14 Eylül 2019

Hollanda'da Sait Faik'le karşılaşmak...

Uzun zamandır aklımdaydı; bu ülkenin Sait Faik'ini bilmeden, okumadan, burayı tam olarak benimsemem mümkün değil, diyordum. Çünkü Sait Faik, iyi-kötü insan ayrımı yapmadan, gördüğü herkesi karakterleştirip sunan, kör göze parmak yapmadan hepsine karşı biraz sevgi, biraz saygı duyan, duymanızı sağlayan bir yazar, en azından benim gözümde. İnsan işte, diyor kısaca, ne melek, ne şeytan! Dünyanın her yerinde aynı değil midir bu? Ben de buranın Sait Faik'ini arayıp duruyorum o zamandan beri. Ama işte dil engeli, bulsam bile okuyamam ki düşüncesi, kafamdaki bu bariyer, her seferinde kendi yarattığım arayışı duymazdan gelmeme sebep oluyordu.

Ta ki bugüne kadar. Her sene yapılan bir etkinlik var: Open Monumentendag. Normalde kapalı olan tarihi binaların bazıları ziyarete açılıyor, etkinlikler düzenleniyor. Her sene gideyim diyorum gitmiyorum. Bu sene gideyim demedim yine gitmeyip kalbimi kırmamak için. Programda mahallemizin büyük kilisesinde ikinciel kitap satışı yapılacağını gördüm. Eve bu kadar yakın bi ikinciel kitap etkinliği olacak da gitmeyeceğim, olacak iş değil. Üstelik ikinciel eşya satışı da olacakmış. Diğer etkinliklere bakmadım bile, buna yollandım. 

Kilisenin yanında, küçük bir odada yapılıyormuş satış. Kitaplar hep Hollandaca tabi, Almanca Fransızca, İspanyolca ve İngilizce de üç beş kitap vardı ama çok ilgimi çekmedi. Hollandacalara daha bi dikkatli baktık sonra. Aslında odaya girer girmez bir kitap dikkatimi çekti: Kees de Jongen. Kees adında bir çocuğu anlatıyor. Theo Thijssen'in kitabı. 1879'da Amsterdam'da doğmuş bir yazar. Hollanda'da eğitim reformu yapan ya da başlatan adam. Hani 40-50 çocuk bi arada, bol dayaklı, çocukların evde ayak altında dolaşmasın diye okula gönderildiği, uyum sağlamayan çocuğun salak kabul edildiği eski kafalı eğitim vardır ya, ona karşı savaşmış bir öğretmen. Amsterdam'ın Jordaan bölgesinde müzesi var, gitmiştim, hatta hakkında yazı da yazacaktım ama erteledim durdum. Şurda kısaca değinmişim. Tüm bilgiler Hollandaca'ydı. Şimdi gitsem muhtemelen daha iyi anlarım. 


Kısacası kitabını görünce hemen dikkatimi çekti, elime aldım, gezinmeye devam ettim. Sonra yaşlı bir amcanın masanın o tarafında görevliyle konuştuğunu, buralarda Kees de Jongen vardı, gibi şeyler dediklerini fark ettim. Kırık dökük Hollandaca'mla seslendim, "Bu kitabı mı arıyorsunuz?" Tabi U.la kendi aramızda Türkçe konuştuğumuzdan, esmerliğimizden, ve Hollandaca'mın da kötü olmasından buralarda yeni olduğumuz hemen anlaşıldı, elimde tüm Hollandalılar tarafından çok sevildiğini tahmin ettiğim bir kitabı tuttuğumu görünce yaşlı amca ve görevli kadın çok sevindiler, sempatiyle gülümsediler, bi muhabbet başladı. Burada yaşlılarla muhabbetim genelde gençlere göre daha iyi. Hollandaca öğrenmeye niyetli olmayan o kadar çok insanla karşılaşıyorlar ki (özellikle expatlar), bir yabancının dünyada çok az kişinin konuştuğu kendi dillerini öğrenmeye çalışması sevindiriyor onları, doğal olarak. Sonra bi de yavaş konuşuyorlar. Sıkılıp İngilizce'ye dönüvermiyorlar. Bazılarının İngilizcesi de çok iyi değil. Bu ülkede çoğu genç ve orta yaşlı insanın İngilizcesinin bu kadar iyi olmasının sebebi nedir, nasıl başlamıştır, tarihi nedir, çok merak ediyorum. Gençlere sorunca küçüklüğümüzden beri altyazılı izliyoruz filmleri, gibi cevaplar veriyorlar ama bu cevap beni tatmin etmiyor. Filmler Tv'de ne zamandan beri altyazılı yayınlanıyor, ilk ne zaman başladı, vs... Öğrenince yazarım buralara. Bilen varsa söylerse sevinirim:)

Uzun zamandır bu kadar Hollandaca konuşmamıştım. İşyerinde de arkadaşlar Hollandaca konuşsa bile, anlasam bile, muhabbet hızlı ilerlesin diye İngilizce cevap veriyorum. Onların memnun olduklarını gördükçe bu yöntemi iyice benimsedim. Çok saçma ama böyle işte. Bugün güzel pratik yaptım yani. 

Yaşlı amca ve ordaki diğer insanlar Theo Thijssen'den bahsetti, müzesi var dediler, gittim deyince tekrar sevindiler. Kitaptaki Kees'in bi koşması var meşhur, şu videonun başında görebilirsiniz, ondan bahsettiler, evet dedim, kollarımla gösterdim, tekrar sevindiler. Sonra coştu amca, başka bir Hollandalı yazarın, Jan Wolkers'ın kitabını gördü masada, bu da çok iyi bir yazardır, dedi, alıp bana hediye etti! Nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim, papağan gibi dankuwel deyip durdum durmadan. 
Tam artık ayrılalım derken başka bir kitap daha gösterdi, Geert Mak'ın De Brug'ü. Kapakta Galata Köprüsü var. Tabi bu sırada Türkiye'den geldiğimizden bahsetmiştik. 


Muhabbetin etkisiyle sırıta sırıta eve gelip aldıklarımızı incelerken şununla karşılaşmayayım mı... 


Hollandalı bir yazar, İstanbul hakkında bir roman yazmış, ilginç, güzel ama sıradan. Kitapçıda görsem, bu insanlar önermiş olmasa, şöyle bir bakar geçerdim, hatta oryantalist bi bakış açısıyla yazılmıştır deyip hızla uzaklaşırdım. Ama Sait Faik'ten alıntı yapması... Kitapçıda o insanlarla konuşurken anlatasım gelmişti de anlatamam diye susmuştum, "Edebiyatı çok severim, Hollanda'nın Sait Faik'ini arıyorum, Sait Faik şöyle şöyle bir yazardır bana göre, sizde onun mukabili kimdir?" diye sormak, Türkçe'de bile zor. Edebiyatı bir başka dilin insanına anlatmak çok zor bence. Sait Faik'in Köprü şiirinin son iki satırı  olduğunu az önce öğrendiğim bu alıntıyı görünce, tuttum kendimi ama gözlerim doldu. Utanmıyorum ulen! Edebiyat için duygulanmayacaksak neye yarar bu göz pınarları?

O zaman bugünün ve edebiyatın şerefine o şiirle bitireyim yazıyı, selamlar...

------

Köprü

İnsanlar köprüden geçmediği zaman
Acaba köprü düşünür mü?
Çamaşır mandalını gözlerinde allayan meczubun geçtiğini
Üsküdar iskelesinin kanapelerinde güneş banyosu yapanı
Üsküdar kıyılarının ötesindeki
Kastamonu, Sivas, Safranbolu… Erzurumu.
Burada insanların içinde büyük dürbünler.
Güller gibi açmıştır.
Yufkacılar burada açarlar, koskocaman oklavalarla
-İçlerindeki hamurdan-
Şeffaf ve titrek memleket rüyalarını.
Alyanaklı, beyaz, kalın şekerciler;
Akide ve bergamutlarını mermer tezgâhlara
vurdukları zamanki kasvetsiz hallerini burada
kaybeder, burada şairleşirler
hışırtı ile ve kocaman bıçaklarla kesilen tahan
helvalarının kokusu ellerinde
Askerî müzedeki, balmumundan yeniçeri heykelleri gibi, güzel, büyük insanlar
Burada omuz omuza;
Kötü yağlarla yaptıkları börekten şişmanlamış, iyi insanlarla
Dalgıcı seyrederler.
Onlar ki küçük parmaklarını birbirine vermişlerdir.
Onlar ki sarı elbiselerinin içinde
Kazsız köyün sıcak gecelerini
Kırağıları ve zelzeleleri, fezeyanları ve harbleri görmüşlerdir:
Onlar ki yağsız köpüklü ayranlar içmiş, taşlı bulgur pilâvı yemişlerdir:
Küçük parmaklarını birbirine vererek…
Bazen birdenbire sarası tutup düşerek..
Nereden gelir, nereye giderler?
Küçük parmaklarını birbirine vererek…
Bunlardır köprünün sairfilmenamları.
Hepsi yirmişer, otuzar yaşında ihtiyar rüyaları görmüş;
Aşağıda, İstanbul bıçkınlarının söğüştüğü sandallarda.
Balıkçıların torik yakaladığına onlardan daha çok memnun;
Çifti altmış paraya satılan bayat simitlerden hoşlanırlar.
Onlarda her şey bir derin uykudadır
Kahramanlık, dostluk, sevgi ve müsamaha…
Bütün lüzumlar ve lâzımlar.
Şu ensesi dümdüz ustura ile alınmış
Saçları arkaya taranmış.
Bol elbiseli, altın bakışlı, sarışın, uzun bacaklı adam
Kimdir biliyor musunuz?
Onu köprüden başka, bir de eski polisler tanır:
-Ulan sen yine buralarda mısın? derler.
Omuzlarını kısar, ellerini cebinden çıkarır, atar ağzından cigarasını
- Gidiyoruz be muavin bey ağabey, der.
Bu meşhur yankesici, Yedikuleli İstavrodur
Ve hoş çocuktur.
Bir başkası gece saat ondan sonra vapurları ve ışıkları
seyreder, güler.
Ah ona bir bilet alan olsa dünyayı dolaşmak işten değil;
Onun yanındaki gitmemeyi, gitmek isteyerek düşünmekte
Yalnız bu sonuncuda her şey yalancı, hülya, ve melânkolidir.
Her kim ki bir arkadaş bulmak için dolanmakta ise
Ondan çekinmeli..
Köprüde arkadaş olunmaz;
Köprüden seyredilir.