31 Mayıs 2014

KİTAP: KARAKTER AŞINMASI (Richard Sennett)

Kaynak
Richard Sennett'le barıştım sanırım. Ortak yönümüzü buldum: Kapitalizmi, yeni çalışma hayatını, çalışmanın hayatın kalanına etkisini anlama çabasındayız ikimiz de. 

Yeni Kapitalizmin Kültürü'nde tekrar kanım kaynamıştı kendisine. Şimdi Karakter Aşınması'nı bitirdim ve dedim ki, Sennett, gel biz senle bunları konuşalım. Anlat, daha çok anlat. Bırak mimariyi, sanatı, onlar hakkında belki yıllar sonra konuşuruz yine, bana çalışma hayatını anlat. 

Karakter Aşınması kitabının alt başlığı şu: "Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerine Etkileri". Ayrıntı Yayınları'ndan çıkmış, çeviren Barış Yıldırım. Çevirisiyle, Sennett'in edebi üslubuyla tam okumalık bir kitaptı benim için. 

Bu kez altını çizdiğim yerleri alıntılamayacağım, çünkü çok fazla çizik var. Sadece son paragrafı vurgulamak istiyorum. Yeni kapitalizmin, sözde esnek çalışma biçiminin insanlar üzerinde yarattığı kaygıyı uzun uzun anlatmış Sennett. Sonunda da biraz ümit vermek istemiş olmalı ki, şöyle diyor: 

"...bu rejimin aşağıdakilerin tahayyülleri ve duyguları üzerindeki mevcut iktidarının kırılmasının mümkün olduğunu hissettim. Ailemin acılarla dolu muhalif geçmişinden çok şey öğrendim; değişim, kitlesel ayaklanmalarda değil, ihtiyaçlarını birbirleriyle paylaşan insanların arasında, toprakta yeşerir. Bu ihtiyaçlar, ne tür bir politik programa hayat verir, bilemiyorum. Ama, insanları birbirleri için kaygılanmaz hale getiren bir rejimin, meşruiyetini uzun süre koruyamayacağından eminim."



Kitap boyunca anahtar sözcükler (aklımda kaldığı kadarıyla) şöyle:

esnek çalışma
kalıcı değer
uzun vadeli hedef
sadakat, bağlılık
bağımlılık korkusu
kendi yaşamı üzerinde kontrolü yitirmek
çocuklarına örnek olacak bir yaşam 
iyi iş =? iyi karakter
değişim
dinamik
tüketici odaklı
sermayenin sabırsızlığı
istikrarlı geçmiş
no long term
tutarlılık
sorumluluk almak
gerçekçilik
karakterin anlatıya dönüşememesi
belirsizlik
istikrarsızlık
karakter
rutin
insanın kendiyle ne yapacağını bilememesi
demir kafes
verimlilik
endüstri psikoloğu
iç bütünlüğün olmayışı
işten çıkarmalar
danışmanlık
kendi sıranın gelmesini beklemek
değişim yeteneği
üretimde esnek uzmanlaşma
devlet kapitalizmi
neoliberalizm
piyasa-devlet ilişkisi
işyükü
esnek-zaman
fason üretim
sahte özgürlük
evden çalışma
sonsuza kadar sahip olma isteği
rekabet-çilik
kaybolmuşluğun ortasında gelişebilen insan=girişimci
okunaksızlık
kaybolmuşluk
ürettiğini anlamamak, tamir edememek
zihni dışarıda bırakan emek
yüzeysellik, sığlık, uçuculuk
coşkulu patronlar
mat yüzlü işçiler
risk 
cesaret etmek
kazanan hepsini alır
dikkat odaklanması
dobra iletişim tarzı
beceriksizleştirme
anlık kapasite
kaçma dürtüsü
çalışmanın mükafatsızlığı
iş etiği
öz-disiplin
amaçlı insan
zamanı organize edememek
takım çalışması (sığlığın grup halinde yaşanması)
gruba uyum sağlamak
liderlik
kolaylaştırıcı
sorumluluk almamak
otoritenin yok oluşu
"bunu nasıl daha iyi hale getirebiliriz?"
işbirliği maskeleri (üzerinde kocaman bir gülümseme bulunan bu sosyal beceri pencereleri)
ironik insan
başarısızlık
utanç, korku, tabu
kurban
hayatı anlamlı kılmayı başaramamak
kendinde değerli bir şey görememek
varolmanın ötesinde gerçekten yaşamayı başaramamak
kendi hayatını çizmek
ihanet
yabancılar, göçmenler
kendini suçlamak
başarısızlığı inkar etmek
sürüklenme
sürüklenme duygusunun kırılması
vazgeçmek
gerçeği kabul etmek
bağımlı olmaktan utanmak
güvensizlik
şüphe duymak
patronluk taslamak
işyerinde cemaatin oluşamaması
güç farklarının inkar edilmesi (hepimiz eşitiz yalanı)
sorumluluktan kaçacak güce sahip olanlar=liderler
uyumsuzları susturacak imkanlara sahip olanlar=liderler
kendini muhafaza etmek
kendine dürüst olmak
kayıtsızlık
çabanın işe yaramayacak olması
dostun düşmanın net olmayışı
yanlış bilinç
tepkisizleşmek
reklamcılık







20 Mayıs 2014

Sosyoloji Günlükleri 1

Kendimi akademisyen olacak kadar araştırmacı ve odaklanabilir hissetmiyorum çoğu zaman. Ama hala sosyolojik zımbırtıları okumayı ve en çok da bu konularda yazmayı seviyorum. Ne olacak? göreceğiz. Bu da böyle bi günlük notu olsun.

10 Mart 2014

KİTAP: SESSİZ BİR ÖLÜM (simone de beauvoir)

Simone de Beauvoir'nın annesinin yatağa düşmesinden ölümüne kadarki süreyi anlattığı kitap. annesi, yaşına göre basit sayılabilecek bir hastalıktan hastanede tedavi görürken, kanser olduğu ortaya çıkıyor. ve kadın, yavaş yavaş gözümüzün önünde eriyip gidiyor. artık koskoca kadın olmuş simone, annesiyle arasındaki anlaşmazlıkları, ortak neredeyse hiçbir yönlerinin olmayışını, vicdan azabıyla karışık anlatıyor.  yatalak ve tedavisi olmayan bir hastanın, acı çekmesine rağmen ömrünü uzatma çabamızın tuhaflığını hatırlatıyor. sırf vicdan azabı çekmemek, hastanın öldürülmesine karar vermiş olmamak için çaresizce her türlü tedavi yöntemini deneyişimizi... bu yöntemlerin işe yaramayışını, yalnızca hastanın acı çekerken yaşadığı süreyi uzattığını... bunları uzuuun uzun anlatıyor. annesini de tanıyoruz biraz bu sırada. bir anne, kız çocuğunun gelişimini nasıl etkileyebilir, özgürlüğünü kendi kendine ilan edememiş bir kadının içindeki tutsaklık dışa nasıl yansır? bunları da görüyoruz.


10- Annem, bir şeyi beğenmenin tadına, aynı anda başka bir şeyi kınamakla varırdı ancak...

11- Yaprağı çevireceğim artık.

16- Tatsız bir ilaç karşısında duyduğu korku daha derindeki bir kaygıyı mı gizliyordu?

19- Şen kadınım da onun için seviyorlar beni.

20- Hem iyi bilinen bir şeydir: Analar babalar oğullarının delirdiğini, çocuklar annelerinin kanser olduğunu en son kabul eden kimselerdir.

30- Zorlu, her yanıyla tutarlı bir kişiliği olduğu için aldığı yaralar güç onuyordu...

32- Sevdiği, ama kendisiyle artık hemen hemen hiç sevişmeyen erkeğin yanında uyumaya devam ediyordu: Umuyor, bekliyor, yanıp tükeniyordu, ama hepsi boş yereydi bunların.

65- Gerçeğin kendisini ezdiği, birtakım sözler yardımıyla bu gerçekten kurtulmaya uğraşacağı sırada, onu susmaya mahkum ediyorduk; tasarılarını içine atıp söylememeye, kuşkularını bastırmaya zorluyorduk... yaşayışında bunca kez duyduğu şeyi yeniden duyuyordu: Hem suçlu hem anlaşılmamış bir kişi olduğunu...

75- Nereye gitsem, sahneye çıkmış, oyun oynuyormuşum gibi geliyordu.

76- Acı ile ölümün giriştiği bu yarışta, ölümün birinci gelmesini candan dilemekteydik...derisiyle kemikleri arasında hücrelerini yiyip bitiren gizemli sürülerin yaptığı iş, hemen göze çarpıyordu.

78- Büsbütün sönmüş sandığım eski sevecenlik, özentisiz sözlerle konuşmaya, özentisiz davranışlarda bulunmaya başlayabildiğimizden beri dirilmekteydi.

95- ...kimsecikler için elimizden geleni -hiçbir zaman- yapmadığımızdan...

96- Kendini savunmasız kalmış duymak, yazgısız, tamamıyla, aldırışsız hekimlerle aşırı ölçüde çalıştırılan, yorgun, bezgin hemşirelerin elinde olmak, ne korkunç şey! Yılgıya kapıldıkları zaman alınlarına kimse elini koymayacak; ağrılarla kıvranmaya başlar başlamaz yatıştırıcı ilaçlar verilmeyecek; yokluğun sessizliğini dolduracak yalan dolu gevezelikler yapılmayacak.

99- Sakla. Ölümü dirimle bir araya getirmeye, ussal olmayan bir şey karşısında usulca davranmaya yeltenmek boş şey: Varsın, herkes, duygularının karışıklığı içinde bildiği gibi sıyrılsın işin içinden.

101- Bizim için yapılacak toprağa verme töreninin genel provasına katılıyorduk
108- Doğal ölüm diye bir şey yoktur: İnsanın varlığı dünyanın düzenini konuşma, tartışma konusu haline getirdiğine göre, onun başına gelenlerin de hiçbiri hiçbir zaman doğal sayılamaz.

KİTAP: AÇLIK OYUNLARI 3 - ALAYCI KUŞ (suzanne collins)

Alaycı Kuş, distopik Açlık Oyunları serisinin 3. kitabı. serinin ilk ikisinin filmini izledim. üçüncünün çıkmasını bekleyecek kadar sabrım yoktu, ayrıca internet yorumlarında hep kitabın daha etkileyici olduğu yazıyordu, ben de kitabını okudum. daha fazla ayrıntıya girildiği için elbette kitap daha çok sarıp sarmalıyor. tabi önce filmleri izlediğim için, kitaptaki sahneleri ve kişileri filmdekilerle eşleştirmeye çalıştım hep. dolayısıyla, "hayalimdekiyle hiç uyuşmadı" demem imkansız.


ilk 2 filmden tam olarak distopya kokusu alamamıştım. olay örgüsünden "diktatör bir adam var, o adam yok olsa her şey düzelecek" gibi bir mesaj edinmiştim. fakat distopyada sistem eleştirisi olmalıydı bana göre. 3. kitapta bu sistem eleştirisi ilk iki filme göre epey göz önündeydi. günümüzde adı sık geçen siyasal sistemlerin isimlerini anmadan, genel olarak yönetme, yönetilme, halk, elit, işçi, iktidar, adalet gibi kavramlara, ideal yönetim biçimi hayallerine, ufaktan ufaktan dokundurmuş ve hiçbir siyasal sisteme yakın durmamış Collins.

cümlelerin altını çok fazla çizmedim, çizme gereği duymadım. olay örgüsünü takip etmeden, sonradan baktığımda bir şeyler anlayabileceğim cümleye rastlamak zordu. ancak ileride unutmak istemeyeceğim bi kitap olduğu için, kendimi zorlayarak, buraya not edebileceğim 3-5 cümle buldum:


58- Güzellik Seviye Sıfır'ın anlamının, yataktan kusursuz ama doğal görünerek çıkan bir insanın görüntüsü olduğunu sonradan öğrendim. Tırnaklarım kusursuzca biçimlendirilecek ancak cilalanmayacaktı. Saçlarım yumuşak ve parlak görünecekti ama şekil verilmeyecekti. Tenim pürüzsüz ve berrak görünecek, ancak boyanmayacaktı. Vücut tüyleri ağdayla alınacak, koyu renk halkalar giderilecek ancak dikkat çekici iyileştirmeler yapılmayacaktı.

227- Yemek salonunun her köşesinde, iyi bir yemeğin yaratabileceği gençleştirici etkiyi görebilirdiniz. İnsanları nasıl daha kibar, daha komik, daha iyimser kılabildiğini ve yaşamaya devam etmenin hata olmadığını hissettirdiğini. Her tür ilaçtan daha iyiydi.

335- Oysa Coin onu burada bırakmıştı, örnek oluşturmak için olsa gerekti. Olur da ileride kendisi de gözden düşecek olursa, başkanların -en nefret edilesi olanların bile- özel muamele göreceğinin anlaşılması için. Onun gücünün etkisini ne zaman kaybedeceğini kim bilebilirdi?

355- ...böyle şeylerin olabildiği bir dünyada yaşamak, kimsenin yararına değildi.

25 Şubat 2014

KİTAP: KÖRLÜK (jose saramago)

kaynak

32- ... olayları onun yaptığı gibi bilinçsiz olarak tersine döndürmek, yalnızca insan türüne özgü bir davranıştı.

93- Bana kalırsa, bizden önce onların kör olması gerekirdi. Nedenini kendine sormadan herkes bu düşüncede birleşti, bu düşünce birliğinin doğru nedenini kimse söylemedi, kimse çıkıp da, O durumda bize ateş edemezlerdi, demedi.

97- Böyle süslü bir dilin güzelliğine yeterince duyarlı olmayan bazı askerler, kuduz köpeklerin bu körlerle ne ilgisi olduğunu bir türlü anlayamamıştı ama bir alay komutanının ağzından çıkan her söz altın değerindeydi, gerçek altın değil elbette, düşündüklerinde, dediklerinde ve yaptıklarında haklı olmayan bir insan o kadar yüksek rütbeye erişemezdi.

134- ... Peki, ya verecek bir şeyi olmayanlar, dedi eczacı kalfası, O durumda olanlar da başkalarının onlara verdikleriyle karnını doyurur, çünkü bir büyüğümüzün dediği gibi, herkes yeteneğinin elverdiği ölçüde, gereği kadar alır.

150- Doktorun karısı kendini bu adamın bir yiyecek hırsızı olduğunu, öteki insanların elinden, onların hakkı olanı zorla aldığını, bebeklerin lokmalarını ağızlarından çekip aldığını düşünmeye zorladı, bununla birlikte bu tükenmiş beden, arkaya devrilmiş bu baş, iri damarlarla kaplı bu boyun karşısında nefret duyamadığı gibi, en küçük bir kızgınlık bile duymuyor, içinde yalnızca tuhaf bir acıma duygusu uyanıyordu.

162- Önce sağ taraftaki koğuşlarda kalan kadınlar tatsın o zevki, ne yapalım, ben buradaki arkadaşlarımın dertleriyle haşır neşir olurum, bu sözleri çıkıp da kimse söylemedi ama bütün kadınlar düşündü, hepimizin üzerimizde ikinci bir ten gibi taşıdığımız, adına bencillik denen şeyden yoksun kişi henüz anasından doğmadı, o ikinci ten öylesine kalındır ki, birinci tenimiz bir evet ya da hayır yüzünden hemen kanarken ona hiçbir şey olmaz.

163- ...yeri geldikçe bilgeliklerini övmekten hiç bıkmayacağımız eski insanların bize bıraktıkları şu özlü sözde olduğu gibi...

193- Kadınlar birbirlerinin içinde yeniden doğar, namuslulardan orospular, orospulardan namuslular doğar, dedi koyu renk gözlüklü genç kız.

200- ... ölüm geldiğinde herkes aynı körlüğe bürünmüş olacaktı.

208- ... bu sözü daha güzel söylemek istiyorsanız, uyaklı koşuklu bir şeyler düşünmek size düşüyor.

224- ... bunu yapmak köpekler için kolay, derilerini üzerlerine birer palto gibi giymişler sanki. (ıslakken silkelenip su sıçratarak tüylerini kurutmalarından bahsediyor).

227- ... yalayacak gözyaşı bulamadığı zaman bayağı hırçın ve söz dinlemez bir hayvan oluyor.

248- Bu soruya bir karşılık bulamıyor, karşılıklar insanın aklına her zaman zaman verilmesi gerektiği anda gelmez, çoğu kez de verilebilecek tek karşılık, aklına bir karşılık gelmesini oturup kuzu kuzu beklemektir.

251- Gözyaşı yalayan köpek, iz peşindeymiş gibi burnu yerde geliyordu, alışkanlık işte, oysa başını kaldırsa aradığı kimseleri gözleriyle görecekti.

260- ... kandillerin de, köpeklerin de, insanların da, yani hiçbirimizin ve hiçbir şeyin dünyaya ne amaçla geldiği ilk günden bilinemez. 

266- ... o halde balkona çıkıp kendilerini komşulara sergileyerek çamaşır yıkamaya kalkmazlardı, kör olalım ya da olmayalım, böyle şeyler yapılmaz...

268- ... yağmurun altında gözyaşı döken çıplak üç melek.

280- Ben geçiciyim, demişti yazar, bunlar da geçip giderken bıraktığı izlerdi işte.

287- ... öldükten sonra çekilen acılar daha da katlanılmazdır.

287- ... bu sözlerde, durmaksızın dönüp dolaşıp geri gelen tek özgün şeyin sözcükler olduğunu gözleyebilirsiniz, aynı sözcükler aynı şeyi anlatmak için dönüp gelmişti, önce araba çalan adam için, şimdiyse anahtarları geri veren yaşlı kadın için...

288- ... kökler akıllıdır, giyotin gibi inen kazma darbeleriyle kesilmekten kurtulmak için toprağın yumuşaklığından yararlanıp esnedikçe esner her biri.

288- ... vaktiyle nasıl gömüldüklerini anımsamak amacıyla gömme törenine katılan hayaletler gibiydiler.

289- Biz şimdiden yarı yarıya ölüyüz, dedi doktor, Hayır, yarı yarıya canlıyız, diye karşılık verdi karısı.

290- ... doktorun karısının bu incelik dolu hareketinin uyandırdığı heyecandı onu ağlatan, sonra, o noktaya onu hangi yolların getirdiğini bilmeden, aynı zamanda birinci kattaki yaşlı kadına, o çiğ et yiyicisine, evinin anahtarlarını ona cansız eliyle veren o korkunç büyücüye de ağladığını fark etti.

290- Kapı tokmağı, bir evin ileri uzanmış elidir...

306- Hiç değişmeyen bir başka şey de, bazılarının mutsuzluğunun başkalarının mutluluğu oluşudur...

307- ...felaket herkesin başına aynı anda çöktüğünde bile bazı insanlar ötekilerden her zaman daha kötü koşullarda yaşar.

308- ...şehla çocuk da kırlara gitme düşüncesine canı gönülden katıldı, bunun nedeni belki de böyle bir yerde yaptığı bir tatilin güzel anılarıydı.

311- ...yalnızca orada bulunan, dolayısıyla söylenenleri kendi kulaklarıyla işiten insanlar bu basit sözlerin, koruma, gurur ve yetke gibi birbirinden çok farklı duygulan ne büyük bir şiddetle içerdiğini sezebilirdi.

312- ...heyecanın getirdiği idealleştirmeler, ıssız adadaki sahte uyum artık bitti, kırışıklık kırışıklıktır, kellik de kelliktir...

314- Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, Gören körler mi, Gördüğü halde görmeyen körler.

19 Ocak 2014

İYİ FİLM: THIRD STAR

Sherlock sonrası başlayan Benedict Cumberbatch'a doyamama sendromu sebebiyle, kendisinin tüm filmlerini araştırmaya başladım.

Third Star 2010 yapımı İngiliz filmi. Uzun yüzlü, uzun boylu adam, dram türündeki bu filmde başrolde. 

Genç yaşta kanser tedavisi görüyor, ölümü çok yakın. Morfinle acılarını azaltmaya çalışıyor. Ailesi, arkadaşları O'nun için endişeli, O'nu son günlerinde mutlu etmek tek dertleri olmuş. İyileşmeyeceğini biliyor. Günlük ihtiyaçlarını gidermek için onlara ihtiyacı var, bunu da biliyor ama gözünün önünde mutsuz olmalarına da dayanamıyor...

3 yakışıklı dostuyla birlikte, ölmeden önce görmek istediği Barafundle Körfezi'ne doğru yola çıkıyorlar. Dağda tepede kamp yapmalar, ateş başında muhabbetler, gece gündüz bir arada kalmaktan ötürü gerilen sinirler, edilen kavgalar, 5 dk sonra barışmalar... Ölüme yaklaşan hasta psikolojisi... Genç yaşta kanser olma psikolojisi... Birine kendini adama ihtiyacı... Ölüm çok yakın olmamasına rağmen yaşamı boşa harcamanın verdiği vicdan azabı, başkalarına göre yaşamak, yalnız kalmaktan korkarak yaşamak...

Oyunculuklar mükemmel. Muhteşem manzaranın içindeki boşluğun, anlamsızlığın yansıması mükemmel. Görsel açıdan o kadar güzel ki, resim meraklıları dayanamamış, çok güzel görsellerini hazırlamış/resimlerini yapmış:

kaynak

kaynak

kaynak

kaynak

kaynak

kaynak

kaynak

kaynak

kaynak

kaynak

kaynak








13 Ocak 2014

KİTAP: İNSAN MEDDÜCEZRİ-YARIM ADAM (hilmi ziya ülken)

kaynak
kitap, ilk olarak cumhuriyet gazetesi'nde tefrika edilmiş (yazı dizisi halinde yayınlanmış), 1941'de şirketi mürettibiye basımevi tarafından kitap olarak basılmış. ben ise iş bankası yayınlarının 2012'de yeniden yayınladığı baskısını okudum. kitabın sonundaki sözlük, bir yüzyıl önce sık sık kullanılan sözcükleri anlayamayan zavallı bilgisiz neslimiz için çok faydalıydı. ..

ülken, birkaç romanlık bir seri hazırlamayı düşünmüş ancak bu düşüncesini tatbik edememiş. seriye ait "posta yolu" romanı da basılmış. hatta işbankası yayınları da bu kitabı 2012'de tekrar basacağını vaat etmiş ancak sanırım basılmamış, internette hiçbir bilgiye rastlamadım.

kitapla ilgili ayrıntılı bilgiye şuradan ulaşabilirsiniz:  http://www.journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/iktisatsosyoloji/article/viewFile/6689/6211

ben şimdilik yalnızca altını çizdiğim satırları aktarmakla yetineceğim:





----

73- bütün felaket, rüya görüp sonra bunu tatbike kalkmadan çıkıyor. ... rüya görenleri severim. ama rüyasını tatbike kalkan ve bir masal için kıtal yapanları değil. don kişot değirmenlere saldırdığı için gülüyoruz. fakat eğer onun yerine rüyası için insanları boğazlasaydı, bize gene masum ve sempatik görünebilecek, gülerek geçecek miydik?...bütün bu fikir uğruna ortalığı kasıp kavuranlar şaka etmiyorlar. bizi rüyalarının elinde oyuncak yapmak istiyorlar.

153- ya bu noksan neden? 
şüphesiz korkudan! allah'tan korkmak, cehennem ateşinden, polis tehdidinden, huzurunu kaybetmeden, dile düşmeden korkmak, hülasa gözlerini yumup içine katlanarak korku sağanağı altında yaşamak elbette sevgi bırakmaz. 

154- işte davamızın ruhu! halkı nasıl çalıştıralım? iş organizasyonları nasıl kuralım? bu arada küçük meseleler de var: mesela köylü neden çalışmaz? sonra şehre girmeli: tabakhane suları şehrin havasını bozduğu için dış mahalleye naklinden, sulara pis mecralar karıştığından bahsederiz.

244- hiç kimsenin onu sevmediğini, sevemeyeceğini zannediyordu. bir gülümseme, küçük bir iltifat onu kolaylıkla sürükleyebileceği gibi, gene onun kadar küçük tesadüfi bir ihmal birden yeise düşmesine kafiydi. bir gün inandığı kadın yüzüne kahkahayla gülerek onu bırakmış olsa, mutlaka kederinden öleceğini düşündüğü için, kimseye bağlanamıyordu. 

262- bana iftira ettiler, fakat buna müstahaktım; gölgeye sığınıp, ateşte yananlara acıyordum. ıstırabın ne olduğunu bilmeden, ıstırap çekenlerin, kahramanlığını yapmak istiyordum. hakikaten yegane mahkum benim! cezamı çekmeliyim!

272- söz arasında, istanbul halkının ne gibi işlerle uğraştığından bahsettikleri zaman o, bunların çoğundan habersiz görünüyordu. kautsky'nin eserleri vasıtasıyla mücerret bir işçi meselesinin inceliklerini pek iyi bilen rıza bey, şaşılacak şey, türkiye'de bir iş meselesinin nasıl ortaya konacağını tayinden acizdi. ... ya bu nazariyeler! onların konuştukça daha bulanık, daha müphem, daha karanlık bir hal alanmücerret mefhumları içerisine girmek, kırık bir fenerle çapraşık bir labirentin içinde dolaşmaktan başka neydi? kelimeler, onların tariflere göre değişen ince ve tutulmaz nüansları, dönüp dolaşarak gene kendi kendini tekzibe giden bin bir fikir cambazlıkları saatlerce süren bu münakaşalardan sonra konuşanlara ne kadar yol kazandırıyor, hangisini gitmesi mukadder yoldan başka tarafa çeviriyordu? (sosyal demokrat parti kurmak isteyen rıza bey'e eleştiri)

273- hükümet bu teklifleri kabul etmez, çünkü sizi fazla ahrar ve dine muhalif addeder. işgal kuvvetleri buna mani olur, çünkü sermayesinin kökleşmesi için sizi kendine engel görür.  (sosyal demokrat parti kurmak isteyen rıza bey'e eleştiri)

277- bir frenk seyyahı gibi kenardan bakmaya utandığı için aralarına karıştığını biliyor fakat ne zamandır hislerinin ufkundan silinmiş bir alem için yapılan bütün bu nümayişler ona duyulmamış bir haletiruhiyenin ifadesini görmek kadar manasız geliyordu. bununla beraber muttasıl göz ucuyla bakıyordu: boyunları bükük, teslimiyet içinde dua ediyorlar, eğiliyorlar ve secdeye kapanıyorlardı. bunlar debbağhane amelesi, iplik fabrikasının, boya tezgahlarının işçileri, kafasında fırtına yapan bütün o yarınki dünyanın demir yürekli insanları mıydı? boyunlarını büküp teslim olmak için yumuşak, gevşetici bir ahenkle kendilerini çağıran sese, düşünmeden, anlamaya çalışmadan koşan bu adamlar yarının büyük ihtilalini yapacak demir kolları taşıyanlar mıydı?  (yıllar sonra camiye girmek, işçilerin yoğun olduğu camiye...)

278- bazı söylüyorlar da -yani diyeceğim, kulağımıza çalınmışlığı var- öyle, ustasını hor gören, mal sahibine bayrak kaldıranlar olurmuş. vallahi biz burada doğduk büyüdük. böyle şeyler işitmedik. diyorlar ki gavur memleketlerinde bu yüzden kanlı bıçaklı olurlarmış! şehir içinde iki taraf olup muharebe meydanında gibi birbiriyle boğazlaşırlarmış... hiç insan ustasına el kaldırır mı? (cami yakınındaki kahvecinin sözleri)

281- tek azası olmayan parti, camideki amele, imamları besleyen patron, kiliseden kuvvet alan amele partisi, bütün bu masallar başbaşa verilmiş bir grup fotoğrafı, manalı bir seyahat hatırası halini aldığı zaman ona zararsız ve gülünçten fazla bir şey, adeta korkunç gibi görünmeye başlıyordu. 

298- yazılarında zinde bir hayatı telkin ediyordu. halbuki bizzat kendisi ve arkadaşları hastaydı. o, hakiki dostluk arıyordu. fakat onların her gün birbirini aldatmadan başka şey yapmadıklarını pekala görüyordu. kuvvetini işçi ve köylüden alacak bir fikre inanıyor. fakat etrafına toplanan bir avuç adamda ne işçi, ne de köylü var, cüretini kaybetmiş memurlara ve evhamlılara dayandığını biliyordu. eski darbımeselin dediği gibi, bu "çamur üstüne bina kurmak" değil de nedir?

308- hasta adam, kendini unutmak için nihayetsiz bir varlıkta kaybolmak istiyordu! allah'ta bulamadığını, toprakta, çiçeklerde, kırlarda arıyordu.

310- onu görünce eski benliğimi görmüş gibi ürküyorum. ne tuhaf! onu hiç görmek istemiyorum.

311- şüphesiz beni seviyorlar. fakat tıpkı beceriksiz, sarsak bir çocuğu acıyarak sevdikleri gibi. 

337- eminim! yalnız senden mi? hepinizden... allah razı olsun. siz olmasanız, halimiz ne olurdu? bütün okumuşlar, zaten bizi düşünmüyor musunuz? (katip niyazi bey'in yazar demir bey'e azarı)

340- bana bakma! cahilin biriyim. ah, içimdekileri söyleyebilsem!... ne güzel yazıyordun!... bütün bunları sanki ben uydurmuşum gibi... sabahlara kadar okurdum. hala şurada saklarım. billahi beni onlar çileden çıkardı! okudukça aklım başımdan gitti. kimselere açamıyorum. zaten boşta değil miyim? kimi görebilirim ki... işte nihayet geldin! sana diyeceklerim vardı... sabahlara kadar zihnimi kurcalayan, beynimi yakan şeyler...  (katip niyazi bey'in yazar demir bey'e azarı)

341- ve şimdi düşman kim, düşünüyorum! sen misin, onlar mı? ... düşman acıyı veren mi? yoksa kundağı sokup çekilen mi? kini öğreten midir? affedecek kadar zayıf olan mı? işte buna karar veremedim! (katip niyazi bey'in yazar demir bey'e azarı)





10 Ocak 2014

KİTAP: GÖZÜN VİCDANI (richard sennett)

Kitabı bitirene kadar epey ıkındım. Modernliğin Kaynakları dersinin ödeviydi, okumaya mecburdum, yoksa ilk 40 sayfadan sonra mümkün değil devam etmezdim.

Sennett'in edebi dili güzel olsa da, kitaptaki sanat, mimari ve felsefe bilgisi bombardımanı ve yazarın karmaşık üslubu yordu beni. 3-5 sene sonra okuduğumda daha sindirerek okurum sanıyorum, erken bi okumaydı benim için. Yine de altını çizdiğim yerleri not almak istedim:
 
 
-------
 
11-"çok önemli gibi görünen 'kendini bil' emrinin rahiplerin entrikalarından kaynaklanan bir hile olduğundan kuşkulanırdım eskiden beri. insanları dış dünyadaki etkinlikten ayartıp koparmaya, olanaksız istemlerle aklını çelmeye çalışıyorlar; insanları sahte bir içsel tefekküre çekmek istiyorlar. insan kendini ancak dünyayı bildiği kadar bilir; ancak kendinde öğreneceği ve kendini ancak onda öğreneceği dünyayı yani." (Goethe'den alıntı)

14- antikçağın insanları kentte gördüklerini politik, dinsel ve erotik yaşantılarla ilgili kararlarında kullanabilmelerine karşın, modern kültür "iç" ve "dış" arasındaki bir ayrımdan mustariptir.

14- modern kentte insanlarla dolu mekanlar ya pazaryerleri gibi, tüketimle sınırlı olup sadece tüketimi sahneye koyan ya da turizm yaşantısıyla sınırlı olup, özenle turizmi sahneye koyan yerlerdir. kentin böylesine bir yaşam sahnesine indirgenmesi ve anlamsız hale getirilmesi rastlantı değildir.

15- kentleri inşa tarzımızın karakteristik özelliği, insanlar arasındaki farkların oluşturduğu duvarlardır ve bu farkların karşılıklı bir tehdit oluşturmasının, karşılıklı bir uyaran olmasından daha muhtemel olduğunun varsayılmasıdır. bu yüzden, kentlerde inşa ettiğimiz şeyler kişiliksiz, nötralize edici, sosyal kontakt olasılığını ortadan kaldıran yerlerdir: dökme camla kaplı dış duvarlar, yoksul semtleri kentin geri kalan kısmından ayıran ana yollar, koğuş tarzı siteler.

15- hıristiyanlık, batı kültürünü iç ve dış yaşam arasına duvar çekecek bir konuma yöneltti.

15- ... hem zorluğa hem de farklılığa tanık olmanın değeri; bireyin dünyaya açılarak yavaş yavaş uyumunu bulması ve dengesini nasıl koruyacağını öğrenmesinde görülürdü. yunanlılar bu duruma ..."dengeli olmak"....derdi. biz, günümüz dünyasında dengesini koruyabilen böyle bir kişiye "odaklanmış" diyeceğiz. kent, odaklanmış bir yaşama nasıl varılacağını öğreten bir okul olmak zorundadır.

16- görülen şeye önem vermenin sonucu, bir şey yapma arzusudur... dengeli kişi şiir yazarken olduğu kadar konuşurken, dövüşürken, sevişirken de aynı fazilet ve dengeyi sürdürmek ister.

27- göz, hem bir iman hem de bir hükmetme organıdır.

28- isidore zamanında kilise, bir inşaatçılar cemaati haline geldi. (sevillalı Saint isidore-yak.560-636)

30- vurgulama, abartıya dönüşebilen bir eylemdir.

36- dokunulmazlık bölgesi insanları kentten korudu, ama dünyevi yaşamın civitasını (kentin duygusal, ritüelli, inançla dolu kısmı) biçimsiz, vahşi, belirsiz, ahlaksal hafıza kaybının yarattığı bir boşluk olarak bıraktı.

36- içerideki bir belirsizlik boşluğuna karşılık, bir çeşitlilik ve kaos boyutu olan dışarısı, bir ahlaksal değer boyutu olarak insan aklı üzerindeki hükmünü yitirdi.

38- sanayi Devrimi'yle kutsal sığınağa büyük bir özlem doğdu ve işçiler ilk kez karşılaştıkları dertlerini dile getirecek, bu zorlu mücadelede onlara destek olacak sözcükleri bulmak için dine yöneldiler... ev, manevi sığınağın dünyevi versiyonu haline geldi; güvenliğin coğrafyası kentsel merkezin mabedinden ev içine kaydı... ama .. kutsallığı evde arayanlar da eve sığınmanın onların sefaletini arttırmaktan başka bir şeye yaramadığını gördüler. orchardon'un tablosu şunu gösteriyordu: evdeki gençler birbirlerini çok açık bir şekilde görmüşlerdi birden bire.



41- Saint simon'un, ev boyutunda bir iç mekanı bir sığınak haine getiren şeyin ne olduğu sorusuna yanıtı  tümüyle ölçekle ilgiliydi; emeğin oluştuğu mekan ne kadar küçük, dolayısıyla ne kadar kişisel olursa kapitalizmin yabancılaşması da o ölçüde yok olurdu.

42- dünyadaki gücün pisliğinden kaçıp sığınak ararsak, kendimizi daha çok bulacağımızı düşünürüz.

43- 1840 kuşağı ne kadar farklı şeyler hissettiğini göstermenin yolunu biliyordu: çalışmayı ya da kariyeri küçümseyerek omuz silkmek, kral gibi bol yiyecek ve kıt entelektüel besinden ötürü armut gibi olmuş bir yaşlıyla alay etmek gibi.

47- "ev, kadının geri çekilip sığındığı bir yer değil, kadının savaş alanıdır, arenasıdır, sınırıdır, dünyasıdır. ev, kadın için savaş halindeki yaşamdır, erkek için ise dinlenme halindeki yaşamdır... kadının, etkinlikleri için başka bir dünyası yoktur... bizzat, varoluşunun gerektirdiği gereksinimler dolayısıyla kadının, erkeğinkinden farklı bir ev idealine sahip olması gerekir."("ev mutluluğu üzerine bir ya da iki nosyon daha" makalesinden alıntı-1879)

64- ...dış oşluğun algılanması içe dönmenin değerini arttırır.... hiçbir şey asıl dikkate alınması gereken iç mücadele kadar önemli değildir. bundan dolayı da, dışarıdaki hiçbir şeyin "gerçekte" bir önemi yoktur... nötrlük bu yumuşatılmış haliyle bir güç aracı haline gelir.

84- kişiliksiz bir çevre, insanları "dışarıda" rahatsız edici ya da dikkat gerektirici hiçbir şeyin olmadığına inandırır.

86- denetim, kenar mahallede anlamsız bir sözcüktür; burda ise gerginliğin eşanlamlısıdır. dikkat kesilmezsen her şey darmadağın olur.

147- "ben modernlik derken", diyordu Baudelaire, "bir yarısı ebedi ve değişmez olan sanatın öbür yarısını oluşturan günlük, gelip geçici, rastlantıya bağlı olanı kast ediyorum."

148- bir farklılıklar ve birleşmeyen parçalar kenti: böyle bir kentte, özgür olanlar, takıntılı olanlardır.

151- gözler ilgisizlikle tepki vererek bakar farklılıklara. (modern büyük kentte)

159- arendt'e göre temasta bulunma korkusu  (açılma korkusu) dünyada yaşama isteğinin yokluğu demektir.

231- hiç kimseye ait olmayan bir kentte insanlar sürekli olarak kendilerinden, hayat hikayelerinden bir iz bırakmaya çalışır.

232- boyalar ve kalemler suçlu hale getirilince...

234- müzikte somutluk, öğrencinin kendi çalışını sanki başka birisi çalıyormuş gibi işitebilmesi demektir; bu durumda, çalış, incelenebilecek, maddi bir şey haline gelir.

237- paris duvar yazısı, duvarı, açıkça görülmesi gereken şeyin bir bölümü, yani çerçeve boşluğu olarak içine alır, new york duvar yazısıysa duvarı yok eder.

237- ....(paris'teki) afişler de insanların bakacağı duvarların; "ben"lerin birbiriyle rekabet ettiği değil, her şeyin yan yana geldiği duvarların yaratılmasına hizmet eder.

238- dewey'e göre "bir organizma yaşamın temelini oluşturan dengeyi ancak, çevresinin belli bir düzen içindeki ilişkilerine katılıyorsa korur."

239- ...engellenmenin sanat üzerindeki değeri... insanlar engellendiklerinde, yani başardıkları ya da yenildikleri değil, ikisinin arasında kaldıklarına dışarıya açılırlar.

240- modern kentsel ızgara, bir sanayi makinesinin çalışmasına çok benzeyen, sırf tekrarlardan oluşan, merkezsiz ve sınırsız bir biçimdir.

241- bir imgenin tekrarlanmasıyla dönüşüm nasıl gerçekleşebilir?

243- walter Benjamin: "gittikçe daha çok miktarda çoğaltılan sanat yapıtı, çoğaltılmak için tasarlanan sanat yapıtına dönüşür."

243- ...klişeler yan yana konduklarında aşinalıklarını yitirir, başka bir şaşırtıcı anlam çıkar ortaya.(andy warhol örneği)

243- (Richard avedon) boş bir mekanın açığa çıkardığı insan karakteri konusundaki saplantısından ayrılmadı ve onun saplantılı tekrarı, tutarlılığının bir güvencesi haline geldi. (portre fotoğrafları hk)

249- var olan koşullar, mekanda ifade bulan zaman farklarının göze alınmasında, başkaları tarafından yapılmış şeylere saygı gösterilmesinde, bir farklılıklar kentinin nasıl tasarımlanacağı bağlamında anahtar sözcük gibidir.

251- (frank Lloyd) Wright'ın yüksek binaları, dikine bir çevrenin uyuşturduğu insanları yükseklik hakkında düşünmeye zorlar. gugenheim müzesi, rockefeller Center'a karşı çarpıcı bir kontrast oluşturur.

261- insanların, inançlarını paylaşmadıkları başkalarına ihtiyaçları vardı.

277- dışa dönmek, insanın kendi iç bütünlüğüne ve tamlığına yönelik bazı dürtülerden vazgeçmeyi ima eder...





04 Ocak 2014

KİTAP: KÖTÜ SAATTE (gabriel garcia marquez)

yıllar önce, sanırım lisedeyken okudum marquez'in "kırmızı pazartesi"sini. sonra "yüzyıllık yalnızlık" a saldırdım hemen. tabi kitabın çok ağır/sıkıcı gelmesiyle birlikte, Nobel ödüllü kitaplardan bir süre daha uzak durmam gerektiğini hissettim. yıllar sonra, kütüphanede gaza gelip "kötü saatte"yi alayım dedim, marquez'le barışalım diye.


nasıldı?

kırmızı Pazartesi'nin konusunu hatırlamıyorum ama okudukça zihinde bıraktığı tat, o'nunkine benziyor: bir kasaba ve devlet ile din görevlilerinin halk üzerinde otorite kurma çabası. halkın umursamazlıkla korku arasında günlük yaşantısına devam etmesi. pederin halka ahlak pompalamaya çalışırken, tanrıyla kendini bütünleştirirken, başkalarını küçümseyerek, işine geldiğinde ahlak bekçisi ama aslında katil olan devlet yetkililerini destekleyerek, aslında gittikçe edepsizleşmesi... pederin örnek kasaba yaratma çabası... yerini devredecek bir peder yetiştirmediği için, kasabanın kendinden sonra ne hallere düşeceğini düşünüp dertlenmesi, yani aslında kendini kendi gözünde fazla büyütmesi. ahlak baskısı altındaki toplumda gizli gizli devam eden günahlar, dedikodular, skandallar...

tuğrul Tanyol, "kötü saatte" diye çevirmiş kitabın ismini. seçkin Selvi'nin "şer saati" diye çevirdiği bi baskısı daha var. ikisi de can Yayınları'ndan. şer saati daha hoş geliyor kulağa, kitabın içeriğine de daha uygun bi isim, gibi geldi bana.

konusu güzel olsa da, sanırım marquez'in üslubuyla hala tam anlamıyla barışamadım. akıp gitmiyor kitap. karşılıklı konuşmalar, betimlemeler, "o an o kasabadasın" hissine yaklaştırıyor ama bir an önce bir sonraki sayfaya geçme isteği uyandırmıyor. en azından bende öyle oldu.

alıntılar:

31- adam güpegündüz, yabancı bir kentte kaybolmuş gibi hissetti kendini.

33- sonra, her zamanki gibi, kendi sınıfını oluşturan yarım düzine aileyi bütün kasabanın yerine koyarak....

64- ...erimiş cama benzeyen hava...

70- ...tanrı, sana seni sayan bir erkek bulma şansı vermiş. işte bu yüzden evlenip evini yasallaştırmalısın.

85- eleştirmenler kısa öykü diyebilirler, ama uzun bir kısa öykü.

104- bana kalırsa...bukalemunların bütün duyarlılıkları gözlerinde. ...biraz önce radyoda, kör bukalemunların renk değiştirmediklerini dinledim.

107- geri gelirler...utancın belleği zayıftır.

113- dünya kurulduğundan beri hiçbir bildiri iyilik getirmemiştir.

145- saatler sonra, cibinliğinin içinde uyanık yatarken, peder angel burada, bu kilisede bulunduğu on dokuz yıl süresince, zamanın gerçekten geçip geçmediğini düşünüyordu.

147- eğer erkekler doğum yapabilselerdi daha düşünceli olurlardı.

148- asis'ler, bu çevrede bir tek papaz bile yokken Tanrı'nın kullarıydılar.

149- adalet, topallaya topallaya yürüse bile yine de gideceği yere gidiyor.

149- dünyada pazartesi diye bir şey olmamalıydı.

151- yüzü, yazı yazmaya alışık olmayan birinin imza atarken takındığı anlatıma bürünmüştü.

152- iki yıl nutuk attıktan sonra, hala aynı durum, basında aynı sansür, aynı memurlar.

157- ...muayenehanelerin insanda uyandırdığı budalaca bir merakla çevresine bakınıyordu.

158- doktor: aşağıdaki hiçbir şeyin değişmediğini bile bile, insan içgüdülerini dizginlemek için yıllardır didinmek pek tanrı işiymiş gibi gelmiyor bana... son günlerde, Tanrı'nın amansız uğraşının dökülmeye başladığı duygusuna kapılmıyor musunuz?

-peder: tüm yaşamım boyunca her gece aynı duyguya kapıldım. bu nedenle, ertesi gün daha büyük bir güçle işe başlamam gerektiğini biliyorum.
-d: peder, bir gece elinizi kalbinize koyup kendinize, ahlakın yaralarını sarmaktan başka bir şey yapıp yapmadığınızı sorun.
-p: öldüğünüzde, bu sözlerinizin ne denli ağır olduğunu öğreneceksiniz doktor.
158- ... doktorun yüreğine ektiği o yenilgi duygusu...

169- başkan: kim yaptı bunu?
polislerden biri: hepimiz (öldürülen mahkum hakkında)

171- devletin kolu uzundur.

175- uzun cüppesinin iliklerini düzelttikten sonra, gündeye giydiği, altı açılmaya başlamış botlarını geçirdi ayağına.