31 Ocak 2017

Felemenkçeyle Barışmam Şerefine

Dil öğrenmeye çalışmak, basit geometri soruları çözmek gibi veya puzzle yapmak gibi bi şey. Bi noktaya kadar insan içine girmeye cesaret edemese de, bir yerden sonra zevk alıyor. Bu aralar benim için öyle en azından.

Buraya ilk geldiğimde ücretsiz bir dil kursuna yazıldım. Haftada 1 gün, iki saat. Kendi kendime hiç çalışmadan başladım, yani ilk Felemenkçe kelimelerimi orada öğrendim. Çok sıkıldım, bikaç ders içinde nefret ettim dilden. Felemenkçe öğrenmenin gereksizliğine inandırdım kendimi. Bi sürü de bahanem vardı. Zaten sokakta herkes İngilizce konuşuyordu, ihtiyacım yoktu. Kulağa çok kötü geliyordu, Yunanca gibi, İtalyanca gibi beni kendine çekemiyordu, çirkin bi dildi vs... Saçmalık...Dil ırkçılığı işte. 

Halbuki sıkılmamın sebebi çok başkaydı. Yeni bir dil nasıl öğrenilir, unutmuştum. En son ilkokulda yeni bir dil öğrenmiştim, İngilizce. Sonra lisede haftada 1 saat Fransızca, 1 saat Almanca dersimiz vardı. İkisini de sevememiştim hatta o zaman da yine nefret etmiştim. Yine bahanem boldu, hocalarımız çok kötüydü, mıy mıy konuşuyorlardı. Üniversitede ücretsiz kurslara yazıldım, ilk dersten sonrasına gitmedim. Neden? Dersler yoğundu, kurs bizim kampüste değildi, kalkıp gitmesi zordu vs...

Bahane çoktu ama asıl sebep yeni bir dil öğrenmenin imkansız görünmesiydi. Kitaba kitap ya da book değil de başka bir şey diyebileceğimi düşünemiyordum, kabullenemiyordum. Diğer diller altyazıları varken kulağıma müzik gibi gelirdi ama altyazısızken kaf dağının ardındalardı benim için. Uzaylıydım onlara karşı ve asla öğrenemezdim, imkansızdı. 

Böyle hissettiğimi şimdi daha iyi anlıyorum. O zamanlar dil öğrenmekten bu kadar korktuğumu söylemeye gururum el vermiyordu.

Şimdi neden puzzle yapmak kadar eğlenceli geliyor peki? Bu noktaya varmam için birkaç aşamadan geçmem gerekti. 

Öncelikle, "nasıl olsa herkes İngilizce konuşuyor" lafının yalan olduğunu fark ettim. Her Hollandalı için geçerli değildi bu. Büyük market çalışanları çat pat da olsa konuşuyordu, tamam. Ama küçük bi fırına veya pazara gidince, ürünün üstünde yazanın dışında bilgi edinmek isteyince, anladım ki bazı insanlar İngilizce anlamıyor, konuşamıyordu. Yani Felemenkçe bilmeyince yaşadığım yerin çoğuyla iletişim kuramıyordum. Saçmaydı, çok saçma. Eleştirdiğim içe kapanık Türk göçmenlerden ne farkım kalıyordu o zaman? 

Hadi günlük hayatta pazardan alışveriş yapmayıverirdim, zaten marketler daha ucuzdu. Fakat katılabileceğim bi sürü ücretsiz konferans, söyleşi, izleyebileceğim sinema, tiyatro gibi sanatsal aktiviteler de sınırlanıyordu. Tiyatroyu deli gibi özlüyordum. 

Hadi diyelim filmi internetten izlerim, etkinliklerin de İngilizce olanlarını takip ederim (ki sayıları az değil), dedim. Fakat bu sefer de yaşadığım yerin popüler kültürünü, çoğunluğun ne düşündüğünü, muhaliflerinin neye muhalif olduğunu, gazetelerin hangilerinin hangi görüşleri savunduğunu bilmemek rahatsız etmeye başladı beni. Sömürgecilik, Suriye, Türkiye hakkında ne düşünüyorlardı? Eğitim sistemleri nasıl işliyordu? Expatlar hakkında ne düşünüyorlardı? Sağlık sistemlerinden şikayetleri var mıydı? Günlük hayatları nasıl geçiyordu? Sadece İngilizce haber sitelerine mahkumdum. Halbuki bi ülkeyi iyice anlamak için yabancılara duyurma amacıyla yazılanlara değil, kendi içindeki yazışmalara kulak kabartmak gerekliydi. 

Kısacası, burada bi hayat kurmaya çalışıyor, olabildiğince uzun süre burada kalmayı hayal ediyoruz, neden? diye sordum kendime. Yaşadığım yerde sürekli uzaylı olacaksam ne anlamı var?

Bir de tabi zorunlu sebepler vardı. İş bulmak istiyorsam ve yazılımcı değilsem bu dili öğrenmek zorundaydım. Veya evin dışında bir hayatım olacaksa - ki en asosyal insanın bile ev dışında bir hayatı olmak zorundaydı - bu dili öğrenmek zorundaydım. 

Bunu kabullendim. Fakat hemen bir kursa yazılmaya cesaret edemedim. Yine sıkılıp yarıda bırakmaktan korktum. Ayrıca, kurslarda kullanılan dil öğretme yönteminden çekiniyordum. Harflerin nasıl okuduğunu bile bilmeden merhaba, nasılsın, kaç yaşındasın gibi kalıplar öğretiliyordu. Derslerde İngilizce konuşmak yasaktı. Listening alıştırmalarından hiçbir şey anlamıyordum. Hoca ve sınıf benden ilerde gidiyordu hep. Zevk almak için birkaç kelime de olsa anlayabilmeliydim o alıştırmalardan. Bu kadar zorlama bana uymuyordu. Belki dil öğrenmek için en doğru yöntem kurallardan önce dile cumburlop dalmaktır fakat ben önce temel kuralları öğrenip, sonra konuşmaya ve dinlemeye kendimi zorlamaya daha meyilliydim. 

Kendi kendime çalışmaya karar verdim. 

Telefondaki Duolingo uygulamasını daha çok ciddiye aldım. Sonra sahaftan eski bir Felemenkçe gramer kitabı aldım. İki sene önce gittiğim kurstan ve Duolingo'dan öğrendiklerimi bu kitapla pekiştirdim. Her gün düzenli olarak çalışmaya başladım. Ve zamanla bulmaca çözmeye döndü olay, yeni öğrendiğim kelimeler arasında bağlantı kurmak, kendimi ifade etmenin farklı yollarını öğrenmek zevk verir oldu. Hatta gramer kitabımdan uzak kalınca onu özler oldum. 

Kısacası kendi yöntemime göre çalışmaya başlayınca Felemenkçeyle barıştım. Artık kurstaki hocanın önerdiği sitedeki videoları izleyip bir şeyler anlayabiliyorum. Anladıkça mutlu oluyorum. Sinemada aşırı aksanlı İngilizce filmi anlamayıp Felemenkçe altyazısından bi şeyler çıkarınca göklere uçuyorum. Ayrıca öyle kulağa çirkin geliyor gibi laflar da saçma geliyor artık. Pop şarkılarını dinliyorum. Dilin ritmine uyum sağlamaya başladığımı hissediyorum. Okumayı, yazmayı yeniden öğrenir gibiyim. "A" harfini ilk defa düzgün yazmayı beceren ilkokul çocuğunun yüzündeki sevinç bana çok tanıdık geliyor. 

Kişisel hikayemden sonra birkaç da faydalı bilgi vereyim: 

Şu sitede "http://www.netinnederland.nl/" hem resmi kurumlar hakkında faydalı bilgiler, hem de Hollanda'da neyin neden yapıldığı, yerlilerin göçmenler hakkında düşünceleri gibi ilginç bilgiler var. Bazı televizyon programlarının İngilizce altyazılı versiyonları da yüklenmiş. Örneğin bburaya gelince tanıdığım çocuk kitabı karakterleri Jip ve Janneke'nin nasıl  doğduğunu, neden çok sevildiğini, Hollanda kültüründeki yerini bu siteden öğrendim. Ya da Surinamlıların Hollanda'da neden bu kadar çok olduğunu. Ya da Kraliçe'nin kocasına neden Kral denemeyeceğini... Hollanda'nın TV kültürünü takip etmeye yardımcı oluyor kısacası site. Elbette tarafsız değil fakat fikir veriyor. Felemenkçe videoları Felemenkçe altyazıyla izleme imkanı sunuyor üstelik. 

Sonra Youtube'a "Dutch songs with lyrics" yazıp izliyorum bazen. Şarkılara alışınca yok dil çirkinmiş, kabaymış, bu laflar saçma geliyor hep. Misal, şu şarkı sevilmez mi?





Neyse efem, şimdilik bu kadar olsun.

İşbu yazı Felemenkçeyle barışmam şerefine yazılmıştır. Yeni sevişme yolları bulundukça yazının sonuna iliştirilecektir.








Film Raporları - 3

Bu hafta film açısından pek bi verimsiz geçmiş, üç tanecik var:

Siyah beyaz kuşağında, Altına Hücum (The Gold Rush), 1925 Charles Chaplin filmi var bugünkü raporumuzda. Başkarakter Little, altın arama furyasına katılıp karlı dağlara çıkar. Öncelikle karla ve diğer altın avcılarıyla mücadelesini görürüz. Kar fırtınasından kaçarken bir kulübeye sığınır. O kulübeyi işgal eden başka bir altın avcısı O'nu orada istemez. O kovalar, bizimki kaçar. O sırada iriyarı başka bir altın avcısı olan Joe da gelip sığınır. Joe o kadar dediğim dediktir ki, ikisine de hükmeder. Bir süre sonra yiyecekleri biter, açlık çekerler. Sonunda karfırtınası diner ve tekrar yollarına dağılırlar. Yakınlardaki bir köye gider Little. Orada güzeller güzeli bi dansçıya aşık olur. Dansçı başta Little'la dalga geçse de, gerçek aşkı aradığından bir süre sonra pişman olup O da tutulur kahramanımıza. Joe bu sırada hafızasını kaybetmiştir. Bulduğu altın madeninin yerini hatırlayamaz. Kasabada Little'la karşılaşınca O'nun yardımını ister. "Madenimi bulmama yardım et, kazandığımızı paylaşalım." der. Bizim saf karakterin şansı sayesinde bulurlar, milyoner olurlar. Gemiyle memleketlerine dönerken dansçı kızla tekrar karşılaşırlar ve mutlu olurlar.

Kar fırtınası sahnelerini nasıl çektiklerini merak etmiştim. Yine çok tehlikeli sahneler. Aşağıdaki videoda çekimlere dair ipuçları var. Hollywood'un her şeyi stüdyoda çekme yeteneği yüzünden paranoyak olmuştum, ne kadarını içeride, ne kadarını dış mekanda çektiler diye. Kar fırtınasını stüdyoda çekmişler.:




Ayrıca, Chaplin'in meşhur ekmek dansı da bu filmdeymiş:




Johnny Depp, Benny & Joon filminde bu dansı taklit ediyordu (Johnny Depp'e ve Mary Stuart Masterson'a aşık olma sebebidir bu film):





Gelelim vizyon filmimize. Oscar adayı olan Amerikan yapımı film: Moonlight. Bir zenci mahallesinde uyuşturucuyla, zorbalıkla, maddi zorluklarla geçen bir hayat. Babasız büyüyen, annesi gittikçe daha fazla uyuşturucu bağımlısı olan, içe kapanık bir çocuk, Chiran. Mahallenin serserileri sürekli itip kakıyor Chiran'ı. Dayak atmayanın dayak yediği, sürekli dalga geçildiği bi cangılda, üstüne üstlük bir de gey olduğunu hissediyor çocuk. İlkokul, lise ve yetişkinlik döneminden kesitlerde, hayata tutunma çabasını izliyoruz. Zorba olmadan hayat zor. Geçen seneki "Oscar fazla beyaz" yaygarasından sonra, bu sene adaylar arasına bol bol serpiştirilmiş siyahi filmler (Bir diğeri için bkz: The Violin Teacher). Bu filmde beyazların olduğu tek sahne en sondaki restoran sahnesiydi sanırım, onlar da figüran rolündeydi. O derece içe kapanık bir mahallede geçiyor film. İnsan düşünmeden edemiyor, bu derece içe kapanık bir ortamda büyüdükten sonra, yetişkinlik döneminde beyazlara nasıl uyum sağlar ki insan? Kendi mahallende ne kadar ağa olursan ol, para kazanmak için mecburen oradan çıkacaksın, beyazların arasına karışacaksın. Kendini uzaylı gibi hissetmez misin? Hala böyle tamamen siyah öğrencilerin gittiği okullar var mı bilmiyorum. Chiran'ın çocukluğu 80lerde geçiyor, belki bu zamana biraz daha homojenleşmiştir mahalleler.



Bir de evde izlemelik belgesel yazayım madem: Floortje Back to Syria. (İngilizce altyazılı halini şuradan izleyebilirsiniz.) Floortje Dessing, gezi programları yapan Hollandalı bir televizyoncu. 2008 yılında Suriye'ye de gitmiş. (Eski programları şuradan izlenebilir fakat Flemenkçe) 2016'da tekrar gidip, savaşla  nelerin değiştiği üzerine bir program daha yapmış. Öncekiyle aynı güzergahı takip etmiş, savaşın izin verdiği kadarıyla tabi. Günlük hayatın savaşa rağmen devam etmesine şaşırıyor başlangıçta. Sık sık, "bizim Hollanda'da haberlerde gördüğümüz Suriye bu değil" diyor konuştuğu kişilere. Önceki gelişinde konuştuğu insanların öldüğünü duyup üzülüyor. Muhaliflerin daha ışid ortada yokken işyerlerini talan ettiğine inanmak istemiyor. Rejimin despotluğuna rağmen her yerde Esad bayrağı olmasına anlam veremiyor. Her yeni arkaplanda 2008 görüntülerini de yayınlıyor. İnsan ürperiyor. 8 yıl önce turistle dolup taşan yerler, şimdi ıssız, kimsesiz. Hepimizin başına gelebilir ya bu, insan bunu fark edip ürperiyor. Muhtemelen Floortje de aynı şeyleri hissetti. Amsterdam sokakları bile ıssızlaşabilir. Deliliğe, zorbalığa kapılıp gitmeye bakar sadece. 

Bi yandan da tiksiniyor insan Batı'nın ikiyüzlülüğünden. Sanki bu savaş sırf, "Arap Baharı'nda isyan eden muhaliflerin Esad rejimi tarafından bastırılması" sonucu çıkmış gibi savaşın diğer kaynaklarından hiç bahsedilmiyor. Nedense röportaj yaptığı kişiler ne Batıyı, ne ABD'yi ne de başka bir ülkeyi hiç suçlamıyor. Sanki savaşın ortasında yaşayıp apolitik olmak mümkünmüş gibi hiç bu konulara değinmiyorlar. "Napalım, savaş işte" deyip geçmeleri televizyon izleyicisi için mükemmel: Dramatik görünüyor, tam bi an üzülüp, sonra unutmalık. Fakat unutmak istemeyenler için bi tuhaflık var, kırpılmış hissi veriyor. 


Saygı, selam, hürmetle efenim..



23 Ocak 2017

Film: You Can Count On Me

Adalet Ağaoğlu'nun Geçerken isimli kitabını okuyorum şu sıralar. Kitapta, "Edebiyatın Kendi Olayı" makalesinde bir Amerikan filmi olan Avcı (The Deer Hunter) ile edebiyat arasında bağlantı kurarken şöyle diyor Ağaoğlu:

"Büyük, olağanüstü olayların desteğini seçmeden izleyiciyi kendine çekebilen, onunla ortaklaşalık kurabilen yapıtlar, yaratılmaları en güç yapıtlardır."

Bu cümleyi okuyunca son günlerde zihnimde yankılanan Lonergan filmleri geldi gözümün önüne. Evet, dedim, o yüzden büyük fırtınalar koparmamasına rağmen derin izler bırakıyor bu tür filmler. Büyük felaketlerin, kahramanlıkların, acıların ya da iyimserliklerin desteğini almadan, olduğu gibi anlatıyor hayatımızı bize. Bu yüzden sinemayı sadece kafa dağıtma aracı olarak görmeyen izleyici bir türlü vazgeçemiyor onlardan.

Yönetmen Kenneth Lonergan'ın Manchester By The Sea filmini izledikten sonra diğer filmlerini izlemeyi kafaya koymuştum. You Can Count On Me'yi izledim haftasonunda. Richard Linklater filmlerini hatırlattı bana. İki filminden çıkardığım sonuçlarla bi karşılaştırma yapacağım.

Lonergan, alışkın olduğumuz Amerikan sinemasının aksine süper kahraman veya tüm dünyayı etkileyecek bir felaket koymuyor filmlerine. Mutlaka mutlu sonla biten romantik komedilerden de yapmıyor. Sıradan insanların hayatlarındaki küçük görünen ama özünde büyük etkiler bırakan felaketleri anlatıyor.

Örneğin Manchester By The Sea'de içe kapanık bir adam var. İnsanlarla iletişimini olabildiğince kesmiş, ailesinden uzakta, ölümü bekler gibi yuvarlanıp gidiyor. Mümkünse hiç gülmüyor. İntihar edecek de etmeye hali yok gibi. Zamanla bunun sebebini anlıyoruz. Yıllar önce yaptığı bir hata yüzünden kendini affedemiyor. Fakat abisinin ölümüyle yeğeninin sorumluluğunu almak zorunda kalınca işler değişiyor. Tek başına ölümü beklemek kolay fakat birilerinin sorumluluğu varsa üstünde, her sabah uyandığında yaşama sevinci yüklemek zorundasın bünyeye. Karakterin bu durumla savaşmasını görüyoruz. Kendini affetmesi gerek.

Romantik komedi olsaydı eninde sonunda bunu başarırdı. Ama hayır, gerçek hayatta işler öyle yürümüyor işte. Sonunda işler çözülüyor fakat ne çok mutlu ediyor bizi, ne de daha büyük bir felaket eşliğinde drama sürükleniyoruz. Olması gerektiği gibi bitiyor.

You Can Count On Me'de ise iki tane başkarakterimiz var, yine iki kardeş. Erkek olan (Terry) dinden ve doğup büyüdüğü yerden uzaklaşmış. Abd'nin küçük kasabalarındaki tutucu hayattan nefret ediyor. Dünyayı geziyor, dikiş tutturduğu bir iş yok, para kazanıp kazanıp harcıyor. İnandığı gibi yaşıyor fakat bu, toplumu karşısına almayı gerektirdiği için zorlanıyor. Tarifi belirsiz dertleri var. Örneğin para sıkıntısı çektikçe ablasından borç istiyor. Çünkü ablası (Sammy) bankada çalışıyor, düzenli geliri var. Toplumla uyum içinde. Pazarları kiliseye gidiyor, iyi bir Hristiyan olmak istiyor. Doğup büyüdüğü yerden uzaklaşmak istemiyor. Fakat bayan mükemmel olmak da o kadar kolay değil. Öte yandan O'nun geleneklerine yani topluma yani düzene bu kadar bağlı olmasının sebeplerinden biri, belki de en büyüğü, tek başına büyütmek zorunda kaldığı bir oğlunun olması. Üstelik oğlunun babası kazada falan ölmemiş, bunları terk etmiş. Yani sevginin verdiği güçle tekrar hayata tutunma şansı yok. Dolayısıyla topluma sarılması, O'nu tanıyan, kollayan insanların desteğinden uzaklaşmak istememesi, yabancılardan korkması son derece anlaşılabilir. Çünkü hayata tutunmak zorunda, koyverme şansı yok.

Ayrıca bu iki kardeşin anne-babası bunlar küçükken bir kazada ölüyor. Bu yüzden birbirlerine, tüm zıtlıklarına rağmen çok bağlılar. Bir arada yaşama ihtimalleri yok fakat birbirlerinden kopamazlar da. Hatta bu bağ, toplumda dahil olmadıkları gruplara karşı yumuşamalarını sağlıyor. Onlar tartışıp tartışıp tekrar birbirlerine sarıldıkça sanki onlarla birlikte siyasi gruplar da birbirine sarılıyor. Sanki dünya bir dakikalığına güzelleşiyor. (!)

Richard Linklater filmleri de benzer etkiyi bırakmıştı bende. Before Sunrise/Sunset/Midnight serisi örneğin. Romantik bir aşk hikayesinden ibaret görünmesine karşın, sanki filmin asıl söylemek istediği hep arada geçen konuşmalarda gizliydi. Dünyanın tğm dertlerinden bahsediyordu karakterler. Savaşlar, çevre sorunu, önyargılar, dinler, aileler, özgürlük... Fakat her şeyi diyaloglarla ifade ediyordu Linklater. film yerine kitap yazsa yeri var gibiydi. (Senaryonun kitabı çıktı nitekim.)  O'nun -bu bağlamda- Lonergan'dan ayrıldığı nokta bu bence. Lonergan'ın sözsüz, bakışmalarla ya da kısa cümlelerle ifade ettiklerini, O altyazısını takip etmeyi zorlaştıracak kadar uzun cümlelerle ifade ediyor.

Tekrar izlemem gerekiyor ama hatırladığım kadarıyla Linklater'ın Boyhood'u hem konu yönünden, hem de diyalogların azlığı bakımından Longerman'la daha çok benzeşiyordu. Dağılmış bir aileyi, maddi sıkıntıların ve çocuk bakımının getirdiği sorumlulukla hayata tutunmak zorunda olan karakterleri kullanarak toplumu betimliyordu bize. Neyi neden hissettiğini uzun cümlelerle değil, bakışlarıyla anlatıyordu süper olmayan kahramanlar.

Bence bu müthiş bi yetenek. Ayrıca yönetmenin dert edindiği konuyu izleyicinin daha derinlerine işlemesini sağlıyor. Filmlerde ne kadar büyük felaketlerle anlatılırsa konu, o kadar "yok canım, olur mu öyle şey" deyip geçmesine sebep oluyor izleyicinin. Ciddiye alınmıyor ya da o kadar ciddiye alınıyor ki asla çözülmeyeceği için boşveriliyor. Bu yüzden Mustang'a çok kızmıştım. Sorunun gerçek haliyle bağlarını yıpratmış, dolayısıyla sorunu değersizleştirmişti.

Selam ederim, güneşli pazartesiler..

21 Ocak 2017

Film Raporları - 2

Önce siyah beyazlar:


Sherlock Jr.:


1924 ABD yapımı film. Buster Keaton başrolde ve yönetmen koltuğunda. Film, "iki işi birden süper idare edebileceğini düşünen kişi, ikisini de beceremez" manasında bir atasözüyle başlıyor çünkü baş kahramanımız ekmeğini kazanmak için film makinistiği yapsa da, okuduğu kitapların etkisiyle, aslında dedektif olmak istiyor. Boş kaldığı her anda "Nasıl Dedektif Olunur?" adlı kitabı cebinden çıkarıp okumaya başlıyor. Öte yandan elbette y,ne beş parasız ve saf. Kötü bir adamın kendisini hırsızlıkla suçlamasına karşı koyamıyor. Dedektiflik yaparak kendini aklamaya çalışsa da beceremiyor. En sonunda pes edip film makinesinin başına geçiyor. Oynattığı filmde izliyoruz bu kez hayallerindeki kendisini. Ne kadar karizmatik, ne kadar düzgün giyimli, ne kadar da gerçeğinin tam tersi... Bu sırada sevdiceği de inanamıyor O'nun suçlu olabileceğine, dedektiflik yapıp suçsuzluğunu öğreniyor. Gelip özür diliyor O'ndan şüphelendiği için. Mutlu sonla bitiyor film. Karakterler o kadar saf ki, kötü adamı cezalandırmak akıllarına bile gelmiyor. Ne önemi var ki artık?

Seven Chances: 

1925-ABD yapımı film yine Buster Keaton'a ait. Bu kez Keaton öyle ezik büzük, beş parasız biri değil, önemli bir işadamı. Fakat iflas etmek üzere. Bu yüzden amcasının vasiyetinde kendisine miras bıraktığını öğrendiğinde çok seviniyor. Fakat amcanın bir şartı var: Keaton, 27. yaş gününde akşam 7'ye kadar evlenmiş olursa, bu mirası alabilecek. 2 senedir aşkını ilan etmeye çalışıp bi türlü beceremediği Mary'nin yanına koşuyor hemen. Kız çok seviniyor fakat sırf mirası alabilmek için teklif ettiğini öğrenince kızıp reddediyor. Keaton üzülüyor, "lanet olsun böyle paraya, daha elime geçmeden en değer verdiğim insanı aldı benden", diye dertleniyor. Fakat iş ortağının iflas ettiklerini hatırlatması ve ısrarı üzerine evlenecek başka bir kadın bulmaya karar veriyor. Üst sınıf kadınların takıldığı bir kulüpte gördüğü her kadına teklif ediyor, reddediliyor. Yolda gördüğü kadınlardan da red cevabı alıyor. Sonunda ortağı gazeteye ilan veriyor. İlanı gören nikahın kıyılacağı kiliseye koşuyor. Kiliseye sığamıyorlar. Keaton kaçmaya başlıyor.

Anladığım kadarıyla bu eski filmlerde, en azından Keaton filmlerinde kaçma sahneleri olmazsa olmaz. Fakat bu seferki fena, onlarca kadın Keaton'ı kovalıyor. Potemkin Zırhlısı'ndaki kalabalık sahneler kadar olmasa da, amatör izleyiciyi teknik yönden etkileyen sahneler var. Örneğin tepeden aşağı koşarken, kovalayan kayaları nasıl çektiler acaba? Kayalar elbette gerçek değildi ama yine de tehlikeli görünüyor. Zaten eski filmlerde ne kadar çok canını tehliye atarsan o kadar seviliyorsun durumu var galiba. Yoksa bu kadar tehlikeli sahneler akıl karı değil.

Neyse efem, sonuçta tabi ki kahramanımız tüm gelin adaylarını atlatıyor, Mary'sinin fikir değiştirdiğini öğrenip yanına koşuyor. Evlenip mutlu oluyorlar.

Filmin iki sahnesinde Keaton'ın ırkçılığa bakışı hakkında  fikir edinebiliriz. Misal, yolda kadının birine evlenme teklif etmek amacıyla yanaşınca kadının siyahi olduğunu fark edip korkup geri dönüyor. Kapıda siyah bir adamla karşılaşınca da aynı tepkiyi veriyor. Siyahların canavarlaştırılmasına değil de, ırkçılığa dikkat çektiğini filan düşünmek istiyorum ama bi mantık oturtamıyorum açıkçası.

Not: Chaplin'le KEaton'ın aynı filmde oynadığını öğrendim az önce. Merak ettim ama sırayla..

Das Cabinet des Dr. Caligari:

1920 Alman yapımı film. Yönetmeni Robert Wiene. İlk korku filmi mi? Belki. Değilse de ilklerinden. Arkaplanlara ve mimari tasarımlara hayran olmamak elde değil. Hikaye de sürükleyici. Küçük bir şehre panayır kurulduktan sonra ard arda cinayetler işlenir ve karakterlerimiz çözmeye çalışır. Sonuç da tatmin edici bence. Sadece oyunculuklar alışkın olmadığım derecede abartılı. Hele o esas oğlan, en ufak bi duygu değişimini bile sinir krizi geçiriyormuş gibi yaşaması insanı biraz sıkıyor ve itiraf edeyim, sıkılınca 1-2 saniye ileri aldım.



Şimdi renkliler:



Manchester by the Sea: 


Bu kez 2016 ABDsindeyiz. Topluma uyum sağlamakta zorlanan bir tamirci. 30larında olmasına rağmen çok yaşlıymış gibi hayata boşver, insanlara karşı kibar olmak gibi dertleri yok. Hep böyleymiş gibi geliyor insana ama arada bi geçmişine dönünce anlıyoruz hep öyle değilmiş. Geçmişte yaptığı hatalar sonrasında kendini öldürmeyi becerememiş ya da artık üşenmiş mi nedense, öylesine yaşamaya devam ediyor sadece. Sonra ergenlik çağındaki yeğenine göz kulak olması gerekiyor. Kendinden başka insanların sorumluluğu olunca omuzlarında, hayatı boşveremiyor, tutunamıyor da sorumluluklarına... Debelenip duruyor.

Güzel olan, ABD'den böyle bir filmin çıkmış olması. ABD'den daha çok süper kahraman/komedi filmi çıktığını duyduğumuz için, böyle insani filmlerin de yapılabildiğini görünce seviniyorum. Son zamanlarda iyi denk geldi. Son zamanlarda izlediklerimden I, Daniel Blake'i hatırlattı bana. Ne de olsa ikisi de gündelik hayatı yaşanmaz kılan ama küçük görünen dertlerimize değiniyor.

Yönetmen Kenneth Lonergan'ın diğer filmlerini de izlemek lazım gibi, güzel görünüyor.

12 Ocak 2017

Film Raporları

Siyah beyaz yüzyıldan selam getirdim:


A Trip to the Moon: 

1902'de Fransa'da çekilmiş. Yönetmeni Georges Melies. Çılgın bi film. Bilim adamlarının toplantısında Başkan Ay'a çıkma projesini anlatır. Herkes coşar, biri itiraz eder. Uzun tartışmalar sonunda onu da ikna ederler ve tabi halkın alkışları arasında, törenle yollanırlar Ay'a. Dolunay'da hep 2 göz ve bir ağız varmış gibi gelir bana, yönetmene de öyle geliyormuş ki ilk başta o bildiğimiz dolunay görüntüsünü görürüz. Fakat roket yaklaştıkça o yüz yavaşça gerçeğe dönüşür. İnsanlığın roketi Ay'ın suratına saplanır. İlk izlenim pek hoş olmaz kısacası. Yerlilerle karşılaşırlar sonra. İnsan dilini bilmeyen yerliler, el kol hareketleri yapınca korkar bizimkiler, ellerindeki şemsiyeyle vuru vuruverirler yerlilere. Hassas yapılı Ay vatandaşları, vurulunca hemen toza dönüşür. Bizimkilerin hoşuna gider bu, karşılarına çıkan her yerliyi tuzla buz ederler, krallarını bile. Dünyaya dönerken de yanlarında bir yerliyi götürüp, karşılama komitesinin hazırladığı törende sergilerler. Bilim adamları adına bi heykel dikilir, konuşmalar yapılır, danslar edilir. Filmin sömürgeciliğe laf soktuğunu izlerken hiç anlamamıştım, yazarken anladım. O kadar da eğlencelik bir film değilmiş. 


One Week:

1920-ABD filmi. Buster Keaton ve Edward F. Cline yönetmenliğini yapmış. Keaton aynı zamanda başrolde oynuyor. Yeni evli bir çifte, evlilik hediyesi olarak bir arazi ve ev verilir. Fakat ev Ikea usulüdür. Yani kutular halinde gelir, kendin inşa etmen gereklidir. Baş karakterimiz sakar olduğu için zaten işi zordur. Bi de (gelinin reddettiği, eski aşığı), kötü kalpli kahraman gelip kutuların üstündeki numaraları değiştirmesin mi? Evin yapılış aşamaları karıştıkça yamuk yumuk, modern sanatsal bi şey haline dönüşür. Bi türlü yılmazlar, bozulan yerleri tekrar tekrar yaparlar. Fakat ev bi türlü rahat durmaz. Taşınma ucuza gelsin diye "laminant parkeleri kendimiz döşeriz ya nolcak ki", diyen bünyeme bi işaret olsa gerek bu film.


Cops: 

1922-ABD-Buster Keaton filmi yine. Başrolümüz (Keaton), kız arkadaşı tarafından iyi bir işadamı oluncaya kadar kendisiyle evlenmeyeceği gerekçesiyle terk edilir. Yine saftır, insanlar hakkında hiç kötü düşüncesi yoktur, itilip kakılsa da düştüğü yerden kalkar, kin gütmez. Chaplin ve Kemal Sunal filmlerinden alışkın olduğum bir karakter. Çakal olduğu yüzünden belli bir adam tarafından dolandırılır, farkında olmaz. Aşırı yavaş bir at ve eşya yüklü at arabasıyla resmi geçit töreninin ortasına dalar. Polislerin geçişi sırasında teröristin attığı bomba O'nun eline düşer, sigarasını yakıp bombayı arkasına fırlatır. Tabi bomba patlayınca tüm polisler O'nun terörist olduğunu sanıp kovalamaya başlarlar. O saftır ama polisler O'ndan da aptaldır, sürekli kaçmayı başarır. Tüm polisleri bir binaya doldurup üstlerine kapıyı kilitler. Tüm bunlara tanık olan kızarkadaşına rastlar. Kız O'nu tamamen terk eder ve karakterimiz kederlenip tekrar polislerle dolu binaya girer. 


Safety Last!: 

1923 ABD filmi. Fred C. Newmeyer ve Sam Taylor yapmış yönetmenliğini. Bu sefer saf karakterimiz çok para kazanmak ve kariyer sahibi olmak için büyük şehre gider. İşadamı olunca evlenip kızarkadaşını da yanına getirecektir. Fakat işler düşündüğü gibi gitmez. Büyük bir kumaş mağazasında tezgahtar olmaktan öteye geçemez, kirasını bile zor öder. Yine de ev arkadaşının gramafonunu rehin verip bir kolye alır, sevgilisine yollar. Böylece kız, gittikçe zenginleştiğini sanacaktır. Mektuplarında anlattıklarıyla tam tersi bir hayat sürmektedir. Hem müşteriler, hem de müdürü sürekli itip kakar. Bir gün patronunun mağazaya 100 müşteri getirecek bir reklam fikri üreten kişiye 1000 dolar vereceğini öğrenir. Çok sevinir çünkü ev arkadaşı yüksek binalarda inşaat işçiliği yaptığı için tırmanma konusunda çok yeteneklidir. Mağazanın bulunduğu binaya korkusuz bir adamın tırmanacağını duyurur, basın gelir, büyük bir kalabalık toplanır. Saçma bir sebepten arkadaşını polis kovaladığı için binaya kendisi tırmanması gerekir. Sonunda başarır. Parayı alır mı, sevgilisine durumu açıklar mı, bilmiyoruz. Sadece kapitalizmin çarklarını, Amerikan rüyasının süründürdüğü insanları görüp, gülüp geçiyoruz.


Potemkin Zırhlısı: 

1925 SSCB propaganda filmi. Yönetmeni Sergei M. Eisenstein. Baş kahraman yok. 1905'te yaşanan gerçekler, hayali olaylarla harmanlanmış. Rus Çarlığı'na ait, Odessa yakınlarında bulunan bir gemide askerler kötü muameleden iyice bıkmışlar. Kurtlu etten yapılan yemeği protesto edip, onun yerine ekmeğe tuz döküp yiyorlar. Amirleri bazılarını öldürerek cezalandırmaya karar verince, Rusya'da hızla yayılan devrim hareketlerinden alınan gazla isyan başlıyor. Amirlerini öldürüyorlar. Aslında işçiler, monarşiyi öldürüyor, geminin papazıyla birlikte. Çünkü papaz da açıkça işçi düşmanı, üstelik işçilerin kontrolü ele aldığını görünce de hemen "öbür dünyayı düşün" diye korkutmaya çalışacak kadar yavşak. Yaralansa da ölmüyor, çakalın dibi olduğu için ölü taklidi yapıyor (bi gün uyanmak üzere). Bu sırada Odessa'da isyanı duyan halk Potemkin'dekilere destek olmak için neşe ve isyan içinde limana toplanıyor. Tabi hemen askerler onlara da saldırmaya başlıyor. Merdivenlerden aşağı koşan yüzlerce insan, çocuklar ve yaşlılar da dahil olmak üzere herkese ateş açılıyor. Halk şok içinde. Kıyafetlerinden anlaşılıyor ki, sadece köylüler ya da işçi sınıfı değil, zengin/orta sınıf da destekliyor isyanı. Fakat ordu kıyafete bakmadan önüne geleni vuruyor. Gemidekiler halka yardım etmek istiyor. Aralarında tartışıyorlar, kralın ordusuna direnmek mümkün değil diyenler oluyor. Yine de yardım etmek üzere anlaşıyorlar. Sabahında denizden orduya destek geliyor. Bizimkiler savaşa hazır tetikte beklerken, kardeş kardeşi vuracakken, bir geminin daha onlara destek olacağı anlaşılıyor. Ve film zaferle bitiyor. 

Hikayenin çoğu kısmı gerçek değilmiş, Potemkin zırhlısı'nın sonu zaferle bitmemiş, kaçarken yakıt ve yiyecekleri bittiği için Romanya'ya sığınmak zorunda kalmışlar, orada tutuklanmışlar. Fakat filmin çekildiği yılları düşününce oyunculuklara, çekimlere hayaran olmamak elde değil. O kadar kalabalığı şu an bile yönlendirmek zor olur, illa biri yanlış tarafa bakar, elinde olmadan sırıtır filan. Belli ki oyuncuların çoğu profesyonel de değil. Kısacası, bu filmde, insanın teknolojiye uyum sağlama hızı şaşırttı beni en çok.



Yeni Yıl Kutlu Oldu Mi? Issız Acun Kaldu Mi?

Boktan bi şekilde girdiğimiz yeni bir yıldan daha, merhabalar. Tanıdığım kimse henüz bi patlamada/çatışmada ölmediği için, haberleri okudukça sinirlenip üzülsem de, benim için de hayat normal seyrinde devam ediyor.

Takip ettiğim -aktif olan- bloggerların çoğu yılbaşı ve yeni yıl kararları hakkında bi şeyler yazdı. Açıkçası çok hoşlanmıyorum bu muhabbetten, kendime verdiğim sözleri genelde tutmam çünkü. Saçma gelir bu çaba, gerçekten hedeflerine ulaşan var mıdır ki? diye dudak bükerek okurum hep. Yine de bilinçaltıma yerleşti bu karar alma gerekliliği. Sonra şu video denk geldi: Barış Özcan-Zinciri Kırma Hafiften gaza gelmeye başladım. Gerçekçi bi hedef koyarsam uygularım belki, diye. Taktik şu: Küçük düşün, hayatının kararını alma. "İşe gireceğim" gibi büyük hedefler koyma. Her gün ya da haftada bir yapabileceğin, günlük yaşama, düşünme, hissetme kaliteni arttıracak şeyler olsun. Kendini zorlama, yapabileceğin süreler koy. "Her gün 2 saat..." deme mesela, gerçekçi değil. Ha iki saat yaparsan ekstra olur, ne güzel.

Epey düşündüm. İlk aklıma gelenlerden biri her gün en az yarım saat Flemenkçe çalışmak. Duolingo gibi uygulamalar sayesinde tatilde filan da yapabilirim. Şimdiye kadar iyi gidiyor.

Diğeri film izlemek. Her hafta en az 1 film sinemada, en az 2 film evde. Evde izleyeceklerim sinema tarihinin ilk filmleriyle başlayıp günümüze doğru gelecek. Buna bu hafta A Trip to the Moon ile başladım. unutulmazfilmler.com güzel bi kaynak, yıllara göre sıralayınca işimi çok kolaylaştırdı.

Kitap okumakla ilgili kural koymuyorum çünkü o yönden pek sıkıntım yok. Zorunluluk olmayınca iyi okuyorum. Yumurta kapıya dayanınca eli ayağına dolaşanlardanım.

Sorun şu ki, hiçbi hedefim üretime dayalı değil. Okumak, çalışmak, izlemek... Hepsi güzel ama sonunda yazmak olmayınca sanki hafızamın köşelerine gizlenip, zamanla buhar olup gidiyorlar. Fakat yazmayı hedefleyince de yazamıyorum. Üniversitedeyken de böyleydim, çalışmam gerektiğini düşündükçe stresten çalışamazdım. Halbuki ne güzel olurdu,  izlediğim filmlerle ilgili, birer paragraf da olsa, her hafta gelip burda bir şeyler yazsam... Yıllar sonra dönüp okuması çok güzel oluyor. Yoksa film eleştirisi yazacak birikimden yoksun oluşumun veya edebi dilimin süper olmadığının artık farkındayım. Eskiden çok güzel yazdığımı sanıp mutlu olurdum, hey gidi günler... Gittikçe daha güzel yazacağımı sanmanın verdiği umutla, hiç çekinmeden yazardım. Şimdi, sonucun hiç de hayal ettiğim gibi olmadığını gördükçe, yazdığım cümlelerden utanıyorum. Yazma isteğim kayboluyor. Halbuki bu son yazdığım paragraf bile 5 yıl sonra kendi yanağımdan makas almamı sağlayacak, biliyorum. Ne kadar kötü olursa olsun, dili samimiyse, insan kendi yazılarını seviyor. Sadece başkalarının sevmeyeceği gerçeğini kabullenmek gerekiyor. Sanırım başlıyorum kabullenmeye.

Kısacası eski ben olsam, "her hafta izlediğin filmler hakkında yazı yaz" diye hedef belirlerdim kendime. Şimdi götüm yemiyor. Kendime verdiğim sözü tutmamak yaşım ilerledikçe daha da zoruma gidiyor. O yüzden, şimdilik, sadece canım istedikçe yazacağıma söz veriyorum. Ve bi sonraki yazıda sinema tarihinin ilk filmlerini izlemenin coşkusunu yazıya aktarmaya çalışacağıma namusum ve şerefe!...

Si yu.

09 Ocak 2017

Filimlerden Bir Demet..

Yakın zamanda izlediğim filmleri buraya kısa da olsa not düşeyim dedim. Hafızama faydası oluyor:


Toni Erdmann: Alman dram-komedisi. Son yılların dillerden düşmeyen eylemi "başkası adına utanmak" hissini bol bol yaşatıyor. Salon kahkahalarla güldü bu hissin yaşandığı sahnelerde ama benim gülme kriterlerim farklı sanırım, daha çok içimi acıtıyor bu kısımlar.  Ayrıca iyice geri plana attığım sosyolojiyi aklıma sokan film. Zygmunt Bauman ve Richard Sennett'i hatırlattı. Bireyselleşme, takım çalışması, esnek ve çok çalışma, işten çıkarmalar, belirsizlik, gelecek korkusu, yaptığın işte anlam arayıp bulamama, nesiller arası kopukluk, basit hayata duyulan nefret, bunun getirdiği stres, paranın getirmediği mutluluğa nasıl ulaşacağını bilememek, globallik, "bu dünya bizim memleket" mottosunun getirdiği yurtsuzluk hissi, yalnızlık, yalnızlık...  Abartmış olabilirim ama herbiri bir diğerini çağrıştırdı. Lüks oteller arasında koşuşturan karakterlerin arkaplanında gösterilen gecekondu hayatı... İkilemler, alışkın olmadığım bi komedi anlayışıyla sunulmuş fakat iyi olmuş, çünkü aksi takdirde kör göze parmak olabilirdi.

Frantz: 2016 yapımı siyah-beyaz bir film. Konusu itibariyle de siyah beyaz, Birinci Dünya Savaşı sonrasını anlatıyor, Almanya ve Fransa'da geçiyor. Savaş karşıtlığı temel konu. Milliyetçi düşüncenin gaza getirilince, durup düşünmeyi bi kenara bırakınca nası da kendiliğinden körüklendiğini, işin öldürmeye vardığını görüyor insan. Evrensel, eşitlikçi değerlerin gün geçtikçe askıya alındığı bu zamanlarda çok daha anlamlı gelen, etkileyici ama ağlatmayan, bu yüzden çok daha vurucu olan bi film.

Queen: "Biraz da gülelim" deyince izlenmelik, feel good movie türünden bi Hint filmi. Geleneklerine, ailesine çok bağlı, genç bi kadının hayatın sillesini yemesi sonucu "ay iyi ki de yemişim silleyi, hayat aslında güzelmiş, geleneklerden ibaret değilmiş, ben varmışım" deyişini anlatıyor. Tabi bi yandan doğu batı ilişkisi kurcalanıyor çok derinlere inmeden. Batı insanı da insan, korkmanıza gerek yok, sadece biraz farklı, diyor, doğululara.

La La Land: ABD'de oyuncu olmak ve caz yapmak hakkında, romantik-komedi-müzikal karışımı. Yine feel good movie türünden. Dans sahnelerinde gözü dolan benim gibi manyaklar için muhteşem görüntüler içerse de, 20li yaşların sonundakiler için tehlikeli olabilir. Çünkü büyümek, hayallerden vazgeçmek gibi hassas konulara değiniyor. Ve isminin aksine, çok da laylaylom bi film değil. "İçi dolu romantik komedi" türünün karakterine uygun olacak şekilde gerçekçi ve yine de "hayat devam ediyo be hacı, napak, ölek mi?" dediği için ambale olmanıza, hangi ruh haline bürüneceğinize karar verememenize sebep olabilir.

Designated Survivor: Bu sene izlediğim en gereksiz şey. ABD dizisi. Konusu ilgimi çektiği için başlamıştım lakin bi konu bu kadar mı rezilce işlenir... Anneanne gibi "git koşsana peşinden", "tek başına oraya gitmesenee" diye ekrana bağırmama sebep olan mantıksız, sırf dizi uzasın, heyecan olsun, millet merak etsin diye yerleştirilmiş aptalca sahnelerle dolu, düşük bütçeli izlenimi bırakan yapım. Ben vakit harcadım başkaları harcamasın diye buraya yazmak istedim. Kötü, kötü, çok kötü.

I, Daniel Blake: Ken Loach'la tanışma filmim. Sıradan insanın büyük çaresizlikleri, ekonomik açıdan dibe batması, bürokrasi içinde boğulması gibi bunaltıcı konular işlese de hüngür hüngür ağlatmıyor. Seyirciye "bunlar ağlayıp unutuverecceğin büyük dramlardan değil, unutma, düşün, itiraz et" diyor. Bazı noktalarda (spoiler: annenin iş bulamayınca seks işçisi olması ve ana karakterimizin bu duruma gösterdiği tepkinin dozu gibi) arabesk görünse de, bunu arabesk olarak algılamak da kendimi sorgulamama sebep oldu.

Kes: Ken Loach'a devam filmim. 1969 yapımı. yine alt tabakadan bir kakhraman, bu kez ortaokul-lise çağlarında bir çocuk. Kendi kendine zaman geçirişine, bulduğu kuşu profesyonelce eğitmesine, istediği bilgiye ulaşmak için sınır tanımamasına, kuralları gözünde büyütmeyişine, sıradanlığına, farklı olmak gibi, kendini kanıtlamak gibi bi hayalinin olmayışına, anlaşıldığını hissettiğinde gözlerindeki heyecana hayran kalıyor insan. Sanki çocuk, oyuncu değil, sanki onun hayatı belgesel haline getirilmiş de diğer tüm karakterler oyuncuymuş gibi, o kadar gerçek oynuyor velet.

Rogue One: Star Wars filmi. Feel good movie olmasa da eğlencelik, bence güzel bi film. Aklımda nerdeyse hiçbi şey kalmamış. Amacına ulaşmış benim açımdan, bariz saçmalıklar yoktu. Star Wars çılgınları ne düşünür bilmiyorum.

Arrival: Sinemadan çıkınca tekrar izleme isteği uyandırdı bende, daha iyi sindirmem için gerekli gibi. Başkarakteri oynayan Amy Adams'ın bakışlarından hiç gitmeyen endişe duygusu beni yorsa da, sevdim filmi. Uzaylı filmi deyip geçmiştim afişi görünce fakat öyle değilmiş. Önyargılarımız, savunma refleksimiz, her yabancıyı masumiyetini kanıtlayana kadar düşman saymamız gibi tuhaflıklarımızı vurguluyor film.

Shindler's List: Evet, çok ayıp, ilk defa izledim bikaç hafta önce. Güzel filmmiş hakketen. Acı gerçekleri öğrenmeye alıştım son zamanlarda, yalama oldum ya da insanlıktan çıktım belki, sadece en sonunda gözlerim doldu. Kendime şaştım.

Hedi: Tunus'ta anasının dizinin dibinden ayrılmayan, yirmili yaşlarında bi oğlan çocuğu. Gelenekler, yapılması gerekenler, okumak, iş bulmak, evlenmek, çocuk yapmak, kendi keyfini düşünmemek, ailenin gurur duyacağı şeyler yapmak, aileye karşı gelmemek... Doğudan, aileden, batıya, Avrupa'ya kaçma isteği uyandıran şeyler kısacası. Bir de Arap Baharı'nın ardından hissedilen hayal kırıklığı, Gezi'yi hatırlatan diyaloglar...

Etat de Siege (Sıkı Yönetim): Costa Gavras'la tanışma filmim bu da. 1970 filmi. Devrim amaçlı uygulanan şiddeti ve sınırlarını sorgulatıyor insana. Örneğin birini kaçırıp devleti tehdit etmek ne zaman meşru sayılabilir? Devlet rehineyi gözden çıkarırsa ne olur? Baştan öldürürüz diye tehdit ettiyseniz fakat öldürmeye meraklı bi örgüt değilseniz ya? Öldürürseniz halktan aldığınız desteği kaybedebilirsiniz, propaganda dünyası "devrimci dedikleriniz aslında terörist" diye  çınlatır ortalığı. Öldürmezseniz bütün ciddiyetinizi kaybedersiniz. Emperyalizmin yaşaması üç beş insanın hayatına bağlı değil, der film, öldürmekle yenemezsin onu. Ya da ben bunu anladım.

Putin'in Rusyası:  2011 belgeseli. Putin öncesi, başa geçişi ve sonrası. Ne kadar tarafsız olduğunu bilemem ama yakın geçmiş olaylarına şöyle bi göz atmak için faydalı. Öte yandan Batıyla kavgası medeniyete gıcığı olan bünyeme haz vermedi değil.

Weiner: 2016 ABD yapımı belgesel. Hillary Clinton'ın ekibinden olan Weiner'in, seks içerikli fotoğraf ve yazışmalarının sosyal medyada yayılması üzerine ettiği kavgaları anlatıyor. Siyasetin nasıl ikiyüzlü bi şey olduğunu bu kadar net görünce kimseye oy vermeme isteği uyanıyor insanda. Bu da Amerikanın oyunu olsa gerek, oyuna gelmeyin, büyük resmi görüp oy verin yine de.

Bakur: PKK'da günlük hayat ve sıradan PKKlılar ne düşünüyor, konulu 2016 yapımı belgesel. Ayrıntılı olarak yazmıştım daha önce.