Son zamanlarda, aslında belki de son 2 yıldır, çok fazla sesli kitap dinliyorum. Gün içinde zamanımın çoğunu elişiyle geçiriyorum, bu da epey zaman tanıyor kitap dinlemeye. Eskisi gibi oturup uzun uzun, satırların altını çize çize kitap okumayışımın vicdan azabını azaltıyor bu bir nebze de olsa. Şimdi yazarken bile Akın Altan'ın sesi yankılanıyor hatta kafamda. (Takip ettiğim Youtube kanalı).
Dinlediklerimin çoğu yabancı yazarların eserleri, çünkü onlar daha kolay bulunuyor çevirimiçi dünyada. Fakat az sayıda yerli yazar bulmak da mümkün. Reşat Nuri Güntekin de onlardan biri.
Yaprak Dökümü'nü ve Acımak'ı dinledim. İkisinde ortak bazı noktalar olduğunu hissettim ve bu hisleri buraya kaydetmek istedim.
Çocukken Çalıkuşu'nu okumuş, çok etkilenmiştim. İdealist bi genç olmama katkı sağlayan/sebep olan kitaplardan biri olmuştu. İdealist bir kadının Anadolu'nun ücra bir yerine öğretmen olarak atandığını hatırlıyorum, bir de bir aşk hikayesi vardı tabi. Öğretmen olmak istediğim zamanlarda okumuştum sanırım. Belki de bu kitap etkisiyle öğretmen olmak istemiştim, hatırlamıyorum. Ama bu kadına karşı büyük saygı, sevgi ve yakınlık duyduğumu çok net hatırlıyorum. Geleneklerle savaşması, erkeklerden oluşan tarihimizde bir kadının yer aldığını görmek, bunu ilk defa olarak görmek, karakterle kendimi bütünleştirmek istememe yol açmıştı doğal olarak.
Sonra, yıllar sonra, Yaprak Dökümü dizisi çıktı. Pek dizi izlemiyordum o zamanlar, dolayısıyla bunu da izlemedim, Reşat Nuri'nin olduğunu bilmeme rağmen. Zaten pek çekici bir yanı da yoktu, sadece çok dertli bir dizi olduğundan bahsediliyordu orda burda. Bir aile var, sürekli sıkıntı çekiyorlar, o kadar. Bildiğim bundan ibaretti. Gündelik hayatın nasıl işkenceye dönebileceğini, hayal gücüne, bilgi dağarcığına hiçbir olumlu katkı sunmadan, uzata uzata anlatmanın kime ne zevk verebileceğini hala anlayamıyorum. Bir edebiyat eseri olarak var olmaları gerekir, amenna...Ama sonu henüz yazılmamış, seyircilerden ilgi gördükçe yeni felaketler eklenerek uzatılan bir dizi şeklinde piyasa sunulması... İlgimi çekmemenin ötesinde, sinirimi bozuyordu, hala da bozuyor.
Dizinin üstümde bıraktığı bu kötü izlenimleri sonunda bir kenara bırakıp sesli kitabını dinlemeye karar verdim, dinledim. Sonra üstüne Acımak'ı da dinledim.
İkisinde ortak olan şeyler fark ettim demiştim, ona geleyim artık.
İkisinde de idealist karakterler var. Dürüst olmaya, işini düzgün yapmaya çalışan birer memur. Hatta Acımak'ta bu şekilde iki memur. Biri Çalıkuşu'ndaki gibi Anadolu'da yaşayan genç bir kadın öğretmen. Memurluğun kutsal olduğuna, halkın daha iyi yaşaması için var olan kutsal devletin birer neferi olarak bu işi yaptıklarına inanmışlar. Böyle düşünmeyen, el altından kendi işini halletme derdinde olan diğer memurların gazabından kendilerini korumaya çalışırlarken idealleri sarsılıyor. Dolayısıyla kendilerine yeni idealler arıyorlar. Büyük bir toplumu iyileştirme hayalinin gerçekçi olmadığına hükmedip, kendi küçük topluluklarını yaratmaya ve onu mükemmel ve mutlu kılmaya adıyorlar kendilerini. Yani bir aile kurmaya karar veriyorlar.
Bu yeni kutsal amaç için birer kadın gerekiyor bu erkek memur karakterlerimize. Kendilerine yakıştığını düşündükleri, ahlak seviyeleri, hayattan beklentileri kendilerininkine yakın birer eş buluyor, evleniyorlar ve bir aile kurmanın gereği, olmazsa olmazı çocuklar üretiyorlar hemencecik (doğum kontrolü yok tabi).
Bir süre hayatlarının en mutlu günlerini yaşıyorlar. Aileleri için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Bol bol para gerekiyor tabi. Bekarken memuriyetin ahlaksız ortamlarına kolayca rest çekebilirken, artık çekemez oluyorlar, bir ikilem başlıyor içlerinde. Ailemi korumak, onları aç bırakmamak benim görevim, fakat kendi işyerimde bu yozlaşmaya göz yummam da doğru değil, gibi en masumane ikilemlerle başlayan felaketler eserlerdeki felaketler zincirlerine sebep olacak kötü karakterlerin ortaya çıkmasıyla devam ediyor: Kadınlar.
Çok ahlaklı, namuslu, tutumlu olduklarını sandıkları için toplumda gözlerine kestirip seçip evlendikleri kadınlar, bu zavallı namuslu adamların hayatını karartıyor. Ve aşama aşama gittikçe kötüleşerek devam ediyor pislikler, şerefsizlikler, namussuzluklar... Yaprak Dökümü dizisinin ünü, uzayıp gitmesi, bu yönden gayet haklıymış meğer. Romanın temel olayları bu dramatik anlar. Ufacık bir mutluluk, iyilik emaresi görünse, hemen ardından insan denilen şeyin, özellikle de kadın denilen yaratığın ne kadar şeytanlaşabileceğini hatırlatan olaylar akın ediyor.
İki kitapta da bu böyle. Acımak'ta neyse ki bu idealizme ulaşabilen bir de kadın karakter var da, yazarın kadınlardan nefret ettiğini düşünme gafletinden kurtuluyoruz.
Yazarın anlattığı dönemle ilgili kanıtlar sunuyor bu romanlar bize.
Kadınların çalışması toplumca henüz benimsenmemiş. Bir kadının iyi bir evhanımı ve anne olmak dışında bir görevi yok. Bu durumun iki sonucu var:
Birincisi, evin tüm ekonomik yükü erkeğin omzuna biniyor, işini kaybetme ihtimali olmaması gerekiyor. İş de öyle kolay bulunan bir şey değil zaten. Dolayısıyla erkeğin ahlaklı olma ayaklarını bir kenara bırakıp para kazanmaya devam etmek için ne gerekiyorsa yapması gerekiyor. İşinde olanları gelip evde anlatması da gerekmediği için, tüm sıkıntıyı kendisi yaşayıp, karısının ve çocuklarının hala masumane yaşamalarını sağlayabilir. Yani Türk toplumunda çok önemli olan helal/haram kavramı burda şaşalıyor. Haram para kazanıp, ailesini eve helal para getirdiğine inandırırsa mükemmel baba ve erkek oluyor. Tabi bu durumda psikolojisi çorbaya dönüyor.
İkincisi, kadının çalışması gerekmediği için, resmi bir okula gitme zorunluluğu da yok. Dolayısıyla ahlakı da, parayla, dış dünyayla kurduğu ilişki de, insan ilişkileri de tamamen ailesinin vereceği eğitime bağlı kalıyor. Tüm sorumluluk ailede olduğundan, iyi niyetli aileler, aman kızım ahlaksız olmasın, iyi bi koca, hatta iyisini kötüsünü geçtim, bi koca bulabilsinl, diye kızlarını eve kapatıyorlar. El değmemiş olanın makbul olduğu ve aksinin iddia dahi edilemediği o günlerde oldukça mantıklı bir çözüm. Fakat gizlenen şey her zaman merak edilir, kafadan silinip atılamaz. Tabi dış dünyadan, sosyal topluluklardan, alışverişten, paradan, iş dünyasından bihaber yetişen bu kızların da hayal dünyaları tamamen bu bilmedikleri dış dünya üzerine gelişiyor. Bolca paraları olduğunu, istediklerini giyip, istedikleri gibi gezebildiğiklerini hayal ediyorlar sürekli. Zengin koca en temel ihtiyaçları. Tüm eğitimleri bir koca bulmak üzerine. Ahlakları da, öğrendikleri ev işleri de, hepsi, yakında ailelerine yük olmayı bırakıp bu evden ayrılmaları gerekeceği için, kendilerine başka bir ev bulma ihtiyacından besleniyor.
Yaprak Dökümü'ndeki çilekeş baba, kızlarından birinin yüzü çocukluktan yaralı olduğu için, yani toplum standartlarında çirkin sayıldığı için, ona, yani Fikret'e başka şeyler öğretmeye karar veriyor. Mesela kitap okumak, ahlaki değerler, insanlık, bahçecilik vs. Ve bunlar, düşününce, günümüz toplumunda, zorda kalınınca illaki paraya dönüştürülme ihtimali olan, sırf bu ihtimalin bile kişiye özgüven verebileceği özellikler. Fakat diğer iki kızına (Necla ve Leyla'ya), koca bulmaya yetecek kadar güzel oldukları için, bu tip eğitimler vermeyi gereksiz buluyor. Onlar da sürekli yeni kıyafetler istiyor, gezip tozmak istiyor ve bunları da sürekli normal karşılıyor o çilekeş baba.
Şimdi burda bi terslik var. Bu kızları neden -toplum standartlarına göre- güzel sayıldıkları için cezalandırıyorsun be adam? İyiliklerini düşündüğünü sanıyorsun ama insani değerler herkese lazım değil mi? Böyle yaparak çok erdemli olduğunu düşündüğün yaşam biçiminle çelişkiye düşmüyor musun?
Neyse, kadınların sadece estetik güzellikten, evhanımlığından ve annelikten ibaret sayıldığı bir dönemde, felaketlerin sorumlusu bu kadınlar sayılıyor kısacası. Fakat bu kadınların neden bu kadar arsız olduklarını da irdelemek gerek bence. Satır aralarında yapmış tabi ki yazar, hele ki Peyami Safa'ya kıyasla çok çok iyi yapmış. Fakat kendisinin niyeti neydi bilmiyorum ama kitabın Youtube videosunun altındaki yorumları okuyunca, okura giden mesajın şu olduğu anlaşılıyor: Kitaptaki kadın karakterler hep pislik, zavallı namuslu adamı ne hale getirdiler. Yazarın niyetini kurcalamak, bir şeyler sallamak doğru değil ama demek ki bi terslik var.
Sessiz kalamadım, buralara geldim ben de.
Suat Derviş geldi yine aklıma. Çılgın Gibi adlı kitabını okumuştum. Orda erdemli fakat yine çalışma ihtimalini aklına dahi getiremeyen, birine, bir eve ait olma ihtiyacı hisseden, aksini hayal dahi etmeyen zengin bir kadın karakter vardı. Ve kadının para kazanmasıyla ilgili tek cümle etmeden ve Reşat Nuri'ye göre çok daha az bir edebi yetenekle ne de güzel anlatmıştı asıl problemin bu olduğunu... Onunla ilgili de şuraya bir şeyler yazmıştım.
Reşat Nuri Güntekin 1889-1956 yılları arasında yaşamış. Suat Derviş ise 1905-1972 arasında. İllaki bazı kitaplarında aynı dönemleri anlatmışlardır. Aradan çok zaman geçmemiş. Bir de Peyami Safa filan var tabi. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişte toplumu gözlemlemeye çalışıp, kendi fikirleriyle, deneyimleriyle harmanlayıp sunmaya çalışmışlar hepsi. Edebi yetenekleri diğerleriyle eşdeğer olmasa da, kim ne derse desin, Suat Derviş olmasa, pek çok şey eksik kalırmış Türkiye edebiyatında, Türkiye tarihinde. (Bu arada bilmeyenler için ismi yanıltıcı olabilir, Suat Derviş bir kadın.) Reşat Nuriler tamam önemli de, asıl aydınlatanlar Suat Derviş gibiler gibi geliyor bana. Bilmemiz şart. İsmini 30 yaşımdan sonra ancak kendi çabamla duymuş olmam da bilmemizin pek istenmediğini gösteriyor.
O yüzden bu yazıyı yazarken kendimi önemli bir şey yapıyormuşum gibi hissediyorum. Suat Derviş'i okuyunuz lütfen. Hatta O'nun gibi karakterleri, yazarları da burdan ya da başka yerlerden paylaşınız ki eninde sonunda öğrenelim, bilelim. İnternet çocukları bizden daha erken duysun bunları.
Türk edebiyatı dinlemenin ve kafamda yankılanan Akın Altan'ın etkisiyle siz bizli konuşan, değişik bir yazı dilim ortaya çıktı bu yazıda. Artık idare edin.
Selamlar,
Kanatlı Kedi