken parmakların daha serbest olması gerekiyor gibi geliyor. Yani ayak ileri geri oynamayacak da, parmaklar, durduğu yerde daha rahat hareket edecek.

Kıyafet: İnce ve pamuksuz şeyler giymek gerekiyormuş. İnce, çünkü hava soğuk bile olsa koşarken ısınacağımız için kalına gerek kalmıyor. Ha aşırı soğuksa ona göre, yine ince ama termal montlar olabilirmiş. Pamuklu şeyler teri emeceği ve uzun süre ıslak kalacağı için tehlikeli. Terin akıp gitmesi, buharlaşması gerekiyor ki üşütmeyelim. Sonrasında sıkıca giyinmek şart tabi.

Yemek: Spordan en geç iki saat önce hafif bi şeyler (peynirli sandviç gibi), en geç dört saat önce de ağır yemek (sulu yemek, etli yemek vs) yenebilirmiş. Yani akşam yemeğini yeyip eritmek için hemen koşuya çıkmak mantıklı değilmiş. Çünkü vücut önce yiyeceği yakmak istermiş, o yüzden enerjisini sindirime harcarmış, koşuya, kas hareketlerine değil. Bu da çabuk yorulmaya sebep olurmuş. Ha mesela açsınız, ama koşmak istiyorsunuz, o zaman da muz gibi, armut, elma gibi çabuk sindirilen bi meyve yiyebilirmişsiniz.

Isınma: Koşu öncesi ısınmak gerektiğine hemfikirizdir sanırım. Fakat hemen ısınma hareketleri yapılmazmış, ben bunu bilmiyordum. Önce yavaş tempoda biraz koşup, sonra ısınma hareketlerini yaptırıyordu hoca. Vücudu ısınmaya da hazırlamak gerekiyor. Bi de koşuyoruz diye, sadece bacakları ısıtmak yetmiyor. Boyundan omza, omuzdan kola, koldan bele, belden üst bacağa, ordan alt bacağa, en son ayak parmak üçlarını kıpırdatmaya kadar (ki ben bunu tam yapamıyorum çünkü ayakkabım dar) her yeri bi esnetmek gerekiyor. Isınma hareketlerini anlatmayayım şimdi, belki bi yerleriniz incinir, sorumluluk almayayım (göstermeden anlatmak mümkünmüş gibi) ama illa vardır internette zaten. Güzel kaynak bulursam eklerim.

Nihayet... koşu: Benim ilk derste yaptığım gibi elinizde su şişesi taşımaya falan çalışmayın. O yarım kiloluk şişe gittikçe ağırlaşıyor. Gereksiz yere ve kontrolsüzce kol kası çalışmış oluyorsunuz. İlla telefon taşıyacaksanız o satılan bantlarla pazularınıza takın. İlla su alacaksanız en küçüğünden alın, bi bel çantasına falan koyun. Aslında bi sağlık probleminiz yoksa suya ihtiyaç yok bence, benim nefes problemim olmasına rağmen söylüyorum bunu. Çünkü hız yapmaya çalışmıyorum ve zorlandığım yerde yürüyüşe geçiyorum. 

Evet asıl mesele bu sanırım. Olay hızlı koşmak değil. (Bu bilmiş laf benim gibi yeni başlayanlar için tabi). Koşmayı alışkanlık haline getirip olabildiğince sık koşmak ve vücudu dinlemek. Tıkanıyo musun? Yavaşla. Nefesini dinle, düzensizlik varsa onu ayarlamaya çalış. Her nefeste yaklaşık olarak aynı sayıda adım attığını fark etmek zevkli oluyor mesela. Ben o kadar yavaş koşuyorum ki, yürüsem çok daha hızlı gidebilirdim. Ama ne gerek var? Tıkanıyorsam yani, ne gerek var.. 

"Olabildiğince sık koşuya çık"tan kastım da her gün değil. İki koşu arasında mutlaka 24 saat olmalı dedi hoca. Yani her gün koşuya çıkmak da sağlıklı değil-miş. Ben pazartesi, çarşamba, cuma sabahları koşma alışkanlığı edinmeye çalışıyorum bu yüzden.

Bi de kursum pazartesi akşamıydı. Hoca bi de ödev verirdi. 1 sefer saatli/telefonlu/nabız ölçerli filan bi koşu. Bir sonraki derste bu performansımızı sorardı. 1 sefer de kendinize ödül verin, derdi: Saatsiz, vücudu anlama amaçlı, ne zaman yoruluyor, ne zaman hızlanıyor gözlemleme koşusu. Yani amaç vücudunun saatini öğrenmek. Çok hoşuma gitti bu benim, şimdi bi tek bunu yapıyorum. Bi sürü alet taşımayı sevmiyorum. Kol saatime bi başlarken bakıyorum, bi de eve dönerken. Spora başlarken amacım vücudumu iyileştirmekti, ona saygım o kadar sonsuz ki (!) saatin zorlamasına bile izin vermiyorum. Eve döndüğümde tıkanmamış ama deli gibi terlemiş oluyorum, ki bu güzel. 

Bi de kol hareketleri var. Kolları bi hışımla ileri geri itip çekmek yanlışmış. Kolu geriye atmak insanı hızlandırıyor, ama ileriye uzatmak, yavaşlatıyor. Bu nedenle omuzdan dirseğe kadar olan kısmı en fazla göğüs hizasına getirip sonra geriye çekmek gerekliymiş. Bi de dirseği 90 derece yapacak şekilde kırıp koşma alışkanlığı vardır çoğumuzda. Bu da doğru değilmiş. Eli ne kadar yukarı kaldırırsan o kadar yerçekimine karşı kuvvet uygularmışsın, bu da boş yere yorulmak demekmiş. El olabildiğince yerde ve geride kalacak yani. Bunun görselli bi anlatımını bulursam başka bi yazıda atayım. Bir de omuzları, kolları sağa sola hareket ettirmemek gerekliymiş, bu da hızı azaltırmış. Ama bu kol hareketleri öyle hemen başarılamazmış genelde, bizim hocanın tam olarak öğrenmesi 1,5 senesini almış! Hakkaten deneyince anlaşılıyor, insan yürümeyi baştan öğreniyor gibi oluyor. 

Bacak hareketlerine sıra gelmeden dersi bıraktım ben ne yazık ki. Bu yüzden internetten önereceğiniz herhangi bir kaynak çok mutlu eder beni. Koşu kültürüyle ilgili her türlü kitap, film, belgesel vs önerinize de açığım bu arada. 

İlk aldığım öneri Murakami'nin Koşmasaydım Yazamazdım'ıydı. En kısa zamanda okuyacağım. 

Selamlar efenim, 
Kanatlı Kedi

29 Ekim 2017

Şalanj bitti diye yazmayacak değiliz! Özür vee YELEK BİTTİİİİİ!

Dikkat. Bu bir özür yazısıdır. 

Benim bloga bi sürü yorum yazılmış da benim hiç haberim yokmuş  ya la! (İçimdeki Çalgı Çengi hayranını tutacak değilim.)

Şimdi efenim şöyle oluyor. Reklam içerikli, spam yorumlar çıkmaya başlayınca "Yorumları Denetle" dedim blogspot'a. O da bana demedi ki, tamam denetliyorum ama bak "Denetleme bekliyor" diye bi sekme var, ordan kontrol etmen lazım... Tabi benim mallığım da olabilir bunu görememek.. Sonuç olarak bi sürü yorum gelmiş, onaylamamı bekliyorlarmış orda. Bugün geç de olsa cevap yazdım hepsine. 

Çok sevindim çünkü ciddi ciddi kendi kendime yazıyordum ben. Eskiden beri o düşünceyle blog yazmaya alışkınım. Senede bikaç tane yorum gelirdi, sevinçten uçardım. Bu çelınca başladıktan sonra, bi muhabbet ortamı oluştuğu için, takip ettiğim bloglara yorumlar yazdım, normalde bu da pek adetim değildi. Bana yorum yazılmayınca, hiç okunmadığımı düşündüm. Amaan dedim hep kendime. Nolcak canım, insanlar sevmek zorunda mı senin yazdıklarını, sevdiyse bile yorum yazmak zorunda mı, okumak zorunda mı...başkası için mi yazıyosun ki sen? Hatta kimse okumadığı için daha özgür olduğumu düşünüp düşünüp kendimi avuttum:)

Lakin ki öyle değilmiş. Güzel haberi bugün aldım. Teşekkürler Macera Kitabım, beni uyardığın için:)

Taa, Hannah Arendt yazıma bi yorum gelmiş, iki kelimecik. Özellikle O'na öyle çok sevindim ki. Çoğu zaman kendime inancımı kaybettiğim, işkenceye dönüşen, kitaplardan alıntılarla doldurduğum yazılar da okunuyormuş demek... O kitabı okuyan, ya da okusam mı diye düşünen biri, gogılda aratıp benim yazıma gelip, beğenip, bi de üşenmeden yorum yapıyor... Ne kadar saçma, bencilce ve ilgi bekleyen, acınası bi mutluluk bu... Ama üzgünüm insan kardeşlerim, insanım, henüz ermedim. Böyle işte, seviniyorum.

Bi de sanırım şu sıralar, yani aslında yıllardır, bu blog ekstra önemli benim için. Zamanımı değerli geçirdiğimi hissettiriyor. Öğrendiklerimi not ediyorum. Aslında o sevmediğim "neler yapıyorsun?" sorusuna "yaşayıp yaşayıp blog yazıyorum" diyebilirdim ve en doğru cevap da bu olurdu. Fakat ardından "ne kadar kazanıyorsun blogdan?" sorusu gelebilir, ondan korkuyorum... Yani tamam hadi o soru gelmez belki de, tatmin etmez yine de karşımdakini. Bi de karşılaştığım herhangi bi insanın blog yazdığımı bilmesini istemiyorum. Blog dünyasıyla alakalı insanlar bilsin sadece. Uzun yazı okumaya üşeniyor çoğu kişi, uzaylı olduğumu düşünüyorlar yazılarımı gördükten sonra (okuduktan sonra demiyorum, okumuyorlar zaten çoğu zaman). Özellikle günlük hayatta tanıdığım insanlarla yazdıklarım hakkında konuşmak zorunda kalmak korkutuyor beni. Kendi kendime yazmaya alıştığım için sanırım. Ya da her nedense işte..."Gerçekten" okunduğunu öğrenmek, ister istemez sevindiriyor insanı.

----

Neyse efenim gelelim haberlere:


En önemlisi: Yelek bittiii!




Bi ara pes etmek üzereydim, çok uzadı, sıkıldım, hem de bi şeye benzemiycek diye. Geçen gün bi gaza geldim, bi oturuşta bitirdim. Altına renkli bi şey giyince daha iyi oluyor. Örgünün sadece ilk adımlarını bilenler, usta olmayanlar için, çok basit bunu örmek. Önce bedenini ördüm, sonra askılarını, ikisini birbirine dikiverdim. Sonra etrafından siyah iple çerçeve yaptım, çok salkım saçaktı yoksa, toparlandı. Sonra da düğmeler... Zaten iri delikli olduğu için düğmelere delik açmaya da gerek kalmadı.

----

İkinci haber, etek. Şu an bu durumda:



Fazla mini olduğu için kalın siyah iple kalın bi kemer yapmaya karar verdim. Artık sonuç ne olur, bilmem. Altı da yamuk oldu, u. oraya da siyah bi çizgi örmemi tavsiye etti, güzel olabilir. Kemerini bi yapayım da bakıcam.

----

Bi de ecnebilerin "grandma square" dedikleri modelde bi kırlent örtüsüne başladım. Açık renkli bi iple. Kaplanmayı bekleyen kırlentlerim var, ucuza bulup kaçırmadığım.

----

Dün evi benimsemenin en önemli aşaması olduğunu yeni fark ettiğim bi şey yaptık: Halı aldık.



Yerdeki arkadaş halı, daha doğrusu kilim gibi bi şey, ince. Yerden ısıtma olduğu için kalın halı almamamız gerekiyordu. Üstündekiler de büyüyünce perde olacak işşallah. Evet,ikea'da kumaş da satıldığını görünce, perdeleri kendimiz dikmeye karar verdik. Hazırlarda çok az desen seçeneği var. Bi de aşırı uzun, kısaltmak için illa makine başına oturmak gerekiyo madem, neden istediğimiz deseni seçemeyelim? Hazır evde makine ve kullanmayı öğrenmek isteyen ben varken? Bi de kornişe takmak için deliklerin olduğu bantları bile satıyor kutsal İkea.

----

Nutuk Hollanda sınırları içine girdi, en kısa zamanda arkadaşımı rahatsız edicem.

----

Goliath'ı bitirdik. Güzel dizi. Tek sezon olması da güzel. Devamı da gelir belki ama hani gelmese de olur türünden. Hırslı, her şeyi maça, kazanmaya, kaybetmeye dönüştüren, modern görünümlü vahşi, ekmek aslanın ağzında hacı, işine gelirse diyen, bilmiş bilmiş bakan, bolca rol yapan, samimi olup olmadığından emin olamadığım, zekasını her fırsatta kanıtlamaya çalışan insanlara katlanamadığımı fark ettim yine. Mad men'i de o yüzden sevememiştim. Çıkarın şu topuklu ayakkabılarınızı, takım elbiselerinizi, bi rahat olun ya, bi burnunuz aksın, saçınız bozulsun, osurun, rezil olun, salaklık yapın, kimseyi kandırmayın iki dakka... nolur yani, ne kaybedersiniz?


Neyse efenim, sanırım şimdilik bu kadar.
Görüşmek üzre
Kanatlı Kedi

Şimdi göz atınca fark ettim ki, özür yazısı falan demişim ama hiç özür dilememişim. Geç cevap verdiğim için yorum yazan herkesten özür dilerim. Saygılar, sevgiler...


27 Ekim 2017

Den Haag Tarih Müzesi, saray köleleri ve bir sürü ayrıntı

Den Haag Tarih Müzesi (Den Haag Historisch Museum), Binnenhof yakınlarında, tarihi Hofvijver gölü manzaralı, İnci Küpeli Kız'ın sergilendiği Mauritshuis'un yanındaki yolun sonunda, eskiden Kraliyet Kütüphanesi'nin yer aldığı, şimdi Escher Museum'un bulunduğu Lange Voorhout Parkı'nın karşısında. Karşı köşedeki İtalyan Restoranı'ndaki başgarson olduğunu tahmin ettiğim amca suratsız. Müze çıkışı, akşam 5te, sağanak bastırınca oraya sığınıp bi kahve içeyim dedim, "birazdan burası dolacak, bara ya da dışarı oturabilirsin" dedi, başından savmak istercesine. Zaten kapıdan girince "niye geldin?" gibi bi bakış fırlatmıştı. Dışarı oturdum şemsiyelerin altına. Kahvemi bitirip kalkana kadar neredeyse hiç müşteri gelmedi. Üzüldüm adama, stresli demek ki...

O civarda pek oturmalık yer görünmüyor. Mekan arıyorsanız, Lange Voorhout'u geçip Denneweg'e girin. Fast food türü ucuz şeyler olmasa da, butik kafelerle, restoranlarla dolu.Ucuz yollu gezmeye niyetliyseniz, bu turistik yerlerden uzaklaşmanız, haritada Albert Heijn (market) aramanız mantıklı. Ya AH'dan bi şeyler alırsınız ya da çevresinde illaki ucuzcu bi yerler vardır.

Neyse efenim, Müzekart geçerli. Neredeyse her şeyin İngilizce açıklaması da var. Epey büyük bi müze, her şeyini öğrenmeye meraklıysanız üç saat bile yetmeyebilir. Ben misal, çoğu zaman  "sonra okurum" deyip yazıların fotoğrafını çekip geçmeme rağmen, epey uzun sürdü. Çok fazla bilgi var, öğretici. O yüzden bu kadar zamanımı aldı toparlamak.

Müze fiyatı 10 euro. Fakat Hofvijver Pass diye bi şey var ki, o civardaki 4 müze için toplam 16 euro ödeniyormuş. Çok iyi. Şurdan bakınız.

 Müze girişindeki videoyla başlayalım. Harita üzerinde Den Haag tarihi anlatılıyordu:

1560 - Seksen Yıl Savaşları öncesinde, Den Haag savunmasız, çevresinde duvar yok. Nüfus: 7bin.

1620 - Seksen Yıl Savaşları süresince şehrin etrafına kanal kazılmış. Savunma amaçlı. Nüfus: 15bin.

1670 - Jan Van Goyen, Den Haag'ın güneydoğudan görünen panoramik resmini çizmiş. Resim yaklaşık 5 metre uzunluğunda. Belediye binasına asılmış o dönem, binaya girenlere şehrin ihtişamını göstermek için. Nüfus: 22bin.

Bu resim de şimdi videonun karşısında sergileniyor ve görünen binaların ne olduğu altında tek tek açıklanıyor. 

1750 - Prinsessegracht kuzeye doğru genişletilmiş, böylece aristokratlar için yeni bir yaşam alanı oluştu. Nüfus: 38bin.

1843 - Amsterdam-Den Haag arasında buharlı tren çalışmaya başlamış.

1847 - Tren hattı Roterdam'a kadar uzatılmış.

1850 - Kuzey Denizi kıyısına ikinci bir bağlantı yolu yapılmış: Badhuisweg. Ve kıyıdan Prinsessegracht'a gelen kanalla kum taşıması yapılmaya başlanmış. Nüfus: 72bin.

1870 - İkinci bir tren istasyonu açılmış: Staatspoor (şimdiki Den Haag Centraal). Gouda ve Utrecht arasında bağlantı noktası olmuş.

1874 - Kanalın dışına Willemspark inşa edilmiş. Nüfus: 90bin.

1895 - Kıyıya biraz daha yaklaşılarak, kumluk alana Duinoord bölgesi inşa edilmiş. İki tramvay hattından biri buradan geçerek, Scheveningen'e, kıyıya doğru gidiyormuş. Ayrıca şehrin kirli suyunu temizlemek için Kuzey Denizi'ne bağlanan yeni bir kanalizasyon kanalı inşa edilmiş. Nüfus: 180bin.

1909 - 1900 yılı civarında şehir merkezindeki kanalların neredeyse tümü doldurulmuş. Bataklıklar ıslah edilerek Schilderswijk adlı bölge oluşturulmuş. Nüfus: 270bin.

1933 - 20. yüzyılda şehrin gelişmesi yerel yönetimin sorumluluğu haline gelmiş. Herhangi bir genişleme kararı belediye meclisine aitmiş artık. Loosduinseweg ve Meedervoort gibi yeni ana yollar inşa edilmiş. Nüfus: 470bin.

1945 - İkinci Dünya Savaşı boyunca Almanlar şehrin içine anti-tank hendeği kazarak, 8bin evi yok etmiş. Nüfus: 450bin.

3 Mart 1945 - Bezuidenhout, İngiltere ordusu tarafından yanlışlıkla bombalanmış.

1957 - Savaş sonrasında Nazilerden kalan anti-tank hendeği doldurularak, "Segbroeklaan" adında modern bir bulvar haline getirilmiş. Batıdan başlayarak, Moerwijk ve Morgenstond gibi yeni yerleşim yerleri inşa edilmiş. Nüfus: 600bin.

1966 - 1960larda Mariahoeve gibi bölgelere binlerce ev inşa edilmiş. Nüfus: 580bin.

2015 - Nüfus: 514bin. (Bunu Googledan buldum.)


Den Haag'ın Hollanda için önemi:

- Den Haag dört yüz yıldır Hollanda monarşisinin evi olmuş. Önce valinin, sonra kraliyet ailesinin evi hep buradaymış. Zamanla monarşiye karşı fikirler ortaya çıktığı da olmuş:

Örneğin Johan de Witt (1625-1672), kraliyet ailesini valilik gibi önemli işlevsel görevlerden uzaklaştırmaya çalışan, gerçek özgürlüğün, valinin olmadığı bir cumhuriyetle yaşanabileceğini düşünen bir devlet adamıymış. Validen kasıt bugün anladığımız manadaki vali değil sanırım. "Stadtholder" İngilizcesi.

18. yüzyılın sonlarında, Fransız Aydınlanmasının da etkisiyle, Vatanseverler ve Orangistler adlı iki grup ortaya çıkmış. İkincisi, Oranje ailesini, yani monarşiyi destekleyenler, birincisi ise monarşinin gücünün azalması gerektiğini düşünenler. Sokak kavgaları, broşürler filan, her türlü propaganda, tartışma almış yürümüş.

1918'de ise sosyalist politikacı Troelstra Kraliçe'yi tahttan indirip sosyalist bir devlet kurmak için çalışmalar yapmış. Çok destek görmemiş, başarısız olmuş. Monarşi, Hollanda'da günümüzde hala tartışma konusuymuş. Pek çok siyasi parti sadece törensel bi öğe olarak kalması taraftarıymış fakat halkın büyük sempatisi varmış hala kraliyet ailesine. Kral'ın doğumgünü resmi tatil tabi, üstelik bütün ülke bit pazarı festivaline dönüşüyor, ben de seviyorum kendisini, iyi ki doğmuş.

- Valinin sarayının ve daha sonra kraliyet sarayının bulunması sebebiyle Den Haag sanatçıların da buluşma noktası haline gelmiş. 19. yüzyılın ikinci yarısı, Haagse School'un çağı olmuş. Var olan resim tekniklerine karşı olan bir grup ressam burada takılmış. Köylülerin günlük hayatlarını ve Den Haag manzaralarını resmetmişler.

Bir Başlık Altında Toplanamayan Ayrıntılar...

- De Grote Kerk: Büyük Kilise veya Aziz James Kilisesi, Den Haag'ın en eski binalarından. 13. yüzyılda ahşapmış. Şimdiki taş haline 14. yüzyılda getirilmiş. 16. yüzyılın ikinci yarısında, reform hareketleriyle birlikte, katolik figürler çıkarılmış kiliseden. Günümüze kalan figürler müzede sergileniyormuş. Fotoğraflarını çekmemişim...

- Kum ve bataklık: Zenginler kanalizasyonu iyi çalışan kumlu topraklı bölgeye yerleşmiş, Hofvijver civarına. Fakirler, işçiler ise bataklıklı bölgeye. Arada epey mesafe varmış ve "kum ve bataklık" o zamanlar bölgelerden bahsedilirken kullanılan yerel bi ifadeymiş.


Naziler

- 10 Mayıs 1940'ta işgal etmişler Hollanda'yı. Kraliçe ve ailesi İngiltere'ye ve Kanada'ya sürgün edilmiş. En yüksek rütbeli Nazi görevlisi  Dr Arthur Seyys-Inquart Den Haag'da Wassennaar bölgesine yerleşmiş ve buradan yönetmiş ülkeyi. Naziler, Kuzey Denizi'nden gelecek saldırıları önlemek için, Norveç'ten İspanya'ya deniz kıyısı boyunca duvar inşa etmişler: Atlantik Duvarı. Psikopatlığa bak! Hollanda'da Den Haag'dan da geçmiş duvar, Bunun için Scheveningen bölgesindeki binaların çoğunu boşaltmışlar, yıkmışlar. 140bin kişi bölgeden çıkarılmış, o zamanki Den Haag nüfusunun çeyreği. Anti-tank hattı için de bir hendek kazılmış. Bunu yukarıda söylemiştik.

(Wikipedia'dan)

- Eylül 1944'te Naziler yeni bi silah kullanmaya başlamış: V-2s (Vergeltungswaffe 2). Uzaktan yönetilen roketlermiş. Mart 1945'e kadar bunların uzaktan merkezi Den Haag'daymış. Müttefikler bu merkezleri vurmaya çalışırken yanlışlıkla Bezuidenhout bölgesini vurmuşlar. 520den fazla sivil ölmüş bu sebeple.

- 1940 sonbaharından Şubat 1943'e kadar, Den Haag'daki Yahudi topluluğu kayıt altına alınmış, çocuklar ayrı okula gönderilmiş ve sonuçta 11bin Yahudi toplama kamplarına gönderilmiş. 500'ü hayatta kalmış.

- 1945'in başlarında gıda yetersizliği dayanılmaz seviyeye ulaşmış. Naziler, Müttefik güçlerin uçaklardan gıda yardımı yapmasını kabul etmiş. Duindigt gibi geniş arazilere teneke kutularda yiyecek atılmış uçaklardan. (Yiyecek kaplarından örnekler sergileniyor Müze'de). 5 Mayıs 1945'te de Hollanda işgali sona ermiş.


Den Haag'ın Afrikalı Köleleri

Bu kısım, Müze'nin geçici sergi bölümünü oluşturuyor. Esther Schreuder'in "Cupido en Sideron: Twee Moren aan het Hof van Oranje" kitabının sergileştirilmiş haliymiş. Özellikle Saray'da çalıştırılan, artık köle olmayan hizmetçilerin, ne kadar özgür olduğu sorusunu soruyor yazar. 

18. yüzyılın ikinci yarısı boyunca Hollanda, sırf Yeni Dünya'ya 170bin köle taşımış. 16. yüzyılın sonundan 19. yüzyılın başına kadar, Hollanda bayrağı altında toplam 600bin köle taşınmış. Köleler, Brezilya, Surinam ve Hollanda Antilleri'nde şeker, kahve ve pamuk tarlalarında çalıştırılmış. Kimisi de diğer ülkelere satılmış.

Avrupa sarayları, 14. ve 19. yüzyıllar arasında, pek çok Afrikalı çalıştırmış. Çoğu zaman iktidar sahibine hediye edilmişler ve eğitilerek pek çok işte çalıştırılmışlar. Müzisyen, sancak taşıyıcı, temsilci, asker ve çoğunlukla da hizmetçi olarak görev yapmışlar. Bu Afrikalı hizmetçi sahibi olma geleneği önce Güney Avrupa'da başlamış, hızlıca yayılmış. Koyu tenli hizmetçi, egzotik statünün, Avrupalılığın gücünün sembolü kabul ediliyormuş. Bu yüzden soylular arkalarında Afrikalı bir hizmetçiyle birlikte resmedilmek isterlermiş. Hatta bu resimlerin, sanatsal sebepleri de varmış. Samuel van Hoogstraten gibi bazı ressamlar, koyu renkli hizmetçi teninin yanında, efendisinin açık renk teninin daha güzel göründüğünü söylermiş.

Bu dönemde, "Moor", veya "negro" gibi kelimeler resmi dökümanlarda neredeyse hiç yer almıyormuş.  Fakat batılı olmadıklarını göstermek için hala derilerinin rengine göre giyinmek, Osmanlı usulü türban veya "Moorish" şapkaları takmak zorundalarmış. Ayrıca pek çok resimde inci küpeli olarak resmedilmişler. Bu modanın nasıl doğduğu tam bilinmiyormuş fakat sahibinin zenginliğini göstermek amacıyla ve siyah tenle beyaz incinin güzel bir kontrast olduğu düşünülerek yapıldığı tahmin ediliyormuş. Bir de köle yakalığı denen, demir veya gümüş yakalıklar varmış ki, kişinin şu an özgür olsa bile bir zamanlar köle olduğunu gösterirmiş ve üstünde sahibinin ismi yazılı olurmuş. Kişi artık resmi olarak köle değilse bile, bu yakalığı takmak zorunda olduğu olurmuş.

Çoğu resimde arka planda yer alan bu Afrikalıların hayatları hakkında ne yazık ki çok fazla bilgimizin olmadığını söylemişler notlarda. Bu yüzden, kayıtlarda yer alan bazı köleler hakkında, ellerindeki bilgileri sergilemişler:

Afrikalı Adam Büstü, 1700, John Host
Yukarıdaki Afrikalı Adam Büstü, o zamanlar çok karşılaşılan bir eser türü değilmiş, genellikle efendilerinin gölgesinde resmedilirlermiş. III. William'a hizmet ettiği tahmin edilen bu kölenin ismi bilinmiyormuş. "Boynundaki köle yakalığı, şatafatlı giysisiyle tam bir contrast oluşturuyor" demişler yanındaki notta. Yüz ifadesi ne kadar anlamlı... Bunu yapan sanatçı, John Host, ne düşündü acaba? Poz verirken, öncesinde, sonrasında, ne konuştular?

Jean Rabo (1714-1769) da, 1711-1751 yılları arasında IV. William'a hizmet etmiş, nerede doğduğu ya da Kraliyet hizmetine nasıl geldiği bilinmeyen bir köleymiş. Hakkında bilinen en eski kayıt, 1729'a dayanıyormuş. O tarihte, Binnenhof'ta, Fransız Protestanların kilisesinde ibadet ettiği biliniyormuş. Kraliyet Arşivleri'ne göre, belirli bir maaşı varmış ki bu da artık köle olmadığının göstergesiymiş. Yaklaşık 34 yaşında, IV. William ve ailesinin oda görevliliğine atanmış. İkisi de öldüğünde, 1759'da, 45 yaşındayken, emekliliği verilmiş. William'ın pek çok portresinde O da resmedilmiş. 

Ve müzede en çok yer bulan köleler: William Frederick Cupido (1758-1806) ve Guan Anthony Sideron (1756-1803),  kraliyet ailesine 40 sene hizmet vermiş. Sideron, Curaçao'dan, Cupido ise Gine kıyılarından köle olarak getirilmiş. 1766'da, o zamanlar köle ticaretinden sorumlu olan West Indian Company aracılığıyla, babasının yerine geçen Kral V. William'a hediye edildikleri tahmin ediliyormuş. 

Çocuk köleler, sarayda okuma-yazma, matematik ve Fransızca öğrenmiş ve dans dersleri almış. Dans dersleri, kibarca yürüme, elini kolunu kullanma gibi yetenekleri geliştirdiği için saray mensupları için olmazsa olmaz görülürmüş. Dolayısıyla sadece üst sınıflara ve hizmetçilerine özel bir eğitimmiş.

Sürekli Kral'ın etrafında görev almışlar. 17 yaşlarından itibaren iyi maaş almalarına ve gayet iyi koşullarda yaşamalarına ve kaynaklarda kendilerinden köle olarak bahsedilmemesine rağmen, tam olarak özgür de değillermiş. Çocuk yaşta ailelerinden koparılmışlar ve saraydan ayrılma gibi bir hakları yokmuş. Müzenin yorumu bu. Getirildikleri dönemde, Hollanda'ya getirilen köleler, bir sene içinde geri gönderilmezlerse, özgürlüğüne kavuşurmuş. Köle isyanlarını önlemek için çıkarılmış bu yasa. Fakat çoğu köle bu hakka sahip olduğunu bilmediği için alınıp satılmaya devam etmiş. Cupido ile Sideron da sarayı terk etmeye hiç niyetlenmemiş, zaten 17 yaşlarından itibaren de maaşlı çalışmaya başlamışlar.

1780lerde Vatanseverler grubunun kraliyet ailesine karşı ayaklanmasıyla artan gerilim sonucu, 1785'te Kral V. Willem ailesiyle birlikte Den Haag'ı terk etmek zorunda kalmış. Ancak Willem'in kayınbiraderi olan Prusya Kralı'nın askeri müdahalesiyle tekrar kontrolü sağlayabilmiş. Fakat 1795'te Fransa Hollanda'yı işgal edince, ailesiyle ve saray görevlilerinin beşte biriyle birlikte İngiltere'ye göç etmek zorunda kalmış. Oradan da Almanya'ya geçmişler. Bu yolculuklarda hizmetçileri Cupido ve Sideron da hep yanlarındaymış.

1782'de Kral V. William'ın ve karısı Wilhelmina'nın oda görevlisi konumuna terfi ettirilmişler. Çok daha fazla para kazanmaya ve daha iyi koşullarda barınmaya başlamışlar. Sıradan bir köleden çok farklıymış yani yaşamları. Oda görevlisi olarak, Kral'ın ve ailesinin uyanmasından uyumasına kadar, giyinmelerine yardım etmek (o kubarık kubarık etekleri giymek için tabi yardım gerekir, her gün gelinlik giyer gibi...asalet zor zanaat netekim), özel odalarda mumları yakmak, diğer hizmetçileri yönetmek ve harcamaları kontrol etmek de dahil olmak üzere, çok büyük sorumlulukları varmış. 

Sideron, 1790ların başında, 35 yaşındayken Wilhelmina'nın birinci oda görevlisi olmuş. Bu terfiyle birlikte Wilhelmina'nın dairelerindeki kıyafetleri dahil olmak üzere tüm eşyalarından ve parti, tören gibi organizasyonlarından sorumlu hale gelmiş.  

1802'de Cupido Alman bir kadınla (Catharina Löwe) evlenmiş. 1806'da, ilk çocuğunun (Wilhelmina) doğumundan dört sene sonra, Kraliyet ailesine hizmet ederken, 49 yaşında ölmüş. Sideron da üç sene sonra, 47 yaşında vefat etmiş. Velhasılı, ikisi de tam 40 sene boyunca kraliyete hizmet etmiş. Kral sadık hizmetçilerinin ailelerini yanından ayırmamaya devam etmiş.

Buradaki Cupido veya Sideron mu, yoksa herhangi bir hizmetçi çocuk mu, bilmiyorum, not almamışım. Sadece olağanüstü samimi bir poz verildiğinden bahsedildiğini hatırlıyorum. Hizmetçi arkaplanda değil, hatta, hanımefendi, hizmetçinin omzuna elini atmış, kendi oğluymuşçasına. 

Kaynaklara göre, sırf ten renklerinden dolayı Avrupalı meslektaşlarından daha aşağı bir yaşam biçimine sahip değillermiş. Aynı maaşı alıyorlarmış ve diğerleriyle aynı noktaya yükselme hakları varmış ki yükselmişler de. Sadece "Moorish" denilen farklı bir şapka takmaları gerekiyormuş. "Kaynaklarda belirtilmeyen, özel hayatlarında ne gibi zorluklarla karşılaştıklarını ise ne yazık ki bilmiyoruz", diyor müze. Ayrıca, Kral, yazışmalarında ten renklerinden bahsedermiş, Wilhelmina ise hiç bahsetmezmiş. Kral'ın özellikle bahsetmesinin altında, sık görüştüğü destekçisi Doktor Petrus Camper'in olabileceğini belirtiyor müze. Camper, Afrika insanının fiziksel özelliklerinden çok etkilenmiş. Onların, görünüş olarak Avrupalılardan çok hayvanlara benzediğini, fakat bilişsel olarak Avrupalılarla aynı olduğunu,  Adem'le Havva'nın siyah mı beyaz mı olduğunun bilinemeyeceğini düşünüyormuş. Müze de bu görüşlerini Kral ve Wilhelmina'yla paylaşma ihtimali olduğundan bahsediyor. 

18. yüzyılda, sadece Doktor Camper değil, pek çok bilim adamı, Afrikalıların görünümünden etkilenip bir sonuca varmaya çalışmış. Genellikle siyah adam, aşağı, gelişmemiş bir tür olarak sınıflandırılmış ve hep olumsuz özelliklerle tanımlanmış. Ancak 20. yüzyıldan itibaren tüm insanların aynı türe ait olduğu sonucuna ulaşılabilmiş. Samuel von Sommering ise, Afrikalıların fiziksel olarak Avrupalılardan daha gelişmiş olduğunu fakat entelektüel ve kültürel yönlerden gelişmediklerini iddia etmiş.

Kimisi de ten rengiyle güneş, beslenme ve iklim arasında bir ilişki olup olmadığını araştırmış. Leiden'li bir anatomi profesörü Bernhard Siegfried, Afrikalıların deri rengiyle ilgili bir tez yayımlamış. Afrikalı kadının memesini incelediği çalışmada, memedeki derinin üç tabakadan oluştuğunu, yalnızca ortadaki tabakada deri renginin belirlendiğini, alt ve üst tabakanın Avrupalılarınkiyle aynı olduğunu iddia etmiş. 

Bu dönemde, "Moor", veya "negro" gibi kelimeler resmi dökümanlarda neredeyse hiç yer almıyormuş.  Fakat batılı olmadıklarını göstermek için hala derilerinin rengine göre giyinmek, Osmanlı usulü türban veya "Moorish" şapkaları takmak zorundalarmış. Ayrıca pek çok resimde inci küpeli olarak resmedilmişler. Bu modanın nasıl doğduğu tam bilinmiyormuş fakat sahibinin zenginliğini göstermek amacıyla ve siyah tenle beyaz incinin güzel bir kontrast olduğu düşünülerek yapıldığı tahmin ediliyormuş. Bir de köle yakalığı denen, demir veya gümüş yakalıklar varmış ki, kişinin şu an özgür olsa bile bir zamanlar köle olduğunu gösterirmiş ve üstünde sahibinin ismi yazılı olurmuş. Kişi artık resmi olarak köle değilse bile, bu yakalığı takmak zorunda olduğu olurmuş.

Ayrıca, köleliğin nasıl bir şey olduğunu anlatmaya çalışan Avrupalılar da çıkmış. Örneğin Kaptan John Gabriel Stedman (1744-1797). Köle ayaklanmasını bastırması için Hollanda'dan Surinam'a gönderilen Albay Fourgeoud'un alayındanmış. Boni liderliğinde kölelikten kaçan Maroonlara karşı savaşmakmış amaçları. Stedman kölelere karşı gösterilen acımasız tavrı görünce şok olmuş. Bunun hakkında bir kitap yazmış: Narrative of a Five Years Expedition. Kitabı basıldıktan sonra büyük ilgi görmüş. Köleliğin gerçek yüzü hakkında konuşulması çok alışıldık bir şey değilmiş.

Stedman with a Maroon he had killed, 1796 

-----

İşte böyle. Müze'nin en çok ilgimi çeken kısımlarını yazdım. Den Haag'ın İkinci Dünya Savaşı sonrası işçi göçü alması ve Den Haag'ın bugünü, çokkültürlülüğü üzerine bir sergi vardı, güzeldi ama hiç not almamışım, fotoğraf çekmemişim. Bir de oyuncak bebek evleri, minyatür evler sergisi vardı ki bence psikopatlık ama ince iş, saygı duydum mecbur.

Şimdilik bu kadar olsun,
Kanatlı Kedi
















26 Ekim 2017

21. Gün - Ciğerlerim 20 Yaşında

Dün sabah koşudan sonra Taalcoach için görüşmeye gittim. Kadın, haklı olarak, expatlara Taalcoach ayarlamadıklarını söyledi. "O kadar uğraşıp gönüllü buluyorum, üç gün sonra bırakıp gidiyorlar ya kendi ülkelerine, ya başka yerlere" dedi. Doğru, expat dediğin götünün üstüne oturamayan demek olmalı.Becerseydi ülkesinde kalırdı diye de genelleyebiliriz ama abartmayalım. Kadına "haklısın ama vallaha da billaha da burda kalmak istiyoz, bak ev aldık, Mortgage'a girdik, daha n'apalım", türünden laflarla ispatlamaya çalıştım Felemenkçeyle gönül eğlendirmediğimi. Yine de çok tatmin olmadı ki önce haftada bir buluşan speaking grubuna katılmamı istedi. Seviye ağır gelirse, o zaman Taalcoach için gönüllü ayarlamaya çalışacakmış. Sivil toplum kurumu ya, her şey ücretsiz, tabi kaynaklar kısıtlı, ne isterse yaparım, sıkıntı yok. Zaten benim derdim konuşabilmek, bi yerden başlayayım da devamı gelir. Bu arada bu dil koçluğu işini ücretli yapanlar da varmış. 

Aslında tuhaf bi durum. Hollandaca konuşulan bi ülkede, Hollandaca konuşmayı öğrenmek için pratik yapacak insan arıyorum. Bunun iki sebebi var: 

1. Hadi benimle Hollandaca konuş diyecek seviyede yakın Hollandalı arkadaşım yok, hala. Sıcakkansız bi insanım galiba.

2. Sokakta pratik yapmak imkansıza yakın. Çoğu esnaf İngilizce'ye dönüveriyor işini daha çabuk halletmek için. Ben de insanları oyalamak istemediğimden şansımı zorlamıyorum, her seferinde İngilizce giriyorum lafa. Yoksa lütfen yavaş konuşun, basit cümleler kurun filan demem gerekecek, eeeh deyip kovacaklar beni. ASlında bu hiç başıma gelmedi. N'olcak ki, kovsun bi hele, sonra düşünürsün sonrasını... Ama işte, ah işte öyle bi insan olabilsem...

Dün kadına çalışmak için dil öğrenmem gerektiğini söyleyince, ne tür bi iş aradığımı sordu. Gel de cevap ver, ben de bilmiyorum ki. Üstelik Felemenkçe... Türkçe anlatamayacağım şeyi başka bi dilde anlatmak zorunda kalınca öyle bi ıkınıp sıkınıyorum ki karşımdaki empatiyle anlayacağı varsa da anlayamıyor. Hele bi de kitapçıda neden mutsuz olduğumu anlatmaya çalıştım ki, muhtemelen "iş beğenmiyo götüm" dedi içinden,ben de pes ettim artık, sustum. Dil öğrenmeye geldiğimi, tüm hayat hikayemi anlatmak zorunda olmadığımı hatırlattım kendime. Git bloğuna yaz, ne diye önüne gelen Hollandalıya hesap veriyorsun.

Hakkaten bi hesap verme durumu var. Ya ben çalışmamayı kendime yakıştıramadığım için alınlanlaşıyorum ya da gerçekten bu ülkede çalışmamak ayıplanıyor. Aynı konumda, Türkiye'de yaşasaydım, belki yakınlarımdan bikaçı laf sokardı bi süre, o kadar okudun, koca parası mı yiyon şimdi diye ama zamanla unutulurdu. Hatta kimileri takdir edeceği için kendime yandaş da bulurdum, gül gibi geçinir giderdim. Fakat burda okumayanlar bile, yaşlılar bile çalıştığı için, benim yaşımda birinin çalışmamasına şaşırılıyor. Çalışmamak bi yaşam biçimi olarak görülmüyor, geçici bi sorun var, o yüzden çalışmıyorsun, düzelince tabi ki çalışacaksın, öyle bi anlayış. Para kazanmak için değil sırf, çalışmak için, toplum içinde yaşamayı hak etmek için çalışmak. Çalışmadan nasıl yaşanır ki? Bunları kimseyle konuşmadım ama hissetiklerim böyle. 

Tembelliğe, rahata kapılmamı önlüyor bu durum, iyi bi şey benim için. Dil öğrenmek için bu kadar motive olmamın arkasında bu zorlama var. Öte yandan çalışmaya bu kadar odaklanmak fazla "normal" bi bakış açısı. Çalışmak dediğin de çoğu zaman saçma sapan işlerden ibaret. Çoğu insan işinden tatmin olmuyor, mesai bitimini iple çekiyor. Para kazanmak dışında nedir o zaman çalışmayı bu kadar kutsal yapan? Topluma katkı sağlamak mı? Fuck the toplum diyesim geldi şimdi. Eğer iş hesap kitap olayına gelirse, toplumun bizden götürdüklerini n'apıcaz? Bi yerlere gelmiş seçkinlere saygınlık kazandırmak dışında nasıl ödeyebilir toplum bireye olan borcunu? Saygınlık özgürlüğün boşluğunu doldurur mu?

Nihayetinde, çalışmak yine de güzel şey, hele ki benim gibi deneyimsiz biri için. İnsanın kişiliğini oluşturması için, 30 yaşında görmüş olması gereken şeylerin çoğu iş hayatıyla ilgili ve ben onları görmedim. Bu bi eksiklik, kabul ediyorum. Çalışmadığım süre boyunca yazmakla ilgili bi ilerleme kaydedebilseydim, boşverirdim her şeyi, eve kapanıp hikaye yazıyorum, derdim soranlara. Eminim yeterdi bu, toplumda bi saygınlık kazanmak için. Fakat yok, yaratıcılıktan uzak geçiyor günler. Ya zamanı gelmemiş, ya bende o cevher yokmuş. Zaman gösterir.

Ne konuştum be!

21 gün bitti. Bu sürede şekeri bıraktım. (Aaa bu arada kahve makinesi almış arkadaşlar, daha bi tadı tuzu var yani artık evde içtiğim kahvenin, şekere daha az ihtiyaç duyuyorum.)

Yelek hala bitmedi. Etek de öyle. (Büyük projelere girmiycem bundan sonra. Kırlent örcem. Bi bitseler...)

Koşuyu bıraktım nefes problemimden ve sporsal ortamlara yine ve hala alışamadığım için. (He bugün ciğer testine gittim. Görevli sigarayı neden bırakmam gerektiğini anlatırken test sonucu çıktı, ciğerlerim 20 yaşındaymış, gayet iyiymiş. Sevindim. Hala diyo ki sigarayı bırak... Şaka şaka, haklı tabi. Bırakcam, böyle saçma bi şey yok ve biliyorum ki boğazımda hiç bitmeyen balgamın ve nefes zorluğumun sebebi o. Belki bunun için de doktora giderim tekrar. İyice bi karar vermem lazım.) 

Dereotum öldü. (Öldüğüne karar verdiğim için bi haftadır sulamıyorum. Çöpe de atmıyorum. Allah bu sorumsuzluğumun belasını versin.)

Goliath'a başladım. İlk 4-5 bölüm güzel bence. İyiler kötüler çok net belli, benim için çok güzel olsa da, daha entrikalı zekalı dizi sevenler için basit kaçabilir. 

Kitap konusunu hiç açmayayım, utanç verici zira. 

İşte böyle, bence yeterli. Çelınc bitti ama böyle otu boku yazmak hoşuma gitti, günlük adı altında olmasa da bu konseptte yazmaya devam edicem gibi... Arada konulu yazılar da yazarım. 

Selamlar, 
Kanatlı Kedi






25 Ekim 2017

20. Gün - Gecikmeli

Dün gece yatarken aklıma geldi yazmak, çok uykum vardı, aceleye gelmesin dedim.

Önce Felemenkçe ödevimi yaptım, sonra üstüne ekstra alıştırmalar yaptım. Nederlands in Actie kitabını kullanıyoruz. Kitabın ön kapağının içinde bi kod var, onu girince, web sayfasındaki alıştırmalar da yapılabiliyor. Epey bi yeni kelime öğreniyoruz bu kitapta. Bol bol çalışmam gerek yoksa hepsi üst üste binecek, unutacağım. Zevkli de geliyor. Bazı cümlelerde yüklem sona geliyor bu dilde, o kadar tuhaf ki, hala alışamadım, her seferinde özneden sonraya koyuyorum ve doğruluğundan o kadar eminim ki kontrol etme gereği de duymuyorum. Sonra derste her cümlede en az bir yanlış çıkıyor. Utandım artık dün, normal bu dedi hoca, artık teselli niyetine mi bilmiyorum ama alışması zor bi şeymiş, herkes yaparmış bu hatayı. 

Sonunda yorgunluktan bıraktım dil çalışmayı, Sait Faik'e geçtim. O kadar etkilendim ki, dayanamadım bi yazı yazdım hakkında. 

Akşam dil kursum vardı, öncesinde Taalcoach için ofislerine uğradım, bugüne randevulaştık. Randevulaşmadan gitmek öküzlükmüş hakketen. Kadın haftada üç gün ofisteyim deyince masada oturuyor, gelenlerin sorularını cevaplıyor sanmıştım. Meğer bi sürü toplantıları varmış. Düşündüğüm kadar ufak bi organizasyon değilmiş. Neyse ki kadın insanmış, ne kadar öküzsün bakışı atmadı. Görücez bakalım, yarım saat sonra görüşmem var. Speaking eksikliğimi de bu yolla giderirsem iyi olacak.

Akşam iki bölüm Goliath izledik. Fargo ilk sezondaki psikopat katil oynuyor, bu kez iyi ama yine çılgın bi rolde. Akıcı bi dizi. Umarım tek sezondur, en azından ilk sezonda olaylar çözülüyordur. Lastik gibi uzamasın. Amazon çekmiş bu arada, bilmiyordum bu işlere daldığını.Yanlışlıkla Amazon üyeliği almışız bir aylık, sömürelim dedik.

Dün fark ettim ki, Levent Yüksel arabesk albümü çıkarmış. Baya sevdim ben, orjinalini bozmamış, sesine de zaten uymuş. Yekta Kopan'ın Motto Müzik röportajlarında gördüm, arabeskle ilişkisini falan anlatıyor. Albüm de şurda:


Bu sabah bi armut yeyip koşuya çıktım. Yine tıkandım iki dakkada bi. Yaklaşık beş dakka ısınma hareketlerine gitti zaten, toplam 25 dakka sonra evdeydim. Napalım, benden de bu kadar. Ama burnun tıkalı olmasının ne kadar yaşama kalitesini düşüren bi şey olduğunu fark ettim bu sayede. Hareket etmeyi içerdiği halde sevdiğim tek şey deli gibi dans etmek, onda da hemen tıkanıyorum. Bunun normal olduğunu, kondüsyonsuz olduğum için tıkandığımı sanıyordum. Öyle değilmiş. Bakalım tedavi nasıl olacak. Yarın boğaz testi yapacak doktor. Ona göre hareket edecekmiş.

Böyleyken böyle, yarın son gün. Mari Antrikot yeni bi çelınc başlatmıştı ama yazmıyor, ne derdi var kimbilir. Burası da böyle tuhaf bi platform. Kendi hayatını anlat, başkalarının hayatlarını oku, dertleşir gibi, havadan sudan konuşur gibi, samimi hisset, sonra ortadan kayboluversin, hali nedir diye soracak bi yerin olmasın. Yine bi sanallık var, tüm samimiyet çabamıza rağmen. Çok da kendini vermemek lazım.

Son günde görüşmek üzre,
Kanatlı Kedi


24 Ekim 2017

Kitap: Seçme Hikayeler, Dizi: Havada Bulut (Sait Faik Abasıyanık)

Her kitabın bi zamanı var. Sait Faik'in Semaver'ini zar zor bitirmiştim. Sonra kurgu okuma modumda değilim diye uzun uzun romanlara cesaret edemeyip yine Sait Faik'in Seçme Hikayeler'ine dalmıştım. Aslında biraz da istemeye istemeye... Daha çok yazarla barışmaya kendimi zorlamak niyetiyle. Havada Bulut'taki Sait Faik'i duyumsayabilmek için...

Ve oldu. Son üç hikayeye geldim, çabuk bitmesin diye başından kalktım, gözlerimin yaşını sildim. Bi kahve yaptım kendime, önce sigara mı sarsam içsem, bu sırada yazıyı demlendirsem kafamda... derken kendime güvenemedim, ya hislerimi unutursam diye hemen buraya geldim.

Havada Bulut dizisinden daha önce bahsetmiştim. Çok kısaydı. Şimdi uzun uzun anmanın zamanı geldi. Sanırım Adalet Ağaoğlu güncelerinde ya da denemelerinde denk geldim bu diziye. Hatta tamamen kafamdan uydurmuyorsam, dizinin çekildiği ya da hazırlıklarının yapıldığı zamanlarda Ada'da, oyuncularla takılmış Ağaoğlu, Sait Faik metinleri okudukları sofraları anlatmış bize. O kadar belirsiz ki kafamda ve o kadar korkuyorum ki diyeceklerimi unutmaktan, sonra kontrol edeceğim kitaplarını. Aşağıya bi not düşerim.

Her neyse, nasıl olduysa Youtube'da işaretlemişim Havada Bulut'u, "Daha Sonra İzle" diye. Arada bi açıp bakıyorum bu listeme. Bi sürü yerli film var. Bizim filmler çıktıktan bi sene sonra hemen Youtube'a yükleniyor artık galiba. En akıllıca seçimlerimden biri bu dizi olmuş. Bi kağıda not etseydim kaybederdim, kitabın üstüne not alsaydım, kitap bitince unuturdum. İnternetin az sayıdaki faydasından biri olarak yer etti bu da kafamda.


Öylesine başladım diziye, Sait Faik'in tamam ama, dizi işte, ne kadar güzel olabilir ki, diye, çok beklentiye girmeden, örgüye eşlik etsin diye... Sonra bi sardı, bi sardı... Kulaklık falan takmadan izledim, u. da dinledi. Tiyatral konuşma biçimi başta tuhaf  gelse de insan azıcık alışınca, dizi izlerken kitap okuma hissine kapılıp şaşırıp kalıyor. Saatlerce dizi izleyince vakit kaybı diye üzülecek olan ben, ekstradan roman okuma ihtiyacı hissetmedim o günlerde. Bitince de üzüldüm tabi...

Dizinin Sait Faik'in bir öyküsünden uyarlandığını sanıyordum. En güzeli de bu cahillliğim oldu. Öyküleri okudukça, anladım ki, her bir karakteri alıp harmanlamışlar, yepyeni bi senaryo, romansı bi senaryo çıkarmışlar ortaya. Hatırladığım kadarıyla her öyküsünde bir anlatıcı var Sait Faik'in ve bu anlatıcı bir yazar, yani kendisi. Dizide de adada yaşayan bir yazar var, diğer karakterleri izliyor, yazıyor, dış ses olarak bize de dinletiyor yazdıklarını. Ve dizideki bu karakterler, kitabını okurken öykülerinde karşıma çıkıyor. Mesela Trifon. Geniş Aile'nin Zekaisi olarak tanıdığım Bora Akkaş oynuyor dizideki Trifon'u. Tabi o zamanlar daha çocuk, 2003'te çekilmiş dizi. (Yok yok, Ağaoğlu'ndan duymuş olamam o zaman, belki Onur Caymaz'dır.) Öyküyü okurken Trifon'un sesiyle, dedesi Stelyanos'un sesi konuşuyor kafamda. Gemisini deviriyorlar çocuğun...

Trifon
Lise kitaplarında yer alan "Son Kuşlar"da ökselerle minik kuşları avlayıp yiyen, sıradan, ekmeğinin peşinde bir adammış gibi görünen Konstantin Efendi de var dizide. Orda da tek cezası kuşsuz kalmak oluyor. Düşünüp duruyor niye gelmiyor artık kuşlar, diye.

Harita'da Bir Nokta'da yazmayı seven bir adamın köyüne dönüp, gerçek insanlar arasında yaşamaya niyetlenmesini anlatıyor Sait Faik, yine dizideki yazar canlanıyor gözümde. Kimse benimsemiyor O'nu, dışlamıyor da, ama sanki en ufak bir ters hareketinde üstüne çullanacaklar, öyle bir elektrik var bazılarıyla arasında. Balık tutmayı beceremiyor, elinden başka bir iş de gelmiyor. Tek bildiği yazmak, ona da tövbe etmiş, yazmayı ikiyüzlü hırslı bi iş görüyor. "Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim." diyor, köyün insanlarını namuslu kabul ediyor. Sonra bir gün, balıkçıların dışarıdan gelen bir balıkçıya ettiği haksızlığı ve bir kişi hariç kimsenin ses çıkarmadığını görünce,  dayanamıyor, bir kalem kağıt alıyor ve o meşhur cümlesini söylüyor elindekilerle: "Yazmasam deli olacaktım." Dizi de bu cümleyle bitiyor. 

Bu dediklerimin hiçbiri spoiler değil elbette. Sonunu söyledim diye Sait Faik okumaktan vazgeçecek değilsiniz, diye sanıyorum. O'nun öyküleri sonu merak edildiği için okunacak türden değildir, başlayınca anlıyor insan.

Daha bir sürü hikayesi var, diziyi hatırlatmadığı halde çok sevdiğim, gözümde canlandırmadan edemediğim.. Meseşa Eftalikus Kahvesi. Bir yazarın hayranıyla konuşurken aklından geçenleri hikayeye dökme çabası. Mesela bir öyküsünde (hadi ismini vermeyeyim bunun) bahsettiği ana karakterin aslında bir balık olduğunu geç anlayıp kendi kendime gülüşüm.... Benim gibi ömründe toplam 2 ay deniz görmemiş bir İç Anadoluluya balık hayal ettirdi, o balığı konuşturdu, oltaya gelirken aklından geçenleri benimsetti... Sait Faik'in neden Sait Faik olduğunu ikinci kitabın sonunda anladım sanırım. Bu kadar kısa, öz, tekrara düşmeyen, edebiyat yapmak için kasılmayan cümlelerle bu kadar güzel ve net anlatılır mı insanlık? Üstelik Trifon'un gemisi batırılırken de, dışardan gelen balıkçıya pay verilmezken de bi şekilde kabulleniyor insan, insan milletini. Tamam diyor, bu da böyle, n'apalım, yarın yine güneş doğar, yapacak bir şey yok...

Bi de tabi insanın edebiyata inancı artıyor, edebiyat yapası geliyor. Gaza gelip afilli cümle kurduysam affola. Bu hisleri unutmamak için aklıma geleni yazmam gerekirdi. Belki ilerde utanırım ama dursun şimdilik.

Not: Dizide, Nihat İleri, Nur Sürer, Özgü Namal, Ayla Algan, Nilüfer Açıkalın, Erdal Tosun, Berkun Oya, Ozan Güven yer alıyor... Hepsi tanıdık aslında da, isimlerini bildiklerim bunlar.

NOT: Cahilliğime doymayım, Havada Bulut diye ayrı bi öyküsü varmış Sait Faik'in! E o zaman, aynı karakterler, farklı öykülerde gezinip duruyor mu? O da güzel... Bi yazı boyunca laf kalabalığı etmiş oldum sadece, olsun, böylece kalsın n'apalım.




23 Ekim 2017

Felemenkçe Yeni Kelimeler

drijven x zinken: suda kalmak, to drive x batmak
gedreven zijn: tutkuyla sürüklenmek
wennen: used to

uitmaken: İki anlamlı:
Dat maak niet uit.= Önemli değil.
Dat maak ik zelf wel uit! = Kendim karar verebilirim!

klopt = doğru

Wat geeft jou voldoening? = Seni ne tatmin eder, memnun eder?
voldoening = tatmin

vervolgens = sonrasında, then (bağlaç)

Ben je wel eens gekoppeld aan iemand? = Biriyle birlikte misin?
koppelen = eşleştirmek, çift yapmak

Ik doe een stage. = Ik loop stage. = Staj yapıyorum.
Ik ben stagiair. = Stajerim.

vergoeding = compensation, bedel, karşılama, tazminat

blad = yaprak
bladeren = yapraklar

meerkoet = Hollanda'da bol bulunan siyah ördek, kafasında beyaz çizgi olan. Türkçesi "Sakarmeke".
fuut = Yine burda bolca bulunan kafası tüylü ördek. Türkçesi "Bahri".

19. Gün - Yarım Bıraktım Yine

Son haftalarda pazartesilerden hep nefret ettim. Akşamında koşu kursum vardı çünkü. (Bunları yazdıkça "derdini, pazartesi sendromunu sikeyim" diyenlerin sesi kulağımda çınlıyor. Yapacak bi şey yok, duymazdan gelerek yazmaya devam ediyorum.) Bu sefer de dünden başladım kendimi motive etmeye, bu kez dersi asmak yok, gidicem, valla gidicem... Bi saat önceden giyindim, çantamı hazırladım, doktorun verdiği nefes açıcı zımbırtıyı aldım. Akşamki Beşiktaş maçı için plan yaptığımız watsap grubuna dedim, koşuya gidicem diye. Her şeyi ayarladım, ayarlamıştım... Ta ki evin kapısını açana kadar. Omuzlarım düştü, geri kapattım. Gitmedim. Kursu bırakmaya karar verdim. 

Üstümü değiştirmeden ilacı sıktım, dışarı fırladım. Evin çevresinde koştum. Isınma hareketlerini yaptım. Kollarımı hocanın anlattığı gibi tutmaya, omzumu sağa sola hareket ettirmemeye çalıştım. Bikaç günde bir evin çevresinde böyle koşabilirim, dedim. Daha önce çok söyledim bu türden lafları kendime, o yüzden çok da gaza gelmemeye çalıştım, gaza gelince daha çabuk vazgeçiyorum.

İyiki gitmemişim ama... 2 dakkadan fazla koşamadım yine. Nefes problemimden... Ders öncesi attığı mailde bu hafta on dakka aralıksız koşacağımızdan bahsediyordu hoca. Yine benim için yavaşlamak zorunda kalacaklardı filan... İlaç bi işe yaramadı ya da ben sıkmayı beceremedim. Kontrole gidicem doktora, iki hafta sonra, en azından bu iki hafta içinde koşmak zorundayım ki kadına rapor verebileyim. Belki bu arada alışkanlık haline de gelir. 

Spor kültürüne yamanmak istedim, olmadı yine. Spor salonları hala başka bi gezegen, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemiyorum ki binanın amacı elini kolunu bi yerlere koymak... Bu yaştan sonra olmuyor mu desem, yoksa dayanıp şu kursu bitirseydim korkum kaybolurdu belki, diye mi düşünsem bilemiyorum... İkisini de düşünmeyip kendime çaktırmadan verdiğim söze odaklanayım en iyisi, kendi kendine koş sen, şimdilik o da yeter. Maksadın hareket etmekti zaten.

Taalcoach için mail attım bugün. Henüz cevap yok. Yine de adım adımdır.

Gideyim de Beşiktaş maçını izleyenlere salça olayım.

Hoşçakal pazartesi sendromu, 

Kanatlı Kedi 

22 Ekim 2017

18. Gün - Yeniden başlasın...

Aradan sanırım üç gün geçti, geri döndüm. Bundan sonra aralıksız devam ederim, edicem.

Yaklaşık on gündür misafirimiz vardı. Turist turist gezdim epey bi. Bugün uyandığımda yarından itibaren yapacaklarımı listeliyordum kafamda. Her gün en az bi saat Felemenkçe çalışcam. Taalcoach ayarlıcam hemen. Evdeki sigara stoğu bitti, elektronik sigara sipraişi verip, başlıycam artık ciddi ciddi. Koşu kursuna aralıksız gidicem (astım ilacı gibi bi şey verdi doktor, sadece spor öncesi kullanıp nefesimi açmak için), haftalık koşu ödevlerimi de yapıcam. Daha bi sürü şey...

Çevremde insanlar varken kendi hayatımı yaşayamıyorum resmen, bu son bir haftada bunu daha iyi anladım. Bi yere telefon mu edicem? Yalnız kalmayı bekliyorum. Evde misafirler varken koşuya çıkamıyorum, zaten canım istemiyor. Duş almak bile çok zor geliyor. Başka başka sebepleri olabilir bunun ama şu sıralar en çok gözüme çarpan şey şu: Birlikteyken ortak plan yapmak zorundayız ya, hep başkalarının planlarına göre ayarlıyorum kendimi, çatışma çıkmasın diye. Ev sahibiyken de öyle, misafirken de, başkalarıyla birlikte gezerken de. U.la bile aynı durum. Kimse benim istediğimi istemeyince de bozuluyorum, yine çaktırmıyorum nazım geçecek kadar samimi değilsem ama bildiğin üzülüyorum. 

Bu pazartesiden itibaren öyle olmamaya da karar verdim ama diyete başlasam daha gerçekçi olurdu muhtemelen.

Evde yapılacak çok iş var. Her gün en az bi tanesini halletsek on gün sonra daha bi eve benzeyecek burası, daha önemlisi, kafam rahatlayacak. Uzun zamandır içi liste dolu.

Neyse, bu akşam da uzun zamandır görüşemediğimiz arkadaşlarımız gelecek yemeğe. Tavuk sote yapıcam, daha önce bloğa yazdığım tariften. İlk defa kendi tarifimden yemek yapıcam. Kendimle gurur duyuyorum adeta.

Bi de her gelen misafirin ot kek mantar ve red light muhabbeti yapmasından sıkıldım sanırım. Ben ilk sefer geldiğimde de çok meraklı değildim, geldikten sonra red light'tan iyice soğudum zaten. Oranın özgürlüklerin merkezi olduğunu düşünemedim bi türlü. (Hala zorla çalıştırılanlar olabileceğini ve aksinin asla ispatlanamayacağını düşünüyorum.) Otu da gelenin gidenin ayıplamalarıyla denedim, hiç rahatlatmadı, daha çok midem bulandı. Mantar yiyip halüsilasyon görmek de hiç cazip gelmiyor. Birayla çakırkeyif olmak bence yeterli işte. Velhasılı gelen misafirlere bu hiç istemediğim aktivitelerde rehberlik ediyorum her seferinde. Başlarına bi şey gelir korkusundan yalnız da bırakmak istemiyorum (sanki talep etmişler gibi, işgüzarlık). Bu sefer karar verdim, denemek, görmek isteyen gitsin kendi takılsın, peşlerine takılmıycam artık. Onları da sıkıyorum, rahatça eğlenemiyorlar, ben de sıkılıyorum. 

İşte bu da benim için büyük karardı. Dünya için küçük fakat benim için büyük. 

Şimdi son sigara paketimden bi tane daha içeyim şekersiz kahveyle. Sonra market, sonra yemek hazırlığı...

Bilmeyenler için not: Hollanda'da sigaranın paketi (Kent mentollü) yaklaşık 7euroyken, Türkiye free shop'unda 2euro. 



18 Ekim 2017

17.Gün - Beş gün sonra

Beş gün geçti, misafirleri yolcu ettim. Bu arada, 
dakos yaptım yedik,
Utrecht'e gittik,
iki dakkalık göz göze bakışma deneyimine dahil oldum: twominuteconnection.org ,
İsviçre sergisi vardı İstasyon'da, bi sürü kartpostal aldık bedavaya,
kitap odasına girip baktık hızlıca, İngilizce ilgimizi çeken bi şey bulamadık, 
pazarı gezdik, sıcak stroopwaffle (evet şeker orucuna bi wafflelık mola verdik, ödül) yedik,
bikaç sokak sanatçısı dinledik, 
şehre girince oturmalık bi yer ararken güneş gözlüğümü kaybettiğimi fark ettim, numaralıydı, o yüzden önemliydi, geldiğimiz yolları geri yürüdük, bulamadık, 
okey oynadık, 
Amsterdam'da gezdik,
arkadaşın burnuna bisikletli çarptı, ağrıdı, şimdi geçti, 
Volendam'a gittik, 
Edam'a gittik, 
yine okey oynadık, 
güldük, 
renklerle karakter analizi yaptık. 
yine güldük, 
dün fark ettim ki, bakışma deneyi yaptığım yerde bırakmışım gözlüğü, kadın ilan koymuş sayfasına, hemen mail attım bakalım geri kavuşcam gibi, 
bugün nutuk siparişi verdim, kasım başında gelcek bi terslik çıkmazsa.

Genel olarak böyle. Güzeldi, pek boş durmadık.

Birazdan balgamsız gün geçirmeyen boğazım ve burnum için doktora gideceğim. Koşmaya engel oluyor. Kendimi bildim bileli var, tuzlu suyla falan olacak iş değil yani. 

Yarın akşam bi misafirimiz daha geliyor. Dolayısıyla bikaç gün daha buralarda olmayabilirim. Herkesin çelıncı bitmiş emma benana, benim çelıncım bana, senin çelıncın sana.

Yeni çelınc başlatıyormuş Mari Antrikot ama emin değilim. Her gün kendimle ilgili yazacak bi şeyler bulmam gerekecek. Çok zor. Ve kendimden bahsetmeyi o kadar istiyor muyum emin değilim. Görüciz.

Bu arada ördüğüm mini etek gittikçe daha da minileşiyor. Ek yapmam gerekecek. Yoksa kalınca bi kemere daha çok benzeyecek. Peh...

Yarım kalan işlere gelsin bugünkü yazı, 

Kanatlı Kedi

13 Ekim 2017

16. Gün - Bitse de bitsek

Dün akşamki saçma sapan açık saçık ayran kıvamındaki moral sabah da etkisini gösterdi. Hatta bütün günü etkiledi. Blog günlüğüne başladığımdan beri aralıksız devam eden üretici ruh halim çöktü. Her şey manasız. Ne gerek var ki? Sürekli uyuma isteği. Netekim uyumak. Uyanınca, daha da uyumak istemek lakin ki uykunun olmaması. Uykun olmadığı için üzülmek. Zamanın geçmesini ya da öylece donup kalmayı istemek. Ölmeyi istemeye bile üşenmek. Hiçbi şey, hiçbi fikir, hiçbi duygu için halinin olmaması. Dönem dönem bu ruh haline giriyorum. Depresif diyorum bu halime kısaca. Ama geçiyor. En fazla bikaç gün içinde geçiyor. Daha geçmeden unutuyorum, ya ben niye bu hale gelmiştim diye düşünüp duruyorum, bi sebep bulamıyorum. Bulamadıkça kendi kendimden utanıp kendimi neşelendirmeye çalışıyorum. İşe yarıyor, önemli olan niyet sonuçta. Bi müddet sonra yine aynı döngü başlıyor.

Tabi hep bi sebeple başlıyo bu haller, götümden dert uydurmuyorum, ya da sırf aman da dünya ne kadar boş gibi felsefik düşüncelerden doğmuyor. Keşke öyle olsa, daha karizmatik olurdu. Öyle olsa bu kadar çabuk da geçmezdi gerçi. Daha basit, gündelik şeyler benimki. O yüzden çok da sallamıyorum artık. Bi anda bütün kötü duygular üstüme çöküyor ya, eskiden dünyanın en dertli insanı benmişim gibi gelirdi, içerdim, yanımda kim varsa ona bu korkunç devasa allahkimseninbaşınavermesinsel dertlerimi iyice büyüte büyüte anlatırdım. Yeterince ciddiye alınmadığımı düşünürsem kızardım. Ne saçma sapan zor bi insanmışım. Ha sanki çok değişmişim gibi oldu bu son cümle. Valla değişmedim, yine koyversem öyle salya sümük milletin başının etini yiycem. Şimdi olabildiğince kendimle başbaşa kalmaya çalışıyorum bu zamanlarda. Kimseye bulaşmamak, aşırı alınganlaşan o çirkef halimden insanlığı korumak için. 

Şimdi acuk düzelmeye başladım da ondan kendimi rahatça analiz edebiliyorum. Zevkli geliyor, her zaman yanımda olmayan bu ben'e laf sokmak.

Netekim bugün çalışmıyor olmamın bütün avantajlarını kullandım, malak gibi yattım. Sabah biraz daha Den Haag yazısı yazdım, o arada iki gıdım tarih okumuş oldum, o kadar. Sonra bi de etek örmeye devam ettim. Yemek bile yemedim düzgünce. Sabah peynir ekmek, öğlen dünden kalan bulgur pilavı+kabak karışımı (ısıtılmamış), akşam marketten alınmış donmuş pizza. Gece misafirimiz gelcek memleketten (Nutuk gelmiyor, kasım başında anca kavuşcaz), morali düzeltmek lazım diye evden çıktım, azcık yürüyüş yaptım, boş boş bakındım, yeni öğrendiğim Felemenkçe bi kelimenin cümle içinde kullanıldığını gördüm bi reklam panosunda, fotrafını çektim unutmayım deyü. Sona marketten misafirlik şeyler aldım. Bira, yumurta, meyve (şeker yemiyoruz ya gece yarısı geldiklerinde bari meyve ikram edelim diye) bi de pizza. Sona eve geldim fırına attım. Yidik. u. top oynamaya gitti, maçı var. Evi toparlamada son rötuşları tamamladım. Geldim bunu yazmaya oturdum.

Bugün de böyle olsun banane be. Ben mi kurtarıcam dünyayı/kendimi.
(Sanki her gün 100 sayfa okuyodu)

Belki yazamayabilirim bi kaç gün, belki de yazarım. Belki de telefondan yazarım, kısa kısa. Belli olmaz. Çok möhümmüş gibi, söyliyim de, merak etmeyin.

Nası istiyosanız öyle bi haftasonunuz olsun efem, datlış bi şarkıyla veda edeyim:



Kanatlı Kedi

12 Ekim 2017

15. Gün - Boş

Dün gece yeni aldığım iplerle etek örmeye başladım. Tabi uyduruk, olacak mı, orası belli değil. İp kalın, çabuk bitecek gibi. Yelek hala son rötuşları bekliyo. Tüm malzemelerini almış olmama rağmen. Güzel olmayacak gibi sanki, ondan soğudum galiba. 

Sabah kalkınca da öresim geldi. İp rengarenk. Bi renkten diğerine geçinceye kadar örme hakkı tanıdım kendime. Yoksa işin önünü alamayacağım, saatlerce mala bağlayıp örebilirim, boynum tutuşuyo yani bi yerden sonra, o kadar. 

Sonra blog yazdım biraz, erteleyip durduğum, taslak halindeki yazıları toparlamaya çalıştım. Birini yayınladım. DEn Haag'la ilgili olanı. Damla Damla Günler 4'ün alıntıları hala bitmedi. Bütün kitabın altını çizmişim adeta. Alıntıları kaydetme işini bitirmeyince yeni kitaba başlayasım gelmiyor. Ya da okumamak için bahane buluyorum. Bu sıralar ev benimseme bahanesiyle ev hanımlığı işlerine fazlaca daldım, kitaptan uzaklaştım. Görev icabı oturuyorum sanki başına, ya da uykum gelsin diye. Yarın misafirimiz gelecek, 5-6 günlüğüne, onlar varken de çok okuyamam. O yüzden kendime izin verdim. Sonrasında bi hasretle sarılacağım yine büyük ihtimal. Yarın Nutuk'un da gelme ihtimali var, çok düşük ama olsun.

Bu kadar sanırım. Pek keyfim yok. Keyifsizken yazasım da olmuyor.  Yazsam kirli şeyler dökerim ortalığa, fazla samimi olur. Burayı o hale çevirmek istemiyorum. Bırakayım da burası bari günlük güneşlik kalsın. 

İyi geceler efem, 
Kanatlı Kedi

Den Haag'da Kitaplı Müzeler

Gelelim Den Haag'daki kitaplı müzelere....

Kraliyet Kütüphanesi (Koninklijke Bibliotheek), Edebiyat Müzesi (Literatuurmuseum) ve Çocuk Kitapları Müzesi (Kinderboekenmuseum) aynı binada. Den Haag Centraal tren istasyonuna çok yakın, hatta hemen dibinde. Trenle geliyorsanız şöyle bi uğrayabilirsiniz. 

Kraliyet Kütüphanesi'ne girmek için, yani girip çalışmak için sanırım kayıt olmak gerekiyor. Ama amacınız çalışmak değil, sadece ziyaretse, kütüphanenin içine girmeniz şart değil, bir sergi salonu var, onu bulmanız yeterli. Belki Kütüphane'nin içi de çok güzeldir, bilmiyorum, ben girmedim. Niyeyse acele ettim, kafam karıştı bir binada üç müze olunca, kayıt işlemiyle uğraşmak istemedim. Fakat modern bina, ne kadar farklı/güzel olabilir ki? diye düşünmeden de edemiyore.

Neyse, Kütüphane'nin sergisi ücretsiz, biletsiz. Arşivden örnek kitaplar koymuşlar camekanların içine, yanlarında da kitabın önemi anlatılıyor, Felemenkçe ve İngilizce. Örneğin şunlar dikkatimi çekmiş (Fotoğraf işini hiç beceremiyorum, uğraşasım da gelmiyor, estetik arayışıyla bakmayınız efem, sadece bilgi amaçlı bakınız lüffen.):

Hollanda'ya ilk gelen Donald Duck kitapları ve yarattığı etki üzerine...

1400lerde alt tabakalar okuma yazma bilmediği için, onlara özel, resimli, çizgiroman gibi İncil basılmış.

Kitabın kocaman oluşunu da çekmeye çalışmıştım ama tabi ki başaramamışım. 1600lerde Hollanda'da basılan, 600 sayfalık dünya atlası. Hollanda'nın ekonomideki gücünü tek başına açıklayabilecek bi belge belki de.

Kraliyet Kütüphanesi 1798'de kurulmuş, Ulusal Kütüphane adıyla. 1806'da Hollanda Fransız işgalindeyken, Louis Bonaparte, "Kraliyet Kütüphanesi" ismini vermiş, kitap koleksiyonu olan Hollandalılardan büyük koleksiyonları satın alıp Kütüphane'ye koymuş. Kütüphane'de hali hazırda var olan tarihi kitapların Fransızlar tarafından çalındığı da olmuş. Sonra 1. William tahta geçince, bunların bir kısmını geri almış. Koleksiyon gittikçe büyümüş, bina değiştirmişler. Son olarak bugünkü modern binaya gelmiş.

1978'de Kütüphane'de kullanılan bilgisayar odası. Lange Voorhout'taki eski binada.

2013'teki server odasından bi kare. Burada 400 milyon dijital kitap, gazete ve dergi bulunuyormuş. 900 hard disk ve 250 server varmış. Toplam kayıt kapasitesi 800 terabaytmış. (Ne demekse?)

Gelelim Edebiyat Müzesi'ne... Burada Hollandalı edebiyatçıların portreleri, heykelleri var. Epey geniş. Dijital bölümünde ise mektupları, eserlerinden alıntılar ve hayatlarıyla ilgili bilgiler var. Ne yazık ki her şey Felemenkçe. O kadar çok yazı vardı ki, üç beş bi şey anlar mıyım diye uğraşmak bile istemedim, gözüm korktu. Eserlerinden örnekleri çevirmek zor olabilir tamam ama keşke her biri hakkında ufak da olsa İngilizce bilgi sıkıştırsalardı bi yerlere. Hiç yakıştıramadım Hollanda'ya böyle bi müzeyi. Çok turistik olmadığı, para kazandırmadığı için önemsememişler herhalde. 1953'te kurulmuş bu arada.

Çocuk kitapları müzesi de çok güzeldi. Salona girer girmez yerdeki işaretlerle yönlendirmeler başlıyor, "önce şurdaki filmi izle" diye. Filmde kütüphanede bir çocuk var. Kitapların yazıları birden kaybolmaya başlayınca, çocuk, bi süperkahraman, bi dedektif edasıyla olayın sebebini çözmeye başlıyor. Yanlış anlamadıysam böyle yani. Sonra deniyor ki ziyarete gelen çocuklara, sen de çözebilirsin. Müzenin çeşitli yerlerinde ipuçları var sanırım, onları bulup dinliyorlar, bi şeyler öğrenirken bi taraftan da olayın gizemi devam ediyor. Zaten dedektiflik meraklısı hepsi. Güzel bi şey, ben de yapcam büyüyünce, Felemenkçe öğrenince. Duvarlarda Hollandalı yazarların kitaplarından sahneler var bi de, sırf onlara bakması bile güzel. Bu arada bu Müze 1994'te başka bi binada açılmış. 1982'den beri Kütüphane binasındaymış.

Tabi bu son iki müze ücretli. Müzekart'a bedava.

Ayrıntılı bilgiler şuralarda:

Koninklijke Bibliotheek
Literatuur Museum
Kinderboeken Museum