18 Ağustos 2013

AVRUPA'DA 2. DURAK: PRAG

Viyana'dan trenle Prag'a geçtik. Prag biraz plan dışı gelişti, araya sıkıştırdığımız için sadece 1 gece kalmaya karar verdik.

- hava soğumuştu. (belki de bu yüzden sevmedim)
 
- sadece merkezini, turistik yerlerini gezdik.

- kısa süre kalacağımız için toplu taşıma bileti filan aramadık, fiyatlarını bilmiyorum. hep yürüyerek gezdik. ama etkin bir metro sistemi var Prag'da da sanıyorum.

- merkezdeki ince, otomobilin giremeyeceği sokaklar yaya turistlerle dolu. bazı yerlerde bisiklet sürülebiliyor. birkaç tane de olsa bisiklet kiralama yeri var gördük. 
 
- para değeri tl'ye yakın. Viyana'dan sonra her şey ucuzmuş gibi gelmeye başladı. para değeri düşük olunca, halkın yaşam standartları da düşüyor tabi, pek bi mutsuz, asık suratlıydı bu şehir ve insanları. maddi durumlarına bağladım ama iyice anlamak için daha uzun süre kalmak lazım.
 
- çeşme suyu kötüydü. markette su pahalıydı. bira gerçekten sudan ucuzdu. 50lik bira da 20kron, yarım litre su 35 krondu. ama su yerine bira içilmiyor ki arkadaş!
 
- tarihi binalarda kısaca açıklama yazıları var fakat hepsi çek dilinde, ingilizce çevirisi yok. yol gösteren tabelalar da aynı şekilde. o kadar turistik bir yerde bu kadar bencil davranılması ilk adımda soğuttu beni Prag'dan.

- heykeller serpiştirilmiş şehre. genelde severim adım başı sanat eseri görmeyi. fakat burada gördüğüm tüm heykeller hristiyanlık hakkındaydı. acı çeken isa, öğüt veren rahip, azizler... dinlerin kötü tarihini hatırlatmaktan, karamsarlığa gömmekten başka işe yaramıyor bu tür sanat. her yanı ebru ya da hat sanatıyla kaplamak gibi bence. içimi sıkıyor. yaratıcılık, özgürlük değil, kural aşılıyor. belki de bu yüzden sevemedim Prag'ı.
 
- daha çok yerli halkın olduğu bir bara gittik. tuvalete gitmek istedim, işaret ettikleri yerde 2 kapı vardı. üzerinde kadın/erkek vb bir ibare yoktu. daldım birine. pisuvara işeyen adam "hey!this is for men!" diye kızdı bana. nerden bilebilirdim ki? güldüm. "turistleri pek sevmiyorlar galiba" düşüncem kuvvetlendi.

- bedavaya bulduğumuz bir hostel haritasında yazan ayrıntılardan anladığıma göre, Prag'da hayat İstanbul'un turistik bölgelerindekine benziyor. yani, insanlar çok çalışıyor ama Avrupa'nın diğer ülkelerinde olduğu gibi refah içinde yaşayacak kadar çok kazanamıyorlar. fakat ne hikmetse şehirlerinde turist kaynıyor. ki bunlar pek de tarih ve kültür tanımak için gelen cinsten değil, Prag'ın gece hayatını duyup akın eden cinsten turistler. yani sokaklar içen, eğlenen dertsiz tasasız erasmuslu gençlerle dolu. sonuçta, turistleri sevmemeleri veya sürekli kazıklamaya çalışıyor olmaları çok da garip değil bence. 

- evsizleri Viyana'dakilerden farklı. aslında "evsiz" değil, "dilenci" demek daha doğru gibi geliyor. çünkü Viyana'dakiler, yani evsizler, sanki biraz öyle yaşamak istedikleri için dışarıdalarmış gibilerdi (tamamen duygusal bir fikir bu, hiçbir kanıtım yok). oysa Prag'dakiler bildiğin dilenciydi. tr'dekiler gibi yalvarmıyorlardı, sessizlerdi, yine de acıyıp yardım etmemizi istiyorlardı. aşağıdaki resimde görebileceğiniz pozisyonda uzanıp, yüzümüze bakmadan para bekliyorlar. bu pozisyon da, sınıf farkını adeta göze sokuyor. bu dilenme geleneği nereden geldi, merak ediyorum.


kaynak
- şöyle bi şeker var, yemedim ama adım başı satılıyor, halkın gözünün önünde üretiliyor:

kaynak
 
- ucuz yemek için öneri: tren istasyonundan çıkıp sola dönünce, parkı geçtikten sonra bir dönerci-pizzacı var. dönerli pizzası güzel.

- adım başı türk turistle karşılaştık.

şimdilik  bu kadar...

 

AVRUPA - 1. DURAK: VİYANA

aylaaaar önce, bi uçak firmasının Avrupa biletlerinde yaptığı kampanyadan faydalanarak, gidiş dönüş bileti aldık. gezi tarihi yaklaştıkça vodafone'un da interrail'da %20 indirim yaptığını öğrendik. hemen interrail bileti de aldık.

sonuç: geçen hafta salı gecesi, 8 günlük bir Avrupa gezisine çıktık.  öğrenci tarzı, olabildiğince ucuz bir gezi planladık.

ilk durak: viyana

- hava olağanüstü sıcaktı. viyana genellikle soğuk olduğu için evlerde klima alışkanlığı pek yok. odadan odaya geçerken vantilatörle gezmek zorunda kaldık. 
 
- çeşme suyu içiliyor, parklarda çeşme var, suya para vermeye gerek yok. 
 
anne gibi "drink water" diye emir vermiş bi de..Kaynak

- resimdeki çeşmenin yan tarafında bir düğme var, yukarıdan serin buhar (doğru bi terim olmadı sanırım) üflüyor, insanlar altına geçip hafifçe ıslansın, serinlesin diye yapıldığını düşünüp bi kez daha Viyana'ya hayran kaldık.
 
- bisiklet şehri fakat bisiklet parklarındaki otomatlardan tek seferlik kiralamak için kredi kartı gerekiyordu. kullanamadık. yıllardır bisiklete binmediğim için viyana halkının huzuru ve can güvenliği açısından iyi oldu aslında.
 
kaynak
 
- yaya öncelikli şehir. yaya yolunda yayalar sağına soluna bakma gereği duymadan karşıya geçiyor. arabalar yayayı beklemek zorunda ya hani, o kural uygulanıyor. 3 gün içinde beklemeyen bir şoför görmedim. gerçi herhangi bir konuda sokakta tartışanı da görmedim.
 
- ekmek arası döneri tr'dekinden kesinlikle kat kat güzel. yoğurtlu bir sos var içinde, bizde neden yok ki. İstanbul'da viyana döneri satan bir yer var mı acaba?
 
- et döner ile tavuk döner arasında fiyat farkı yok. çünkü domuz eti, sığır etinden daha çok rağbet görüyor. dolayısıyla sığır eti bizdeki kadar değerli bir şey değil. dolayısıyla en ucuz yiyeceklerden biri ekmek arası döner.
 
- dilim pizza da ucuz. Makedonya'da da bayılmıştım. Avrupa'da da gittiğim her şehirde vardı.
 
- sokakta her boş alanda yayaların oturup dinlenmesi için bi yerler var. binaların kenarlarında genellikle oturmaya müsait boşluklar var. zaten sokaklardaki her boşluğa banklar koymuş belediye. "ay yoruldum" dediğinde sırtını yaslayacak bir yer bulmak için bir kafeye girmek zorunda olmamak, müthiş bir hizmet bence. canım viyana.
 
- 2 günlük şehir içi ulaşım kartı 12(küsür)€. Çoğu metro, otobüs, tramvaya biniliyor bununla. hele ki turistik, merkezi yerlere gidenlere kesin biniliyor.
 
- ilk gece 12ye doğru metro otomatı paramızı yuttu. hemen otomatın üzerindeki şikayet numarasını aradık. metrodaki sorumlu şef geldi, form doldurttu, parayı geri hesabımıza yatıracaklar. insancıldı, muhabbet ettik. şehir haritasını ücretsiz verdi. yeni bir şehre gittiğimde ilk yapacağım işin harita bulmak olduğunu iyice öğrendim. 
 
- turist kazıklama şehri değil. hayat pahalı evet ama sadece turistlere değil, herkese pahalı. sokakta su, tuvalet ücretsiz. başında görevlisi olmayan umumi tuvaletler bile temiz.
 
- panolarda reklamdan çok kültürel etkinlik duyurusu var. konser, opera, tiyatro, müze, sergi...
 
- Sigmund Freud müzesi: Freud'un Viyana'da kaldığı ve muayenehane olarak da kullandığı ev. öğrenci bileti: 4€. audio guide var. epey bilgi veriyor. tam olarak faydalanmak için kafa dinçken gidiniz.
 
kaynak
 
- museums quartier: her müzeye gitmek için vaktimiz ve paramız yoktu. ama orta meydandaki geniş koltuklarda iyi dinlendik. hiçbir yere para ödemeden, kimseyi rahatsız etmeden, saatlerce uzanabileceğin yerler... şuradan fotoğraflarına ve içeriğine bakabilirsiniz.
 
- çok fazla evsiz var. parklarda, banklarda... genellikle orta yaşlılar. evden bilinçli olarak ayrılmış gibiler. çocuk yaşta evsiz ya da dilenci görmedim.
 
- üniversitelere ve kütüphanelere girerken kimlik gösterme zorunluluğu yok. en sevdiğim özelliklerinden biri de buydu. viyana teknik üniversitesi kütüphanesine ve viyana üniversitesine ait bir binaya girdik. kütüphanenin merdivenlerinde çıplak ayakla dikilip, telefonda konuşan kıza özendim. üniversitenin bahçesindeki şezlonglara özendim. bambaşka bi dünya.
 
- bi otelin karşısındaki büfede çalışan bi türk dönerci tip bırakmamıza şaşırdı. "türklerden ve araplardan hiç tip almamıştım daha önce" dedi. arap turistler, kaldıkları lüks otelin yemeklerinin helal olup olmadığından emin olmadıklarından, bu büfeden döner yiyorlarmış.
 
- leopold Müzesi'nde klimt sergisi. öğrenci 8€. klimt'i severim. sadece "öpücük" tablosuyla tanıdım aslında o'nu. resimden anlamam, ama van Gogh la ikisinin çizgilerinin kıpır kıpırlığının içimde bi şeyleri hareket ettirdiğini biliyorum. çok yorgundum ve az zamanım vardı, gezdim fakat "bu muymuş yani sergi!" diye kazıklandığımı düşünüp kızarak çıktım binadan. klimt'e çok az yer verilmişti müzede, daha çok afişte bahsedilmeyen ressamlar vardı. şimdi sakince düşününce, aceleden serginin hakkını veremedim belki de... bilemiyorum. bileti alırken audio guide almayı da unutmuştum zaten, sadece yazıları okuyarak, ayrıntılara inmeyerek gezdim.
 
- reklam panolarında reklamdan çok, kültürel etkinlik duyurusu var: tiyatro, sergi, opera, festival... reklam görmemekmiş benim huzurlu olmamın asıl şartı. ben seni nasıl sevmem viyana. bekle beni bi daha geleceğim, daha uzun muhabbet edeceğiz. (bence o da beni sevdi)  

şimdilik bu kadar. sonra fotoğraf da eklerim belki.




03 Ağustos 2013

İYİ FİLM: PAPRİKA

bu, izlediğim 3. anime. daha önce ilk defa ruhların kaçışı'nı izleyip hayran kaldım animeye. sonra, howl'un yürüyen şatosu'nu izledim.

az önce de paprika'yı. hakkında hiçbi şey duymamıştım. can sıkıntısından, kaliteli bi şey izlemek arzusuyla aklıma animeler geliverdi. karşıma ilk çıkana başladım.

açıkçası anime dünyasına hala yabancıyım, anlamakta zorluk çekiyorum. kendime göre bir şeyler anlıyorum. metaforlardan yorumlar yapıyorum. bu durum, falcı olmadan telvedeki şekillere bakıp hikayeler uydurmaya benziyor ki o işi az çok becerebildiğimi söylerler. internetten film hakkında arama yaptığımda karşıma hep felsefi yorumlar çıktı. alt benlik gibi sanırım psikolojiyle ilgili kavramların bol kullanıldığı yorumlar. halkın anlamadığı sosyal bilim dilinde yazılmış yazılar.

boşverdim onları. ben ne gördüm bu filmde? unutmamak için, anlatmaya karar verdim. filmin konusunu filan anlatmıyorum. doğrudan spoiler'lara dalıyorum. filmi izleyen anlar söyleyeceklerimi, izlemeyen için yabancı bir dil gibi gelebilir.

-----------------------spoiler-----------------------

- başkan: şirket/bilimsel araştırma vakfı sahibi. bilimsel çalışmaları insanlığın insani kalması için sınırlama isteğinde. teknolojinin her şeye (rüyalara) müdahale edebilir olmamasını istiyor. altında çalışan bilim emekçilerine "tamam, siz masumsunuz ama ya kötü birinin eline geçerse bu icadınız" diyor. böylece teknoloji paranoyağı olan bizim, bu çağın insanlarının sempatisini topluyor. ama sonradan, zıvanadan çıktığı bir zamanda, bu emekçilerini "rüyaların teröristleri" olmakla suçluyor. sonradan anlıyoruz ki kötü adam aslında kendisi. rüyalara, insanlara hükmetme isteği içinde bu icadı kullanıyor.

kısacası başkan, modern devlete benziyor. insanların özgürleşmesini, bu alanda çalışmaları destekler gibi görünen devlet, özgürlükler kendi istediği sınırlardan çıkmaya başladıkça, insanların bilinçaltında yatan sıkıntılar açıklığa kavuştukça kendisine ihtiyaç duyulmamasından korkuyor. ve özgürlük emekçilerini teröristlikle, insanın içindeki saflığa teknolojiyi (düşünce dünyası için, felsefeyi, sorgulamayı) sokmakla suçluyor. ve böylece bir taraftan sempati puanlarını yutarken bir taraftan da diktatörlüğünü gösteriyor. safça düşünen insanlar çapulcu, marjinal, terörist oluveriyor.

bu sırada "bilim nereye kadar gitmeli?"yi düşünmemizi isterken film, aklıma "özgürlükler nereye kadar gitmeli?" sorusu takılıyor. etik kaygılarla sınırları zorlama isteği savaşıyor.

- paprika: baş terörist. rüyalara girip, neyi neden gördüğünü anlamana yardım eden kişi. kadın. kırmızı saçlı, kırmızı gözlü. mini mini güzel, cilveli ve akıllı bir kadıncık. gönülçelen. üzülmez kırılmaz darılmaz aşık olmaz gönül vermez... bu yüzden sevilir ve nefret edilir erkekler tarafından (erkeğin türüne göre değişir durum). nefret eden erkek (osanai) ona bambaşka bir yöntemle tecavüz eder. sivri diline iyice sinirlenir ve elini cinsel organına daldırıp, teninin altından, yüzüne kadar derisini yarar. ve içinden paprika'nın gerçek hayattaki karşılığını, aşık olduğu karizmatik kadını çıkartır: chiba'yı.


kısacası paprika, içindeki seni tanımana yardım eden kişi. eylemci. toplumun düşünsel gelişmesine yardım eden aydın, entelektüel kişi belki de. neyi neden düşündüğünü anlamana yardım etmeye çalışıyor. direk "şöyle olduğun için böylesin" deme ukalalığına kapılmıyor. sorular soruyor. soru sormanın anlamsızlaştığı bu sanal dünyada. modern dünyada o'na saygı duyuluyor. bu yüzden devlet başlangıçta sesini çıkaramıyor o'na. ama sınırı aştığını hissettikçe, devletin baş düşmanı oluyor.


- chiba: paprika'nın gerçek hayata uyum sağlayan ve paprika'nın yaşaması için kendini yavaş yavaş yok eden tarafı. bir eylemci bu sanal dünyada sürekli düşündüğü gibi, aslında nasılsa öyle, var olamaz. paprika kişinin entelektüel ve eylemci yönüyse, chiba aynı kişinin çeviri yaparak para kazanan yönü. bu gerçekçilik chiba'yı hızlı yaşlandırıyor, yoruyor. yine de bu gerçekçiliği sayesinde chiba, bir kahramanın (paprika'nın) aşık olmayacağı türden bir adama aşık oluyor. kendine özgü güzellikleri görmeyi başarıyor. tokita'yı seviyor.

- tokita: "bir dâhinin vücuduna yerleşmiş bir çocuk". şişman, sorumluluklarından kaçan bir adam. paprika tokita'nın başı beladayken arkadaşı olmasını filan önemsemeden dünyayı kurtarmaya koşarken, chiba tokita'ya koşuyor. bir kahramanla bir insanın farkı bu işte.

kısacası tokita bir eylemci değil. düşünmek, onun uğraşı, oyuncağı haline gelmiş. düşündükçe, örneğin özgürlük hakkında, kendisi hakkında düşündükçe yeni bir kuram buldukça seviniyor. bir eylemcinin bu kuramı işe yarar hale getirebileceğini düşünüp seviniyor. aslında paprikanın tokitaya, tokitanın paprikaya ihtiyaçları var işe yaradıklarını hissetmeleri için. bazen düşündükleri sebebiyle çıkmazda hissediyor kendini tokita. ne tam anlamıyla eylemci olabilmiş, ne de diktatörün polisi olabilmiş. çıkmazdan kurtulmak için chiba'dan yardım istiyor her seferinde. chiba da şefkatle yardım ediyor o'na.

diktatöre karşı savaşacak düşüncesini, bir bebek olarak doğurduğunda tokita, hem chiba'ya (yani gerçeğe) hem de baharat olarak paprika'ya ihtiyaç duyuyor.

[nasıl bi haz veriyor böyle yorumlamak! gerçekten, kahve falı bakmak tadında...]


- dedektif kogawa: polis. herhangi bir suçluyu yakalamaya çalışırken, rüyasını aydınlatmaya çalışan paprika'ya aşık oluyor. yani bir eylemciye.

kısacası, bir zamanlar yaratıcı ruha sahip dedektif, diktatörün hizmetine girmiş artık. hayallerini, başarısız olma korkusuyla bırakmış. düşünmeyi bırakmış. eski halini hatırlatan, olmak istediği kişiyi hatırlatan paprika'ya, bir eylemciye aşık oluyor. fakat eylemci aslında yok! yani paprika aslında chiba! yani gerçek dünyada paprika diye biri aslında yok, olamaz. her paprika bir chiba'ya tekabül ediyor. bu durumda aşık olacaksan, chiba'ya aşık olman en mantıklısı sayın dedektif, sen chiba'nın sıkıcı yüzünü bi sev, paprika zaten yanında ekstra gelir, bayılırsın.

-----------------spoiler----------------------

ne kadarı mantıklı bilmem. ama bende bu duyguları uyandırdı film. kendi oyuncaklarımı tasarlama isteği uyandırdı bir de. chucky'den gelen oyuncak bebek korkumu hatırlattı. şölen havasının, lunaparkın hem sevimli, hem deliliğe yakınlığı yüzünden korkutucu yüzünü hatırlattı.


http://www.imdb.com/title/tt0851578/








01 Ağustos 2013

ÇİFTE STANDARTLAR DÜNYASI-2

2. Sarıyer Belediyesi'ne bağlı, reşitpaşa mahallesinde oturuyorum, en azından ömrümün bazı günlerinde. çöpler, pazartesi, çarşamba ve cuma sabahları 6-10 arasında toplanıyor. bu süreler dışında çöp çıkarmak yasak. çünkü kedi köpek dağıtıyor, sokaklar kirleniyor vs...


birinci tuhaflık burda: insanlar sabahın 6sında çöp çıkarmayacağı için, genellikle pazar, salı ve perşembe geceleri çöpleri atıyorlar sokaktaki çöp kutularına. e tabi hayvanlar yine dağıtıyor sabaha kadar.
şimdi ikinci tuhaflığa geçelim: perşembe gecesinden, pazar gecesine evlerde çöp fena halde birikiyor. genellikle gecekondudan türetilmiş yapılar olduğu için, evlerde zaten böcek sorunu var. doğaldır ki insanlar evde çöp biriktirmek istemiyor. dolayısıyla bu süre arasında yasak olmasına rağmen çöp çıkarıyorlar. insanların evde çöp biriktirmek istememesi onların suçu değil benim nazarımda.
bu durumu belediyeye bildirdim. benim çözüm önerim, cts ya da pazar sabahı da çöplerin toplanması yönündeydi. ya da başka bir yol da bulabilirlerdi (sokak başlarına kapaklı büyük çöp konteynırı koymak gibi). yani hemen yarın bu konunun çözülmesini değil, böyle bi problemin varlığından haberdar olmalarını, çözüm üretmek için tartışmalarını, bi sonraki dönem planlarında buna yer vermelerini istedim.

ertesi gün bu mailim için aradılar. ellerindeki maddi yetersizlikten bahsettiler. iki ekip varmış ve ancak bu günlerde gelebilirlermiş. bir de acil ekibi varmış, çok zorda kalırsak arayıp o ekibi isteyebileceğimizi söylediler.


hemen ertesi gün ilgilenilmek hoşuma gitti. ben de tekrar anlattım, hemen bir çözüm beklemediğimi, sadece böyle bir sorun olduğunun bilinmesini istediğimi söyledim. kibarca kapattık.
fakat biraz sonra tekrar aradı aynı kişi. bu konuyla ilgileneceğini, mahalleye, sokağıma bir ekip yollayacağını, evlere çöp günleri dışında çöp çıkarılmaması için uyarıda bulunulacağını söyledi. afalladım. mahallelinin mağdur oluşunu anlatırken, ispiyoncu durumuna düşmüştüm! "bu bir çözüm değil, insanlar zaten biliyorlar çöp günü olmadığını" dedim. "olsun olsun şimdilik elimizden gelen bu" dedi adam. sonraki günlerde gördüm ki eve bir kağıt bırakılmış. "günleri dışında çöp çıkarırsanız cezai işlem uygulanır..." vs gibi bi şeyler..


iktidar (burda Sarıyer belediyesi oluyor), halkla ilişkiler politikası yürütmeye çalışırken, korku politikasından vazgeçemiyor. öğretmenin anlamsız bir konuda öğrenciyi azarlamasından ne farkı var bu yaptığının? reşitpaşa halkını eğitmek istiyorlar.
çifte standart ise şurda aklıma geliyor: Yeniköy'de, Emirgan'da mahalleli benzer problem yaşayınca, belediyenin tepkisi yine böyle mi oluyor? yoksa gecekondu mahallesi olarak doğmuş reşitpaşa halkı, eğitilmesi gereken, görgüsüz insanlar olarak mı görünüyor gözlerine?


Yeniköylüler Avrupalı, Reşitpaşalılar Ortadoğulu mu? ben mi çok paranoyağım?
aklıma gelmedi o an şaşkınlıktan, soramadım telefonda. bi de komşulara benim şikayet ettiğimi filan söylerler mi, komşular bana düşman olur mu, gibi sorular takılmıştı aklıma.


sonra tekrar aradım, ulaşamadım. boşver dedim kendime.
insan yoruluyor bazen. neyse ki geçici bu yorgunluk. geri dönüşüm ürünlerini evden toplamalarını istediğimde, sokakta bi tek ben geri dönüşüm ürünleri biriktirdiğim için, sırf benim için geldikleri için azar yemiştim yine görevliden. (harcadığımız benzini karşılamaz biriktirdiğin kağıtlar, gibi bi şeyler demişlerdi). iyi de, bana kızacağına halkı biriktirsin diye teşvik eden bi kampanya başlatsan mesela? sonra başlattılar. pazar, öğlene doğru geri dönüşüm atıkları toplanıyor. (biraz da benim sayemde olduğunu düşünmeden edemiyorum). yani bu azarın karşısında yorulmuştum, ama yeni bi savaşa başlama gücü buldum sonradan.


yorulunca biraz dinlenip, sonra iktidarla tekrar savaşmak gerekiyor, çifte standardı gözüne sokmak gerekiyor. her alanda.

ÇİFTE STANDARTLAR DÜNYASI-1

son zamanlarda yaşadıklarımdan öğrendiğim birkaç şey var. ortak yönleri, iktidar tavrı ve çifte standart hakkında olmaları.

1. arkadaşlarımla planladığımız 10günlük bir Avrupa gezisi için avusturya'dan turistik vize istedim. hesabımda yeterince para olmasına, kalacak yerlerim, gidiş dönüş ve interrail biletlerim belli olmasına, tüm belgelerim eksiksiz olmasına rağmen başlangıçta kabul etmediler. maaş bordrosu yani düzenli gelirim olduğunu gösterir bir belge gerekiyordu. öğrenciyim ve düzenli bir işte çalışmıyorum şu anda. o halde, ailemden birinin tüm tatil masraflarımı karşıladığına dair noter onaylı bir belge ve o kişinin mal varlığını, maaş durumunu gösterir belgeler gerekiyordu.

şimdi... bir ülkenin kabul edeceği kişinin ülkesine göçmek istememesini anlayabiliyorum. çirkin bi düzen ama çok da itiraz edemediğim bir sistem. ama bu, tüm dünya vatandaşları için geçerli değil. benim sevmediğim çifte standart bu.

 
Avrupalı, Amerikalı bir hippi mesela, dünya turuna çıkabilir rahatlıkla. pasaportu (kan davalı bi ülkeye gitmeye kalkmıyorsa) tüm dünyada geçerlidir. çok duydum şu tür hikayeleri: adamın banka kartı yokmuş, gittiği yerde bikaç aylığına iş buluyormuş, garsonluk filan, sonra sıkılınca başka ülkeye/şehre geçiyormuş... bizim böyle bi insan olma şansımız hiç yok! belki var, belki gelişmekte olan ülkeler sınıfına girmesine henüz izin verilmemiş ülkelere gidip gezebiliriz. ama Avrupa? Avrupa'da bok mu var? diyebilirsiniz. ama mesele o değil, tercih etmezsen gitmezsin elbette, sen hippisin, sen gezginsin, bambaşka bir kafadasın artık, sınırların yok dünya üzerinde! ama neden gelemezsin deniyor? senin neden zararlı olduğunu düşünüyor Avrupa, seni hiç tanımıyorken?

avrupanın en fakiri bizden daha güvenilir, daha karizmatik bu dünya düzeninde. olay hala sadece para değil. kapitalist dünyadayız evet, ama hala tek hükümdar para değil. hala ırk, hala ten rengi, hala doğduğun toprak belirliyor değerini.

ayrıca, hep türk halkının oturma, yani gezmeme alışkanlığına kızardım. pasaport yüzlerce lira, vize işkence, yurtdışı çıkış harcı gibi saçmalıklar var.... ayda 2000tl kazanan 2 çocuklu bi aile, yurtdışına çıkmanın hayalini nasıl/neden kursun ki?

tekrar, seyahat özgürlüğü diyorum! bunca özgürlüksüzlük varken, seyahate pek sıra gelmiyor ama söylenmezse normalleşir iyice..


----------------------

diğeri, bi sonraki yazıda olsun, çok uzun olacak yoksa.