30 Mart 2020

Karantina Çelıncı - 6

Hellolar mellolar.

Bugün yaptım yogamı! Çok şükür! Yine üşenip erteleyeceğim diye korkuyordum kendimden ama kim kazandı? Ben! Kime karşı? Bana! Çetin Çetintaş'ın videosundan yaptım, yarım saat civarıydı. Daha anlaşılırdı dili ya da ben alışmaya başladım, bilmiyorum. Bazı hareketleri çat diye yapması kendi kendime isyan etmeme yol açtı, oha, nası yapcam bunu, yuh, azcık erken değil mi bunun için! gibisinden. Ama yapabildiğin kadarını yap önerilerini hatırladım, nefes aldım verdim, bol bol terledim. Bitince duşa girdiğimde baya bi yorulmuştum. Yaparken bu kadar yorulduğumun farkında değildim.

Kısacası, iyi oldu. Mesai saonunda yaptım bu işi, sırtım falan tutulmuştu biraz, iyi geldi.

Onun dışında, Youtube'da İlkay Ayşe diye bir hesap var, çok güzel kitapları seslendiriyor. Daha önce dinlediğim hesaplardan biraz farklı, arada "aa burası çok güzelmiş" gibi yorumlar yapıyor:) Başta tuhaf gelmişti ama gittikçe alıştım, şimdi hoşuma gidiyor bu yorumlar. MS 2150 diye bir kitap dinliyorum. Felsefe, bilim kurgu, ütopya, astroloji, hepsi bir arada. Uzun da bir kitap, olaylar nasıl gelişecek tahmin etmek çok zor. Ama önemli olan olayların gelişimi değil sanırım. Bi nevi kişisel gelişim kitabı. İnsan nasıl yaşamalı, türünden , hem psikolojik, hem sosyolojik olaylara uzaktan bakan, günümüz toplumunu anlayan ve sorunlarını uzaktan görüp betimleyerek çözümlerinin basitliğine vurgu yapan bir kitap. Misal bencillik, sahip olma, tüketme aşkı, kariyer hırsı gibi kavramlar olmasa hayatımız nasıl olurdu? gibi düşüncelere daldırıyor insanı. Aslında Sofi'nin Dünyası gibi. Farkında olmadan birbirini andıran iki kitaba başlamışım: İkisinde de birer olay akışı var ama yazar asıl anlatmak istediği şeyi bu olay akışının aralarına sıkıştırmış. Böylece okurun takip etmesi kolaylaşıyor. Kısacası sevdim. Yazar: Thea Alexander, 70lerde basılmış kitap.

Bi de yemekle ilgili podcast aradım ama tam istediğim türden bi şey bulamadım. Hani kısa kısa tarif videoları değil de, "mutfağın temelleri" gibi bi şey. Atıyorum, keki yumurtasız yaparsan ne olur, unlar arasında ne fark var, gibi. Kısa kısa youtube videoları izlemeyi sevmiyorum. Merhaba arkadaşlar, kanalıma hoşgeldiniz, türünden laflar duymaktan da bıktım hakkaten, podcast dünyasına kaçmak istyorum bu yüzden ama tabi ha deyince istediğim içeriği bulamıyorum. Netflix'te "Tuz, yağ, asit, ekşi" gibi bi belgeselimsi dört bölümlük bi seri vardı. O'nun anlatımı çok güzeldi, hem tarihini, atıyorum tuzun farklı coğrafyalardaki, dolayısıyla kültürlerdeki anlamını anlatıyor, hem de yemek yaparkenki önemini açıklıyordu. Sanırım o serinin tadı damağımda kaldı, benzer bi şeyler arıyorum:/

İşte böyle Spotify'da dolanırken Sapor İstanbul Yemek Sempozyumu kayıtlarına rastladım. Tam olarak istediğim olmasa da, yine de epey öğreticiydi. İstanbul'da yemek konusunun tarihiyle ilgili yapılan akademik çalışmalar hakkında sunumlar. Hem özlemişim böyle akademik sohbet tarzında yapılan sunumları dinlemeyi.

İşte böyle, diğer bloglarda neler dönüyor, hiç bakmadım bugün, bakıciim.

Selam eder, esenlikler dilerim,
Kanatlı Kedi

29 Mart 2020

Karantina Çelıncı - 5

Bir çalışan anne pazarının sonundan merhaba. Temizlikli, yemekli bi gün. Aylardır aklımda olan toz alma işinin bi kısmını yaptım. Evdeki tüm tozları tek seferde alamıyorum. Bissürü nesne var orda burda. Ki sırf böyle zor olmasın diye  biblo falan alıp koyma alışkanlığı edinmedim yıllardır. Aldığım mobilyaların kapaklı olmasına özen gösteriyorum, toz alacak yüzey sayısı olabildiğince az olsun diye. Yine de birikiyor, nesneler kendiliğinden çoğalıyor. Üreme sistemi yok dersin, halbuki var. Tabi aldığın şeyi yerine koymayınca oluyor böyle şeyler. Misal aylar önce haftasonu için Almanya'ya gitmiştik, tuvalet masamsı masanın düzenini bozmuştum. Yolculuk için krem, deodorant, takmayacağım küpeler, tokalar, belki sürerim diye ama sürmeyeceğim göz kalemi, parfüm vs derken, bi de normalde kutu olarak kullandığım çantacığın içini hop diye tuvalet masamsısına boşaltıp yanıma alınca.... Her şeyin yeri değişmişti. Yolculuktan dönünce de insan gibi her şeyi yerine yerleştirmek yerine daha da dağıtınca... Böyle beklediler beni işte. 

Sonuç olarak bugün tekrar sınıflandırdım her şeyi, kırık küpeleri, takıları tamir ettim. İnce lastikleri iyice erimiş, her an kopacak gibi olan boncuklu bilekliklerimi parçaladım. Renkli boncuklarını elbet bir gün bi şey için kullanırım. Ben bununla bi şey yaparım dedim. Kancası paslanmış küpelere yeni kancalar taktım. Bir gün bileklik yaparım diye aldığım metal parçalarının paslanmaya başladığını fark ettim, içim yandı. Boştaki kancalara taktım, bissürü tekli küpem oldu, ceylanlı, kedili, koyunlu. Ben onları birleştirir birleştirir takarım. Zaten evdeyim, deli manyak gibi gezmek serbest.

Bi de fark ettim ki, kapağı açık gardrop içi tozlanıyor a dostlar, açık bırakmamak ne kadar da kolay bi çözümmüş. Sürekli açık duran kapak / sürekli kapalı duran kapak testi yapmışım farkında olmadan. Neyse, bundan sonra aklımda olsun. (Olmadı)

Tek yumaklık, çok sevmediğim iplerden sepet örmeye başladım. Sepet illaki güzel görünüyor. Hem ufak proje, hemencik bitiyor, tatmin gibi tatmin. 

Bi de mandala örmüştüm geçenlerde, elbet bi şey yaparım deyip. Sonra kırlent modeli olduğunu fark ettim, kenarları hafiften kıvrık, yani düz bi şekilde durmuyor, mecbur kırlent olacak. Ama fark ettim ki boşta kırlent yok evde. Onun için de dışarı çıkacak değilim. İşe yaramaz diye bi kenarda biriktirdiğim kumaşlardan, kısacık kısacık iplerden kırlent yapmayı düşünüyorum. Hadi hayırlısı. 

Yemek olarak da terbiyeli havuç çorbasıyla börek tadında karnabahar yaptım. Çorbayı ilk kez yaptım, güzeldi. Karnabaharı geçen hafta yapmıştım daha önce, baya güzeldi. Bugünkünün tadına henüz bakmadım. (Yarın iş günü ya, yemek yapmaya fırsat olmaz diye bugünden yaptım. Bkz: Çalışan anne.) İçinde un var, yumurta var, kaşar var, ne kadar kötü olabilir ki, diye düşünüyorum, içim rahat. Yarın kahvaltıda yiycez, motoru bozmaz işşallah.

Sanırım bugün yoga yalan oldu. Gece yatmadan önce gaza gelip yapar mıyım ki? Sanmıyorum. Sabah kalkınca yaparım. Evet evet yapcam, vallaha. Bi de bi arkadaşım Türkçe bir yoga dersi önerdi. Şurda. Sanki daha bir anlaşılır yoga dili, O'nu denemeyi düşünüyorum. Çetin Çetintaş hocanın ismi. 

Sofi'nin Dünyası'nı okuyorum hala. Çok seviyorum bu kitabı yav, bissürü şey öğrendim. Başka kitaplarını da okuyacağım bulursam. 

İşte böyle, verimli bi gün oldu sanki. 

Verimli günler diler, selam ederim, 
Kanatlı Kedi




28 Mart 2020

Karantina Çelıncı - 4

Dördüncü gün cumartesiye denk gelince düzenim şaştı, erteleye erteleye bu saati buldu bilgisayar başına oturmam. Türkiye'de pazar oldu bile ama burda hala cumartesi, o yüzden geç kalmış sayılmam :) Hızlıca özet geçiciim.

Dün akşam bi youtube konseri dinledim. Passage Tv isimli bir kanal. Karantina sebebiyle bi moral konseri düzenlemişler. Güzel bir kanal, güzel bir konser. Dünyanın çeşitli yerlerinden Türkiyeli müzisyenler, moral verici şarkılar söylemişler. Şurdan izleyebilirsiniz.

Bugün de sonunda Adrienne'in yoga derslerine başladım. 30 günlük bir seri. İlkini yaptım ama.. Sanırım yoga dili diye bir şey var. O savaşçı pozisyonunda filan ekrana bakmaya çalışırken şekilden şekile girdim zaten, bir de üstüne dediklerinin çoğunu anlamadığımı fark ettim. Dedim herhalde İngilizce'm yetmedi. Bitince bir de Türkçe video açayım dedim. Sonra fark ettim ki onu da anlamıyorum, yine ağdalımsı bir dil kullanılıyor. Yoga edebiyatı yapıyorlar da diyebiliriz sanırım. Öyle bi şey varmış meğer. Sonuç olarak yine Adrienne'le devam edeceğim ama alışmak zaman alacak. Hareketler güzel, çok zorlamadan, nefes nefese bırakmadan terletiyor. Aradığım da bu.

Şimdilik bu kadar,
Yarın daha kafamın yerinde olduğu bi zamanda buluşmak üzre,
Kanatlı Kedi


27 Mart 2020

Karantina Çelıncı - 3

Bugün Korona'nın ekonomik tarafına canım sıkkın biraz. Daha yeni yeni başlıyor, acaba bu geçse bile etkileri nasıl olacak falan diye düşünürken, bi arkadaşımın işten çıkarıldığını öğrendim bugün. Yurtdışına taşınalı bir sene olmamıştı daha, bir sürü güvensizlik, belirsizlik şimdi...

Daha öncesi de var. İş arkadaşlarımın çoğu bu sebepten işini kaybetti. Çünkü sözleşmesiz çalışıyorlardı, freelancer olarak yani. Tabi bu durumda şirketin çat diye işten çıkarma hakkı oluyor. Ben Türkiye'den gelmiş biri olarak epey bi (9 ay falan) yırtındım, mızıkladım, sonunda istifa etmeye karar verdim falan derken zorla aldım sözleşmeyi. Bu sayede çalışıyorum yani şu an. Küçük şirket olduğu için, sözleşmeli çalışan şirkete çok daha fazla paraya mal olduğu için hep freelancerlarla çalışıyor şirket. Hadi şirket bunu ister, normaldir, açgözlüdür, çalışanına verecek parası olmadığı halde üretime başlamıştır falan... Freelancer arkadaşlar da hiç sesini çıkarmıyordu bu duruma. Hatta istedikleri zaman gelmemezlik edebildikleri için, uzuuun uzuun tatil yapabildikleri için (ve belki benim bilmediğim başka sebeplerden de) özgür hissediyorlardı kendilerini. Çok tuhaf geliyordu bu bana. Meğer baya yaygınmış Hollanda'da bu tip çalışma. Cool görülüyor-du. Tabi Korona bu insanları çok fena vurdu.

Onlarla ilgili bi şeyler yapalım diye danıştım bizim müdüre, hani sözleşmeli çalışanlar olarak, herkes üçbeş kuruş verse, ihtiyacı olan freelancerlara paylaştırsak bi şekilde, hiç olmazsa kiralarının bi kısmını ödeseler, kafaları biraz daha rahat olsa... fln diye... O iş olmaz yaa, benzeri bi cevap verdi müdür. Benim kocam da freelancer dedi, patronlar zaten şimdi cepten harcıyor, herkesin durumu ayrı, zor, dedi. Niyeyse böyle bi cevap beklemiyormuşum ki, sakin sakin hüzünlendim. Şok olmadım. Negatif cevaba hazırlamıştım kendimi. "Ooo, kediciğim paran çok heralde..." gibisinden bi cevaba bile hazır olduğumu sanıyordum ama gerçekten cevap gelince bi değişik oldum...Haklıdır kadın, iki çocuğu var, beyninde benden çok daha fazla tilki dolaştığı kesin. Zaten bikaç 100 euro koyabildi diyelim kasaya, ben de koydum, bikaç kişi daha koydu diyelim... 20 kişi var şu an tanıdığımız, iş arayan... Hangi birine yetecek? En iyisi devlet yardımı peşinde koşmaları ve yeni iş aramaları tabi ki.  Benim düşüncem işlevsizdi. Hatta belki de vicdanımı rahatlatmak içindi. Neyin vicdanıysa, niye kendimi suçlu hissediyorsam? Bi şekilde birbirimize destek olduğumuzu hissettirirsek birbirimize, her şey daha kolay aşılır gibi geliyordu işte... Ama bu destek olayını nasıl yapacağımı bilemiyorum sanırım.

Neyse, kısacası kafalar karışık bugün. Zihnim biraz netleşsin de, daha düzgün anlatırım derdimi heralde.

Bu arada bugün Adrienne'in başlangıç seviyesi yogasını yaptım! Teşekkürler yorumlarda öneride bulunanlara. Yarından itibaren 30 günlük yoga serilerinden birine başlıyorum. Söz, valla billa. 


26 Mart 2020

Karantina Çelıncı - 2

Dün benim evde durma standartlarıma göre sabahın köründe, 7:30da kalktığım için, gece de istediğim saatte, yani 11'de uyuma hakkı gördüm kendimde. Uyudum da netekim. E tabi bu sabah da 7:00'da uyandım. Çiş, yüz, diş rutininden sonra hemen oturdum bilgisayar başına. Belki bu erken kalkmaları bi rutin haline getiririm bu süreçte. Güzel olur.

Ben hep sabah insanıydım zaten. Kocam ise gece insanı. İlk tanıştığımızdan beri bu konuda ben ona uyum sağladım. Gece birlikte bi şeyler izliyoruz filan, hayatın eğlenceli kısmı gece oluveriyor birden, bırakıp gidip ben yatıyorum diyemiyor insan. Sonra sabah da uyanamıyor tabi. Hep bi günün yarısını yaşıyormuş hissi. Çünkü geceleyin onun aklı zehir gibi çalışıyor ama benim öyle değil ki, uyur gezer gibi oluyorum aslında, izlediğim şeyler de olmasa zihnim dünyaya tamamen kapalı. Karantina aydınlanması yaşadım sanırım şu an.

Dün eksik malzemeleri almak için atölyeye gittik, bu hafta şimdiye kadar yaptıklarımı da bıraktım bu arada. Arabayla gittik geldik, toplumdan olabildiğince uzak durduk. Yine de yıkadım ellerimi bol bol. Dönüşte "bi yürüyüşe çıkayım, hava çok güzel" dedim kendime. Tabi bi de bahane uydurdum hemen ardından: Ama önce eve gireyim, şu eşyaları bırakırım, tuvalete girerim, daha rahat bir şey girerim, çöpü çıkartırım vs... Sonra da geri çıkmadım tabi. Ah işte, evde kendi kendine takılabilmek, moral bozmamak güzel de, dışarı hiç çıkamamaya dönüşüyor bu bende bi müddet sonra. Halbuki çıkıp n'apacaktım ki? İnsansız bölgelerde max 20 dk yürüyüp gelecektim!

Belki bugün çıkarım.

Belki bi gün o kaydettiğim yoga videosunu izler, yoga da yaparım. Başlangıç seviyesinde yoga videosu önerisi olan var mı? Bi hoca buldum ama başlangıç seviyesi videosu 48 dk! Kadını da sevdim ama o süreyi düşündükçe başlayasım gelmiyor...Daha kısa olsa daha iyi olur sanki. Ya da sadece bahane uyduruyor olabilirim.

Dün arada bir buluşup Hollandaca konuştuğumuz, sonra muhabbet hararetlenince İngilizce'ye döndüğümüz bir arkadaşım, bisikletle gelmiş, posta kutuma bi zarf bırakmış. İçinde Hollandaca alıştırma kitabı ve iki kartpostal var. Kitaptan bahsetmişti, bekliyordum ama kartpostallar sürpriz oldu, çok sevindim. Datlış insan. Aşağıdan zile bastı gitmeden önce, balkondan komşulara duyura duyura konuştuk ki pek sık olmuyor bu burda:)

Bugün 10-12 arası bize en yakın olan süpermarkete gideceğiz, arka kapısına. İnternetten sipariş vermiştik, çalışanlar bizim yerimize raflardan toplayacak, biz de gidip paketleri teslim alacağız. Haftalık alışveriş tabi. Hollanda'da diğer süpermarketlerde bir sürü önlem alındığını duydum, yani görsellerini gördüm internette, her yere yazı asılmış, mesafeni koru diye, kasiyerin önüne plastiğimsi bi şey koymuşlar, gelenin geçenin tükrüklerinden uzak kalabilsin diye, sırada bekleme noktaları yapmışlar vs. Bize yakın olan bu süpermarkette ise hayat olağan akışında devam ediyordu en son 1 hafta önce gittiğimizde. Çok da kalabalıktı. Dedik mümkünse bi daha girmeyelim buraya. İnternetten sipariş seçeneklerini araştırdık. Eve teslim yapmıyorlar, pickup içinse en erken bir hafta sonraya randevu verebiliyorlar. Sanırım çok yoğunlar ya da eleman sıkıntısı var. İnsanlar hala her gün markete gidiyor, anlayamıyorum...

Birkaç gündür kitap okuyamıyorum, mesai sebebiyle. Ama sesli kitap dinliyorum. H.G. Wells'in Dünyalar Savaşı'nı dinliyorum. 19. yüzyılın sonlarında yazılmış. Zamanına göre güzel bir bilim kurgu. Başkahramanımız ya da yazarın o anda öne çıkarmak istediği kahramanın çevresinde olan anlık olayları, o anda diğer insanların neler yaptığını öyle bi ayrıntılı anlatmış ki yazar, başta alışmam uzun sürdü ama sonra çok sevdim. O film sahnesinin içine giriverir oldum o betimlemeler sayesinde. Filmciliğin olmadığı zamanlarda kim bilir ne büyük nimetti betimleme. Hala önemli tabi ama bu tip yazıları okumayalı epey olmuş ki direk kitap değil de film etkisi yaptı bende. Kitapla ilgili bir de şunu beğendim: Kitabın başında, insanlardan daha gelişmiş teknolojilere sahip olan Marslıların Dünya'yı işgal etmek istemesini mantıklı bulduğunu açıklıyor yazar. Diyor ki, biz de gidip sömürgelerimizde aynı şey yapmadık mı? İnsan da kendinden küçük gördüğü uygarlığı yok ederken acımasız olmuyor mu? Misal onlar insanlara benzeyen canlıları yiyorlar, e biz de hayvanları yemiyor muyuz? Ne farkı var? 1800lerin sonlarında sömürgeciliğe laf söylemesine de, ta o zamanlar vejeteryanlığı savunmasına da şaşırdım. Sevdim H.G Wells'i.

Bu arada karantinada kilo almamak için yöntemlerimizden de bahsedelim mi burda? 16 saat orucu tutuyorum ben. Akşam 7den, sabah 11'e kadar bi şeyler yemek içmek yasak. Yoksa duramam, kendimi biliyorum, çok yerim. Haftada 1 falan alkol kaçamağı yapıyorum sadece akşamları, sabahları sabit. Normalde tek başıma inanmazdım da, uygulamazdım da böyle şeyleri ama kocam yapıyor, onda işe de yarıyor, o yüzden hele ki bu dönem yapmam şart gibi geldi. Siz neler n'apıyorsunuz? Var mı ipuçlarınız?

Bugün bu haftalık son işgünüm (bitirebilirsem). Yarından itibaren daha eğlenceli şeylerden bahsedeceğimi umuyorum.

Selamlar efem,
Kanatlı Kedi



25 Mart 2020

Karantina Çelıncı - 1

Günaydınlar efem,

Saat şu an burda 8:40. Sabahın yedi buçuğunda uyandım nedense. Baktım zerre kadar uykum yok, telefonu uzuuun uzun kurcalamak yerine çıktım yataktan. Dün erteleyip durduğum için yağlı saçlarla yattığım duş işini hallettim, banyo lavabosunu üstünkörü fırçaladım, bilgisayar başına geldim. Hem temizlenmenin, hem de uzun süredir aklımda olan işlerin iki taneciğini halletmiş olmanın verdiği huzur var üstümde. Afferim kız bana.

Tabi şu anda blog yazmak yerine makineyi doldurup lavaboya taşacak olan bulaşıkları halletsem, ya da çalışmaya başlasam daha iyi olurdu.

El yapımı takı üreten bi şirkette çalışıyorum ben, Hollanda'da. Korona sebebiyle evden çalışıyoruz. Haftada bir kez atölyeye gidip yaptıklarımı bırakıyorum, gelecek hafta için malzemeleri alıyorum. Bu hafta kullandığım metal tel gibi malzemelerden biri kırıldı, mecburen bi sefer daha gideceğim, bugün öğleden sonra. Dolayısıyla şu an elimdeki diğer işin kalanını bitirebilirim aslında, amma velakin çelıncın ilk gününün yazısını yazmak varken...:)

İşimi kaybetmediğime seviniyorum. Sadece maddi açıdan değil, normalde de çok ev dışında yaşayan bi insan değildim ama bu sever, evde durmak zorunda olmak, dışarıda yapacak hiçbi şeyin olmaması, işim olmasaydı daha çok canımı sıkardı heralde. Şimdi en azından haftanın üç günü kesin bir uğraşım var. Evde kendime yapacak bi şeyler bulma konusunda çok sıkıntı çekmem ama yine de yapabileceklerimin arasından seçmek zorunda olmamak bile rahatlatıyor. Herkes benim gibi midir bilmem, ama bu yaşa geldim, hala bi otoritenin bana yol göstermesine ihtiyaç duyuyorum demek olabilir mi bu? Olabilir.

Sanırım bundan sonra bloga yazmak istediklerimi gün içinde aklıma geldikçe not alacağım.

Karantinada sosyalleşmek için kullanılabilecek uygulamalardan haberiniz var mı? Watsapp ve Skype dışında iki tane biliyorum ben:

1) Zoom: Hollandaca dersimi bu uygulama vasıtasıyla alıyorum. Ücretli değil sanırım. Grup olarak, farklı yerlerden muhabbet ediliyor, chat kısmından belge gönderilebiliyor, ekran paylaşılıp mesela birlikte video da izlenebilir ama kalite pek güzel olmuyor.

2) House Party: Dün akşam kurduk telefona, dört arkadaş bağlandık. Logosu kırmızı zemin üstünde el sallayan sarı bi el şeklinde. Yine görüntülü muhabbet için güzel. Bi de uygulamanın içinde oyunlar var. Trivia türü oyunlar bizim gruba pek hitap etmiyordu, çok fazla Amerikan kültürü barındırıyordu ama misal Draw Something oyununu sevdim.
Bir oyun grubunuz vardıysa normal hayatınızda, az buçuk yakalayabilirsiniz benzer bi tadı, bu uygulama sayesinde. Biz eskiden okey oynardık. Şimdi öyle bi uygulama arıyoruz ama henüz bulamadık. Bilginiz varsa piliz paylaşın.

İşte böyle, saat 9 olmuş, mesai başlamak üzere.

Çelınca katılanlara, arada bir sırf okumak için uğrayacak olanlara, herkeşlere teşekkürler, selamlar,
Yarın görüşmek üzere.

Kanatlı Kedi

P.S. Yazmalara doyamadım, yazıyı gün içinde güncelleme hakkım saklıdır, taaam mı?!

23 Mart 2020

Çelınca Davet!

Selam size blog kardeşlerim,

Kendi kendime çok pis gaza geldim, burdayım. Daha önce Mari Antrikot'un başlattığı türden bi çelınc yapalım, her gün kısa/uzun fark etmez, bir yazı yazalım diyorum. Konusu ne olursa olsun. İster her gün bi filmi, bi kitabı anlatın, isters zamanında gezdiğiniz yerleri anlatın, ister bilgi paylaşın ya da sadece o gün ne yaptığınızı, ne yapmayı hayal edip yapamadığınızı, içinizden geçeni anlatın. Fark etmez. Amaç bi şeyler yazmak, belki arada da muhabbet etmek.

Bu  Korona sebepli EvdeKal'ma zamanlarında düşünecek çok zamanım oluyor. Daha çok kitap okuyorum ister istemez, üç beş cümle de olsa bir şeyler yazmak istiyorum hep. Sonra izlediğim şeylerle ilgili de aynı hisler... Ya da haberlerle ilgili... Şu sıralar bir sürü online film arşivi ücretsiz hale geldi mesela, bu tip şeyleri paylaşmak istiyorum. Karamsar anlarım da oluyor tabi. Böyle anlarda sürekli kendi kendime düşünsem işin içinden çıkamam ama başka yerlerde okuduklarım, izlediklerim sayesinde sakin kalabiliyorum. Yani düşünecek zamanım çok olunca, bu karman çorman düşünceleri toparlayıp yazmak zor oluyor, erteleyip duruyorum. Halbuki toparlamadan, her gün biraz biraz yazabilirim bu challenge sayesinde:)

Siz de eğer böyle veya yazmaya bahane arayan, yazmanın iyi geleceği bi ruh halindeyseniz, buyrun katılın çelınca. Bence olur. Rahatlarız. Bütün gün evde durup ne yaptığımızı anlatırız birbirimize, birbirimizden ilham alırız. Haberleri okuyup okuyup içimiz şişerekten saatlerce koltukta oturmaktansa, içimizi açarız birbirimizin. Bilmiyorum, her gün yazmak illaki bi işe yarar. Mari'nin başlattığı çelıncdan hatırlıyorum bunu, yaşadığın günü yazacak olmak, ayrı bir enerji veriyor insana o anı yaşarken. 



-- Bugün 23 Mart. 25 Mart'ta başlayıp Nisan sonuna kadar devam edelim diyorum. Sonra çoook seversek yine devam ederiz ama 36 gün şimdilik yeterince iddialı gibi.

-- Olur da bu yazıyı sonradan görürseniz ve katılmak isterseniz dalın bence ortasından, hiç sıkıntı değil.

-- Ayrıca sürekli yazamama diye düşünüp katılmaktan vazgeçiyorsanız, hiç gerek yok böyle streslere. Arada bir yazmasanız n'olur ki? Nereye yetişiyoruz, ne zorunluluğumuz var? Yeterince stresimiz var, bi de burayı dert etmeyelim kendimize.

-- Katıldığınızı belirtmek için bu yazının altına yorum yapın ki birbirimizden haberimiz olsun. Ben de bu yazının sonunda paylaşayım websitelerinizi.

 -- Bu arada Karantinada 1. Gün gibi düzenli yazılar yazan birkaç blog gördüm,  Belki onlar da katılır bu çelınca, ne güzel olur... maksat birlikte takılmak sonuçta:)

-- İlk defa böyle bi çelınc duyurusu yapıyorum, eksik yaptığım bi şeyler varsa yol gösterirseniz sevinirim:))

-- Bi de bunu kulaktan kulağa yayarsanız ne güzel olur:)


Esen kalınız,
Akıl sağlığınızı koruyunuz,

Kanatlı Kedi

--------------

Katılanlar

Stupid Little Things: https://minoshka.blogspot.com/

Leylak Dalı: https://leylakdali.blogspot.com/

Ben Daha Şekerim: https://bendahasekerim.wordpress.com/

Amerika'dan Görüntüler: https://amerikadangoruntuler.blogspot.com/

2 Cities 1 Woman: http://2cities1woman.com/

Ters Pabuçlar: https://terspabuclar.blogspot.com/

Sümüklüböcek Günlükleri: http://sumuklugunlukleri.blogspot.com/

Kaplan Diary: https://kaplandiary.blogspot.com/

Yeni Bir Blog: https://sonipan.blogspot.com/

Saçalının Not Defteri: http://sacaklininnotdefteri.blogspot.com/

Isırganotu: http://isirganotu.blogspot.com/




21 Mart 2020

Van tu tri for!

Merhaba sevgili insan kardeşlerim,


N'aptınız? Nası gidiyo karantinamsı günler. Haberleri okuyup okuyup deliriyonuz mu? Güzel...



Ne yalan söyliyim, bizim burda karantina falan yok pek. Okullar ve diğer sosyalleşme mekanları kapandı, kafeler, spor/sanat merkezleri vs... Onun dışında herkes sokakta. Çocuk parkları dolu, marketler, en azından bizim eve yakın olan, tıklım tıklım...Kontrollü yayacakmışız bu mereti, yani bu karantinasızlık koronadan kurtulma planımızın bi parçasıymış. Görücez bakalım. Planlar çok hızlı değişebiliyor bu meret yüzünden, bi gün "tüm önlemlerimizi aldık, korona vız gelir tırıs gider" diyen devlet başkanları, ertesi gün "birlik olmalıyız, ancak öyle üstesinden gelebiliriz" diyebiliyor. O yüzden artık onların sözüne güvenecek değilim. Önceden de çok güveniyor değildim ama güvenmek istiyordum işte.



Herkesin ruh hali bi tuhaf. Hiç olmadığım kadar sosyalim bu aralar. Sürekli birileriyle yazışıyorum, annemle iki günde bir konuşuyorum filan... Evde durmaya, insansız, kendi kendime sosyalleşmeye o kadar alışmışım ki pek koymadı bu durum bana, şimdilik. Hatta artık evden çalışıyorum, işyerimdeki zoraki sosyalleşmeden, haftasonun nasıldı gibi muhabbetlerden de kurtuldum. İnsanlık için güzel tabi böyle muhabbetler, karşı değilim, ama beni yoruyor.



Tabi dışarda dünya akıp gidiyor ve çok da güzel akmıyor. Haberleri okudukça içim şişiyor, bazen üzüntüden, bazen öfkeden, bazen stresten... Pek okumuyorum o yüzden. Sadece haber başlıklarını okuyorum günde bir defa falan. Köşe yazılarını, yorumları okumayı çoktan bıraktım zaten. Durumu değiştiremeyeceksen stres yapma, aklını tehlikeye atma, diyorum kendime sık sık. İşyerinde başbakanımız açıklama yapana kadar dalga geçip duruyordu insanlar bu virüsle, durduğum yerde sinirleniyordum. Lan hiç mi haber okumuyorsunuz, siz ölmeseniz de başkalarının ölmesi ihtimali var, ayrıca İtalya'da hastaneler dolmuş, burda da olmasın işte, bikaç hafta kimseyle görüşmesen, parti yapmasan ölür müsün? diye içimden saydırıp duruyordum. Sonra başbakan bi açıklama yaptı, işyerinde durumun tehlikesi hakkında bi açıklama yapıldı, işlerini kaybetme ihtimali olduğunu anladılar, hoop işler birden ciddileşti. Burdaki yirmili yaşlardaki insanlarda, Türkiye'de gezi öncesi gençliğinin apolitikliğini görüyorum sık sık. Dünya umurlarında değil. Ama sanırım her neslin bi şekilde burnu sürtülmesi gerekiyor, onların da sürtülecek, koronayla olmazsa, başka bi şekilde...



Sofi'nin Dünyası'na üçüncü kez başladım bu arada. İlkini Kindle'dan okuyordum, bitiremedim. İkincisini sesli kitap olarak dinliyordum, çok sevmiştim ama okuyan Youtube hesabı devam edemedi. Şimdi bir zamanlar Türkiye'ye gittiğimde aldığım basılı kitabından okuyorum, su gibi akıp gidiyor. Anlamakta ilk başlardaki kadar zorlanmadığımı fark ettim. Felsefenin temeline giriş videoları dinleye dinleye sindirmişim konuları farkında olmadan demek ki. Diline alışmışım az çok. İlk okuduğumda ne çok isyan ettiğimi hatırlıyorum. 



Cortado podcastini dinliyorum. Arkadaşımın başlattığı, oldukça amatör ruhlu, datlış bi podcast. Her konu var. Arkadaşlarıyla ama konuyla ilgili arkadaşlarıyla muhabbet ediyor, bilginin güncel halini sunuyor. Arkadaşımın hep hayaliydi sanırım bu tip bi şey yapmak; bilgili insanları konuşturmak, bu konuşmaları başka insanlara ulaştırmak... Benim gibi içe dönük bi insan için çok anlaşılabilecek bi hayal değildi bu yıllar önce ama podcastleri dinleyince anladım sonunda. Hayattaki en güzel başarılarından biri bu bence... Ne garip, para kazandırmadığı için kimsenin gözünde bi değeri yok bu başarının... Küçük yaratılarımızın, başarılarımızın farkında olalım be, kim ne derse desin ya da demezse demesin... Dinlemedeyiz dostum, sen devam et.



Dün geceyi yine bi Ferhan Şensoy gecesi yaptık. Kırkambar Gece Tiyatrosu'nu ilk defa baştan sona izledik.







Bu adamı seyretmek tarihe şahit olmak gibi, yaşadıklarını öyle bir tasvir ediyor ki, sanki ordayım. Tabi bir de bazen takip etmekte zorlandığım kelime oyunları var (en sevdiğim), aralarda söyledikleri şarkılar var... Misal bi savaş şarkısı var ki hala kafamda çalınıyor, sözleri ekşisözlükten apartıp buraya yapıştırıyorum: 



 "van tu tıri for



savaş yüksek oktanlı gayet boktan bir şeydir
bir düğmeye basarsın birden başlar katliam
hangi düğmeye bassan artık durmaz katliam
hangi akoru bassam artık bana fark etmez

yaylalar yaylalar
yaylalar yaylalar

savaş yüksek oktanlı gayet boktan bir şeydir
hemen ölürsen yırttın kim kazansa fark etmez
fakat hemen ölmezsen iki ihtimalin var
ya yaralanırsın ya da esir düşersin
yaralanırsan kıyak hastaneye geçersin
hastane en kralı savaş boyu ensesin
fakat esir düşersen iki ihtimalin var
ya kurşuna dizerler ya fırına atarlar
kurşuna dizerlerse ölürsün film biter
fırına atarlarsa iki ihtimalin var
ya sabun yaparlar ya da kağıt yaparlar
sabun yapsalar kıyak, musluğun deliğinden vıcıt akar gidersin
fakat kağıt yaparlarsa iki ihtimalin var
gazete kağıdı yaparlar ya da tuvalet kağıdı
tuvalet kağıdı yaparlarsa artık ihtimalin yok
boku yedin demektir
söylüyorum lan baştan beri

van tu tıri for

savaş yüksek oktanlı gayet boktan bir şeydir"


Tabi bunu şiir gibi değil de melodisiyle okumak gerek. Oyundaki diğer şarkıların da sözlerini böyle bulup buluşturup, olmadı kendim yazıp şarkı niyetine kendi kendime mırıldanasım var. 

Daha çok Ferhan Şensoy okumalıyım, diyorum oyunlarını her izlediğimde. 

Bir de arada bir Attila İlhan ve Şükrü Erbaş dinliyorum Spotify'da. Dün Erbaş'ın şu aşağıdaki şiirine taktım. Korona sayesinde artık ortak bir acımız var. Bakalım ne kadar sürecek bu ortak acı, ne zaman sonra kaldığımız yerden devam edeceğiz koşaradım tükenmeye. Bazen becerebildiğim bir şey var, durup hayatı, insanları uzaktan izlemek. Şu an da o anlardan biri. Belgesel izler gibi izliyorum hayatımı-zı. Bu ruh halinde olunca hiçbir şey çok koymuyor. 

Selamlar efenim,
Aklınızı koruyun, 

Kanatlı kedi


KOŞARADIM
Gittikçe yalnızlaşıyorsunuz insan kardeşlerim
Ne bir ortak sevinciniz kaldı sizi çoğaltacak
Unuttunuz nicedir paylaşmanın mutluluğunu;
Ne bir içten dostunuz var acınızı alacak Toprağı rüzgârı denizi göğü
Unuttunuz, gömülüp günlük çıkarların
O her zaman bir insanla anlamlı Tükenmez bir hazine gibi kendini sunan doğayı
Fırlayıp ilk ışıklarıyla günün dağınık yataklardan
Ve ucuz korkuların kör kuyularına Daraldıkça daraldı dünyaya açılan pencereniz.
Uzayan gölgelerle koşaradım dönüyorsunuz evinize.
Koşaradım gidiyorsunuz işinize değişmeyen yollardan Kurulmuş saatler gibi günboyu çalışıp tekdüze
Alışverişe döndü tüm ilişkileriniz, hesaplı, planlı
Ne kadar uzaksa bir felaket sizden o kadar mutlusunuz Unuttunuz başkalarının acısını duymayı Küçük çıkarların büyük kurnazları
Dışa vurmayı duygularınızı
Sevgileriniz ayaküstü, ilgileriniz koşaradım Unuttunuz konuşmayı kendinizi vererek Düşünmeden bir başka şeyi, içten yalın dürüst
Yıkanmıyor bir kez olsun yüreğiniz yağmurlarla
Unuttunuz, neydi bir ince söze yakışan en güzel davranış. Gittikçe yalnızlaşıyorsunuz insan kardeşlerim -Ki bu en büyük kötülüktür size- Denizler boşuna devinip duruyor bir çarşaf gibi
Anlamıyorsunuz inançlarını bir kez düşünmüyorsunuz.
Gerip ufkunuza mavisini, çiçekler her bahar Uyanışın türküsünü söylüyor da görmüyorsunuz. Sizin adınıza dünyanın pek çok yerinde İnsanlar dövüşüyor ellerinde yürekleri birer ülke Ömrünüzü güzelleştirecek bir şey almadan hayattan
Duymadan bir gün olsun dünyayı iliklerinizde..
Bir şeyler bırakmadan ardınızda gelecek adına Koşaradım tükeniyorsunuz insan kardeşlerim Koşaradım

10 Mart 2020

Kitap: Gezginin Oteli - Zamanda ve Mekanda Yolculuklar (Cees Noteboom)


Hollandalı yazar Cees Noteboom'un bir kitabını daha okudum. (Diğeri burada: Mokusei) Yıllar içinde tuttuğu gezi notlarından seçmelerden oluşuyor. Hakkını vereyim, gerçekten zor bir yazar. Bazı şeyler çeviride kaybolduğundan mıdır nedendir bilmem, bu yazarı sanırım her daim uyanık bi zihinle okumak gerekiyor. Yoksa o kadar çok gönderme, o kadar çok -daha önce hiç duymadığım- özel isim geçiyor ki, dalıp gidiyorum başka düşüncelere. Ama dalmadığım zamanlarda hep severek okudum. Diğer kitaplarını da okuyacağım kesin. Keşke orjinalinden okuyabilsem ama henüz Hollandacama o kadar güvenmiyorum. Yazarı niye sevdiğimi şöyle bir not alarak özetlemişim: "(Kitaplarında) insanı anlama çabası, tarih bilgisi, batılı bakış açısı ve batılı bakış açısına dışardan bakış... hepsi bir arada." Evet hepsine katılıyorum yine ama eksik bu. Yazar gezgin, dünyayı gezip gezip yazıyor. Ama "görülmesi gereken yerler" gibi listeler yapmıyor. İnsanları izliyor, aralarına karışıyor, asla tam olarak karışamayacağının, hep bir gözlemci olacağının farkına varıp hüzünleniyor, fakat bu hüzün öyle bir kıvamda ki, gereksiz bir drama tadı bırakmıyor ağızda... Tüm bunlar bende, Noteboom'un Sait Faik'in daha karmaşık cümleler kuran versiyonu olduğu izlenimi uyandırıyor. Birisi öykücü, birisi gezgin elbette, edebi dillerinin hiç alakası yok birbirleriyle elbette ama sanki insanlara baktıkça hissettikleri hep benzermiş, gibi. 

Neyse, öyledir, değildir, bilmem, bana düşmez ama bende uyandırdıkları böyle, birbirine benziyor. 

Altını çizmeye üşenmediğim kısımları not ettim buraya, buyrunuz: 

133 - Bu tür yerlerde daima çok mutlu olduğumdan, nedenini hiç sormadım kendime. Mutluluk hakkında düşünmeye, mutsuzluktan daha az zaman harcıyoruz sanki. 

134 - Hiçbir şey, ilerlemeden daha sıkıcı değil, diye düşünüyorum mantıksal yönden ileri ama duygusal yönden geri olan ve kendi anavatanında, benzer bir sofulukla kiliseden çıkan bir grup kara giysili Hıristiyan herifi her gördüğünde bir kasvet ürpertisi hisseden ben. 

136 - İran'a, körleşmiş bir Batı kibiriyle yaklaşıyor ve kendinizi hiçbir nirengi noktası bulunmayan, binlerce yıllık bir tarihle karşı karşıya buluyorsunuz. Bugüne dek son öğrendiğiniz şey Xerxes'ti, peki ondan sonra gelen bütün o yüzyıllar ne olacak? Fransa'ya Fransız Devrimi hakkında bir şey bilmeden, Napoleon hakkında mümkün olan en muğlak düşünceyle ve Charlemagne, Hıristiyanlığın yayılışı ve Katoliklikle Protestanlık arasındaki fark konusunda hiçbir fikriniz olmadan gitmeye benziyor bu.

137 - Halife Ömer ülkeyi 642 yılında fethediyor ve İranlılar gerçekten, bugüne dek Müslüman kalıyor ama Müslümanlıktan çok daha eski bir tarihe sahip olduklarının ve bir zamanlar Araplara yenildiklerinin olağanüstü bilincindeler. İranlıların uyguladığı, Şiilik denen ayrılıkçı Müslümanlık biçiminde Muhammet'in halefleri farklı ve diğer Müslümanlar tarafından sapkınlık olarak görülüyor bu.

143 - Nihayet burada, insan biçimlerini simgeleyen resimler yapılmış duvarlar görüyorum bari. İnsan!Bütün o geometriden sonra bir rahatlama geliyor...

150 - Bu kabartmalara insan figürlerinin ya da daha doğrusu, insan imgeleminden çıkan figürlerin oyulmuş olması bile, sizin onlara yakınlığınızın, onlardan sonra, sizden önce gelen İran sanatının yakınlığından çok daha fazla olduğu anlamına geliyor; o insan biçiminden yoksun, aşırı geometrik süslemeler...

151 - Beraberimde götürdüğüm şey, başkalarında belki bir kayak tatilinden sonra kalan duygular; rafine ve temiz bir şeyle temas etmiş olmak.

173 - Çok zaman önce kızkardeşimle ben savaş zamanı, Lahey'den boşaltıldıktan sonra, yönetimsel bir hata yüzünden, doğu Hollanda'daki School met den Bijbel (Kutsal Kitap okulu) dediğimiz bir yere yerleştirildik. Bu pek uzun sürmedi, çünkü diğer çocuklar daha ilk gün bizim 'pis katolar' olmamıza sardırıp oyun alanında bizi kovaladılar ve köşeye sıkıştırıp suratımıza tükürdüler. Bu bende bir travma yarası bırakmadı fakat unutmadım da. Bunu o bölgelerde, 'zwartekousenkerk' (kara çoraplar kilisesi) olarak hüküm süren katı ortodoks tipte Protestanlığa bağladık. Bildiğim kadarıyla, bu kilisenin üyelerine bugün bile televizyon izlemek yasaktır, çoğunluk oldukları semtlerde Pazar günleri yüzmek yoktur ve hatta bunların bazıları çocuklarına çocuk felci aşısı yaptırmayı bile reddediyor, çünkü bunu yaptırmak Tanrının esrarengiz işlerine karışmak demektir. 

173 - (Kilisede) Işıksız bir Noel ağacı, yerinden edilmiş kişidir; orada dururken, bir ağaç olmak için elinden geleni yapıyor, ama herhalde bunu bir ormanda yapmayı tercih ediyordur. 

181 - Yapraksız bir akçaağacı nasıl tanıyacağım? 

183 - Homo sapiensin çeşitli biçimlerinin konduğu bir kafes olursa belki o zaman kendimizi daha iyi anlayabiliriz. 

206 - ... ama bana anlatmak, açıklamak, tanımlamak istediği daha çok, çok şey var ve ben anladıkça, nasıl da hiç anlayamadığımı fark ediyorum sadece ve sonunda vazgeçiyoruz... (çevirinin bazı durumlarda işe yaramaması hakkında...)

206 - O ses, iki yahut üç kuşak sonra artık hiçbir anlamı kalmayan, tam bir antika haline, UNESCO fonuyla kurulmuş bir müzenin, yani görkemli günlerin, değerli kahramanların, tarihin anısına kurulmuş bir yerin bir rafında duran, konserve kutusuna konmuş bir mit haline gelecek ve sonunda MacLuhan'ın köyü (global köy kavramı) her şeyi tamamen eşdit kılmayı başardığında, bir zamanlar 'insanlarla ilgili her şey', her şey, her yer bundan sonraki kuşaklar için pahalı bir oyuncak haline gelecek. (Gittikçe daha az konuşulup kaybolan diller, kültürler hakkında)

217 - ... bireyleri hep birlikte yaşayan ve dolayısıyla tek başına ölmeyen bir toplumun son perdesidir bu.

217 - Dünyamız onların varlığına daha ne kadar izin verecek? Onların toplumunun 'bütünlüğünü' bozan tek şey, bizim tarafımızdan görülebilmesidir ve bozulmanın bizim görmemizle başlaması dünyada ilk kez olmayacak. (...) Bunun hakkında yazı bile yazamadığımı fark ediyorum; onların 'toplumu'  hakkında bir şeyler söylemeye çalıştığımda, en hor görücü türden bir neo-Hıristiyan terminolojisinin içinde bocalayıp duruyorum ve seçim zamanı, Hıristiyan Demokratların daha radikal kanadına hizmet eden birinin sözleri gibi geliyor sanki bunlar. Bizim bir topluluk hakkında konuşmaya hakkımız yok, çünkü bizim gerçek anlamda bir topluluğumuz yok artık. Aynı kavramları, tümüyle farklı anlamlartaşıdıkları bir topluma uygulamak olanaksızdır. Biz yalnız yaşıyoruz, onlar birlikte yaşıyor ya da başka bir şekilde söyleyecek olursak, yaşlı bir kadının pencerenin önünde, ölmüş halde üç gün oturması diye bir şey orada olamaz, her ne kadar bunun, onlarda önünde oturacak pencerenin olmamasından kaynaklandığını söyleyecek kişilerin çıkması kaçınılmazsa da.

219 - Timbuktu'nun adını duyunca tüm Avrupa ve Magrip'in özlemle titrediği zamanlar varmış. (Songhai İmparatorluğu)

222 - Beyaz adamlar Afrika'yı kendilerini şımarıkça soyutlayarak, kendi rahatlarına düşkünlükleri yüzünden asosyalleşerek gezer ve hiçbir şeyi görmezler. Ve gittikçe daha çok sayıda gelip, tuhaf vahşi hayvanların, parayla tutulmuş dans eden maskların yanından geçer ve yine hiçbir şey görmezler. Ve ama... ve ama... Levi Strauss bunu daha net bir şekilde dile getiriyor: 

Etnologlar, bizim yaşam tarzımızın tek tarz olmadığını, insanların mutlu bir şekilde yaşamasını sağlayan başka tarzların da varlığını göstermek için vardır. Etnologlar bizi kendini beğenmişliğimizi biraz yumuşatmaya, farklı yaşam biçimlerine saygı göstermeye çağırır. Etnologların incelediği toplumlarda kulak vermeye değer dersler vardır. bunlar insanoğluyla doğal çevresi arasında bir dengeyi sırrını ve amacını bizim artık anlayamayacağımız bir dengeyi kurabilmiş toplumlardır.

229 - ...insanlar... denizlere çıkan her geminin, limandan ayrılırkenkinden farklı bir haritayla döndüğü zamanları hep özleyecektir.

238 - ...şimdi kendi başıma dediğim bir yaşamı, yazmakla ve görünür dünyayı kaydetmekle geçen bir yaşam tarzını seçtim, ama tek bir sözcüğü okuyabilmek için kaç tane sözcük yazmanız gerek?