25 Temmuz 2017

Kitap: Hayır... (Dar Zamanlar III) (Adalet Ağaoğlu)



Everest Yayınları
1. Basım, 2014
Kapak Tasarımı: Füsun Turcan Elmasoğlu



47 - "Annemi, ömrüm boyunca düşünmediğim kadar çok düşünüyorum. Kadınlık tarihinin çok özel bir bölümü gömüldü sanki. Fitnat Hanım'lar bir daha hiç ama hiç olmayacak. Biz, onları anlamaya gerek bile duymayacak kerte kökünden kopmuş, kendini beğenmiş bir nesiliz. Önceden bildikleri geçersiz ilan edilmiş, bir günde bilmeleri gerekenlerle henüz tanıştırılmış bu insanlar, Salim Bey'ler, Fitnat Hanım'lar, babalarımız, analarımız yani, Meşrutiyet ile Cumhuriyet arasına sıkışıp ufalandılar. Ne sivil, ne asker bürokrat olan, ne de geçmişlerinde servet ve soyluluk bulunan bu takım, bağlandıkları son umut noktasında unutuluşa bırakıldılar. Onları bizler de unuttuk. Beethoven'ı sevmiyorlar, dans etmesini bilmiyorlar, Goya'dan bir bok anlamıyorlar, kısa çorap giymemize kaş çatıyorlar, diye homurdanmak üzere aklımıza getirdik onları. Üstelik henüz kimse, onların doğru bir tarihini yazmadı. Allah kahretsin! Keşke ben de senin gibi, annemizin son günlerinde yanında olabilseydim..."

74 - Öyle bir şey mi demişti? Her gün yaşanılan, dolayısıyla sık sık düşünülen, hatta söylenen bir şey, gözlerimizi sabaha ilk açtığımız an'larda insanın içinden yeni bir tümceymiş gibi geçiyor bazan.

105 - "Yalnız yaşamayı nasıl başarıyorsunuz, ne olur bana da öğretin!"

127 - Eski öğrencisi, şimdiki asistanı Alev, çekinik çekinik içeri girmiş, hep o, bir hata yapmaktan korkan sesiyle böyle demişti. Her zamankinden de kararsız görünüyor.

Alev böyledir. Hiçbir bilgiyi tam olarak kavrayamadığına inanır, yarım bilgiden vebadan korkar gibi korkar. Öğrenciliğinde üstüne fazla gittim galiba. Bir kez sınıfta, arkadaşlarının önünde alaylı alaylı "Ah Alev, toplum deyince hep en yakınına bakıyorsun. Biraz daha üstelesem, mahallenizin arkasındaki gecekondulardan öteye gidemiyorsun" demiştim. Sapsarı kesilmişti. Şimdi de uzağa, daha uzağa gidebilmek için çabalayıp duruyor.

(Alev karakterini kimse inceledi mi acaba? Yazarın diğer kitaplarında da karşıma çıkar mı acaba? Çıksa keşke.)

151 - "... Toplum bilincinin, 'Orada kal!' dediği bütün yüküyle önüne gerilip orada durdurmaya, orada tutmaya azmettiği basamakta dikilip durmak, insan aklı ve duygusu bir üst basamağa çıkmaya en hazır bulunduğu an'da, onda katlanılması güç, hatta olanaksız bir tutukluluk durumu yaratır. İnsanoğluna uygulanabilecek işkencelerin en ağırı... Çoktan aşılmış olması gereken basamaklara yeniden dönmeyi başarabilmemizin, kalabalıktan kopmama güdüsünden, toplum bilinciyle uyum sağlamaya yatkınlıktan başka anlamı yoktur. Bu yatkınlık, gerçek ilerleyişin önündeki en ciddi tuzaktır. Robot, birörnek, tek renk, tek biçim insanlar ortaya çıkarmakta uzun yollar katetmiş olan, uygarlığın ilerleyişinde olağanüstü bir rol oynadığı halde, bu rolü artık salt kendine gönüllü kulların varlığıyla sürdürebilen teknoloji, devrimine kendi tuzağını da hazırlamıştır... Değişik arayışlar, toplum bilinci dışında kalan her türlü olanak bu denli yok edilecekse, insan ilerleme umudunu nereden alacaktır? Umut, insana has bir yetenek çünkü. Makinelerin umudu olmaz. Bu noktada yalnızca bip bip buyruklarına uyulur, toplum bilinciyle uzlaşmada öncesiz sonrasız bir yatkınlık edinilir..."

152 - "... Teknolojik bir kültürde saldırganlığın yol açtığı acılar o kadar korkunç ki, şu soruyu sormadan edemiyoruz: Bu durumda insanların var olmalarını haklı kılabilecek herhangi bir ahlak anlayışı var mı? Early Morning adlı oyunundaki kişilerden biri bu soruya 'Hayır!' yanıtını veriyor ve intihar etmeye kalkışıyor. İşin en şaşırtıcı yanı, onun gibi düşünen pek çok insan, onun gibi davranmaya yanaşmamakta, her günkü hayatlarını sürdürebilmekte. Bu yetenek aslında kafalarının ne kadar yüzeysel çalıştığını ve duygularının kaypaklığını çok iyi göstermektedir. Kendilerinde bir dervişlik ya da manevi güç bulduklarını düşünmek de yanlış. Onların 'gerçekliği' aslında tembellerin faşizminden başka bir şey değil."

154 - Ama bu çok tehlikeli.
Evet, ama unutulabilir. Hayatı sakin sakin sürdürebilmenin anlamı da başka nedir?

159 - Biz neden böyleyiz? Neden geçmişin tutsaklığından kurtaramıyoruz kendimizi?

183 - "Otur. Anlat haydi. Kendine, dış dünyaya baskın çıkan yeni bir iç yaşam mı edindin?"

184 - Gençlik yıllarının kararlı, ne istediğini bilen delikanlısı yerine, olgun yaşında aptallık simgesi bir yeniyetme.

185 - ...hiçbir yere değmeyen dudaklarla yanaklardan öpüştük.

191 - Bu insanlar, gerektiğinde kendilerini ne kadar kolay açıklıyorlar!

192 - İşkenceyi, işkence görenleri, işkenceciyi konu edinen kitapların çoksatar oluşu bile beni hep ikilemler içinde bırakmıştır. Acılar satılıyor. Ama eziyet mekanizmasının, haksızlıkların da gözler önüne serilmesi zorunlu. Yapılan insanlıkdışı işlemler, yaygın biçimde bilinmeli. Fakat, beni tedirgin eden şu: Çektikleri kimine ün sağlar, onları birer kahraman yaparken, kimileri yitmiş hayatları, sakatlıkları, hastalıklarıyla unutuluşun içine bırakılıyor.  Kimse onlara hiçbir şey ödemeyi düşünmüyor. Onlar, her zamanki gibi, en sahipsizler. Onlar meçhul askerler. Adları yok. Çünkü yürürlükteki sistemle en küçük bağları yok. Bu meçhul askerler adına, bu soyutlanmış hayatların haklarını arama ve geleceğin özgür yaşamına armağan etme adına, berikilerin birer ses olmasında ne sakınca var? Ancak yaygınlaşmış adların, tekil kahramanların toplumların üstünde bir etkinliği olabiliyorsa?.. Bilemiyor. Her zaman hak aranırken başka birilerinin, hem de kimsenin hiçbir hakkını yememişlerin haklarının yendiği duygusunu bir türlü üstünden atamıyor. Çektikleri ödenmeyenler...

197 - Bu dili de bir türlü doğru dürüst öğrenemedim gitti. Konu, günlük hayatın dışına çıktı mı, zorlanıyorum. Ne demek istiyordum?

198 - Bütün zamanları tek bir sözcüğe nasıl sığdırabilirim Aysel? Böyle bir sözcük henüz dillerin hiçbirinde yer almıyor. Bu sözcük, yalnızca içimizin dilinde var. Dışa vurulduğu an'da dağılıyor, o olmaktan çıkıyor; anlamından yoksun kalıyor.

199 - "Fakat, özünü emdiğiniz bir şeyin posasını başkalarının kapısına yığmak anlamına gelmez mi bu?" Sessizlik. Acaba yine fazla mı alınganlık ediyorum?

199 - Yakında da, bir tabağın içinde, egzotik bir meyve gibi Avrupa Topluluğu'na sunarlar beni. Sunulanlar olmadı mı? Yıllar boyu, tonla. Batı, gelişiminden ne kadar sıkıldı. Sıkıldıkça yeni oyuncaklar, yeni hava delikleri aradı, sonunda da oyuncakların en tehlikelisini buldu. Para, kurban istiyor. Kurban da tören. Tören, para istiyor, para da kurban...

200 - "Senin gelişim dediğin, kişiliğin ortadan kaldırılmasıdır. Bütün kapılar, yollar, geçitler çıkar adına senin için seçilmiş, çizgin çizilmiştir. Bir rumuzdan, bir sayıdan ibaretsin artık. Şu yaygınlaşan dile baksana, bütün bu kısaltmalara: OECD, İMF, AIT, NATO, CENTO, IBM, FBI... Bizler de birer rumuzuz. Senin toplumunun üyesi olmak isterdim."
"Git ol da, ananı ağlatsınlar."

201 - "Senin memlekete birçok kez gittim" demişti. "Orada hayatın başedilmesi gerekli günlük zorlukları insanları ayakta tutuyor. Her zaman yapacak bir işiniz var. Sizden bir şey beklendiğini duyabiliyorsunuz."

201 - Ama sorun daha ağır. Sınırsız bir dünya için çalışırken, doğduğun yerin sınırlarının bile kapalı oluşu.

203 - Kızıl sakallı Viking torununun üstünde durduğu tehlikeyle somutta yüzyüze geldiği düşünülemez. Başucunda yanan ampule, salt ampul diye bakıyor o. Biz, kuş uçurtmayan bir gözetleme kulesi, bir namlu ucu, bir işkence aracı olarak görürdük. İkisi de teknolojik sarı ışık oysa.

206 - İnsan yurduna, toprak ve töreden başka, nelerle bağlıdır? Çocukluğuyla, anılarıyla, yakınları, akrabaları, dostları, küçüklü büyüklü olaylarıyla. (...) Evet, evet, bir yurttan, yurttaşlıktan sözaçılabilmesinin nedeni, bazan bu kadar küçük şeylere bağlı işte. Yüzünü bile görmediğiniz, ama çok iyi tanıdığınız şeylere.

209 - Bugün de hala arayışlardayım, ancak bu arayışlarımın içinde yaşadığımız şu toplumla herhangi bir bağı kalmamış gibi bir duygu var içimde. Gittikçe soyutlaşan sorular. Fikirler... İnsanımızdan gittikçe uzak düşüyorum anlayacağın.

209 - Salt, elden ayaktan düşme korkusu değil bu bence. Hayatı hep anlamlı kılmaya çabalarken, Cyrano gibi, anlamsız bir biçimde yokolma, silinip gitme korkusu. 

210 - O sıralar, hayatın o kadar katı gerçekleriyle yüzyüze idi, dağılışın yol açtığı boşlukta öylesi savruluyordu ki, Alev'in soruları, yorumları, hepsi bir hiçti.

212 - Hayata değil, ölüme açılan, hayatın günlük sorunlarına değil, geçmişin bitmiş şeylerine eğilen bir inceleme kimi ilgilendirir ki?

215 - Cemal'le hiç böyle konuşmadılar. Ne kendisi, ne öteki arkadaşlar: Onu ittik. İtip karşı olduğumuz adamların eline teslim ettik. O günler biz çoktuk, Cemal'ler azdı. Çoğalmalarında bizim de biraz payımız yok mu acaba?

219 - Petra'yı özlüyor: Ama ne kadar mekanik bir istek bu. Susamak gibi, canım bir kadeh içki istiyormuş gibi. Yasaklanmamış herhangi bir şey. Ne tuhaf, insan hakları, göçmen hakları, nükleer silahlanmaya karşı yürüyüşlerimizde de ülkemdeki karşı koymaların heyecanı yok. Duygunun değil, mantığın buyruğu...

221 - Kendi kendine övünmeye hak buluyordu da, ayrı dünyadan insanların şaşkınlık göstermesine katlanamıyordu. Gerçekten anlaşılmayan bir şeyin, gerçekten alkışlanıp desteklenmesi mümkün mü?

222 - "Kendinizi sürekli savunu halinde tutuyorsunuz. Hep gerginsiniz" diyor hınzır bir gülümsemeyle. "Bence bütün insanların, doğum ve ölüm gibi, çok ortak bir yanları daha var; hiçbir koşulun farklı kılmadığı bir yanları. Tarihte hiçbirimizin gerçek bir başkaldırısı olmadı. Özgürlükler hep belli sınırlar içinde arandı. Özgürlük diye, din değiştirildi, tarikat değiştirildi, tiran değiştirildi. Bu sınırlar içinde ileri-geri oynamalar uygarlık-ilkellik, kölelik-özgürlük sayıldı. Bu sınırın dışına çıkanlar, kendilerini gerçekten özgür kılanlar yalnızca sanatçılar ve deliler. Onlar dışında kimse, yönetenin dayattığı sürü hayatlarının güvencesinden yoksun kalmak istemiyor. Yönetilmek rahat. Bu kolayımıza gidiyor."

223 - "İnsan özgürlüğü açısından hiçbir ilerleme görmüyor, dahası bu konuda yarın adına da hiçbir umut taşımıyorsanız, araştırmalarınızı onca titizlikle nasıl sürdürebiliyorsunuz?"

(...) "İşim bu! İşimin kölesiyim de ondan."

224 - Yüzündeki, bakışlarındaki şeytansılık silinmiş. Zaman zaman üstüne çöken o meleksi hal de yok artık. Meleğin de, şeytanın da sivrilikleri budanmış, biri ötekinin içinde erimiş, insana benzer biri, şarabını dünyanın bütün zevklerini tadıyormuşçasına içiyor. 

226 - Sizlerse, salt ayakta kalabilmek için...

246 - Aysel'in son araştırmasına habire alkış tutup duruşun neden sanki? Allah gecinden versin, ancak uygarlık, sırası geldiğinde fare deliklerine sığınmayı onuruna yediremeyen aydınların  kendilerini öldürme edimleriyle de ölçülemez mi sanki? Karşı duruş, reddediş... Rezil, leşkargası! Kendin yapsana öyleyse...

257 - "Hep özgür, kendini gerçekten özgür duyan, özgürmüş gibi yapmayan, sahiden o olabilen kadınların özlemini çekip durması... Onu ciddiye almaya değmez miydi sanki?"

259 - Onu o günler böyle değerlendirmemin, benim de günlük politikanın güdük ölçülerine yenilmemden başka ne anlamı var? Duruşmaya gitmek mi, gitmemek mi? Aysel'in yanında görünmek mi, görünmemek mi? Dilekçelere imza koymak mı, koymamak mı? Bildirilere katılmak mı, katılmamak mı? Düzen ve baskıcı dönemler en doğal edimlerimizden birer kahraman yaratıyor. Böyle dönemlerde, o en doğal edimler, eğilimler insanda bir yanlışlık duygusu uyandırıyor. Değerler sarsılmıştır. Biz, gerçekten biz miyiz, değil miyiz? 

263 - "Ama pırıl pırıl, fırından yeni çıkmış mis gibi şöhretler çevresinde nasıl halka olunduğunu görseydin, genel kopukluğun sade, bana, sana, senin gibi, benim gibi sırtına geçmişini yüklemişlere karşı geçerli bulunduğunu kara kara düşünmezlik edemezdin sevgili yazar dostum. Üç ayda bir roman yayınlamazsan, artık yoksun, bunu bil."

273 - HER DURUMDA ÖZGÜR KİMLİĞİMİZİ KORUYABİLMEK ANCAK EDİMLE SÖYLENEBİLECEK ŞU TEK VE SON SÖZE BAĞLI: HAYIR...

275 - "Hiçbir zaman gerçek bir başkaldırım olmadı. Hep özgürlüğün kıyılarında dolanıp durdum..."

275 - Biliyor muyuz, özellikle bu son yıllar kaç aydın, Aysel'in böyle açıkça itiraf ettiğini kendi kendine düşünüp durdu? 

276 - Özgür kimliği geliştirmek değil, ancak olanı koruyabilmek. Özgürlükler askıya alınınca, her şey geriye gidince, ölçüt, eldeavuçtakini saklı tutabilmek olup çıkıyordu işte.

279 - "Korktu", denmesinden korkmuş biri nasıl özgür olabilir ki?

286 - Ama ben, onun anlattığı gibi anlatamam ki şimdi. Bu hesaplaşmanın anlamını tam olarak yansıtamam. Bozarım. 

286 - Başta kendisi, artık kişisel düşünce ve duygularımızı hiç aktarmıyoruz karşımızdakine. Paylaşmak, yük olmakla eşanlamlı sanki. Ya da belki, ortalama duyguların, ortalama insanları olup çıkmamızdan. 

287 - Ömrü boyu kendini aşmaya çalıştı. Kendini aşan aydınların bulunmadığı bir yerde, aşmaya çalışanlar idolümüz olup çıkıyor. 

290 - Üner (içinden geçen alaycı gülüşü yüzüne yansıtmamaya çalışarak): Bizim bu romancılarımızın da yerellik tutkuları... Şu dar dünyayı bir türlü aşamadılar. Sözde içlerinde kendini en özgür duyanlardan biri bu, o da intihar konusunda bile yerel hayatı gözetmekten dem vuruyor hala...








20 Temmuz 2017

Kitap: Fatih-Harbiye (Peyami Safa)


Ötüken Neşriyat
13.Basım: 1993


Peyami Safa'nın Fatih-Harbiye'sini getirmişim buraya, ne zaman getirdim, kimden aldım, hatırlamıyorum, üstüne not etmemişim. İnce diye hiç düşünmeden valize atmışım galiba. Aslında yıllar önce okumuştum, çok etkilenmiştim, biraz da rahatsız olmuştum. Konusunu pek hatırlamasam da son günlerde okuduğum romanlar bitince, kalın romanlara girişmeye cesaret edemeyince, "du bakiyim benim bu kitapla derdim neydi" diye başlayıverdim. 

Bilmeyenler için özet geçeyim: Fatihli bir genç kız, Neriman, mahallesinde uslu uslu yaşayıp giderken, zamanla, farklı insanlar tanıdıkça, Beyoğlu'nda bambaşka bi hayat olduğunu fark eder. Kendi muhitinden gittikçe soğumaya başlar, medenileşmek, bu evden, çevresinden, mahallesinden kopup Beyoğlu'nda yaşamak arzusuyla yanıp tutuşur. Fakat O'nu bağlayan, şiddetle değil sevgiyle bağlayan bir babası, arkadaşları ve Şinasi vardır. Şinasi, lise çağından beri, yani yedi yıldır, hep Neriman'ın yanındadır. Sevgili-kardeş karışımı bi şey olmuşlardır. Neriman'ın babası Şinasi'yle çok iyi anlaşır (bu yüzden ilişkilerine hiç karışmaz). İkisi de batılılaşmanın tehlikelerinden kaçınmaya çalışan, kendi halinde fikir-sanat adamlarıdır. Neriman'ı doğru yola döndürmek için uğraşırlar.

Kitabı ya lisede okudum ya da üniversitenin başında, yani kendi Fatihimle Harbiyem arasına sıkıştığım zamanlarda. O zamanlar neden içimi sıktığını, beni derinden etkilediğini şimdi tekrar okuduğumda daha iyi anlıyorum. Bu kez yine sinirlendim, yarıda bırakasım geldi ama arada kalmışlıktan biraz da olsa kurtulduğum için, daha kolay sabredebildim, dışarıdan bi gözle izleyebildim olayları. 

Yazar Peyami Safa olunca, psikolojik analizlerden ve edebi dilden keyif alınacağı garanti. Fakat bu psikolojik analizlerin arkasında muhafazakar bi bakış açısı olacağı da garanti. Yine de iyi bi psikolojik analize can kurban, toplumu derinden gözlemleyebilene can kurban. O yüzden, kitabı sevmemek mümkün değil. Yine de Neriman'ın sinir krizlerinde sarf ettiği "Beni anlamıyorsunuz" cümlesi en vurucu olan. Çünkü bunu O'na söyleten Peyami Safa bile iyice anlayamamış bence Neriman'ı. Üzücü ve sinirleri hoplatıcı olan bu. Çok önemli sorular doğuruyor kitap fakat bazıları hiç sorulmamış ve bazılarına ise doğru cevaplar verilmemiş bence.

Neriman neden batı yaşamına özeniyor? Neden dış görünüşten bu kadar etkileniyor? Neden bu kadar hassas bir psikolojisi var ki en ufak şeyde sinir krizi geçiriyor? Neden zihni çocuk kalmış, çevresinde tartışılan entelektüel konuları neden anlayamıyor? Neden ilk gördüğü Beyoğlu gencine kendini kaptırıyor?

Yazar tüm bunları yaptığı için Neriman'ı küçümsüyor ama O'nu suçlamıyor, aksine, O'na acıyor. Tek suçlu Batılılaşıp kendi değerlerimizi unutmamız için bizi zorlayan, kendini küçük gören devlet politikası. Fakat öyle mi gerçekten, kendimizde hiç mi suç yok?

Alıntılarla devam edeyim:

43 - Neriman'ın doğuyu miskinliğiyle kediye, batıyı atılganlığıyla köpeğe benzettiği kısımda yazar diyor ki: "Şark ve garbı temsil eden bu iki remiz, Neriman'ın zihninde iki zıt alemi o kadar müşahhas bir hale getirdi ki epey zamandanberi kendi kendine halletmeğe çalıştığı muammaların birçok anahtarlarını bulur gibi oluyordu; büyük bir kültürü olmıyan Neriman, ancak bu basit remizlerin zıddiyetleri arasında mukayeseler yaparak, kendine göre bazı fikirlere sahip olmıya başlamıştı. (...) Zekasının bakir ve mahrem bir tarafını göstermek isterken babasının karşısında soyunacakmış gibi utanıyordu."

Yani Neriman'ın kültürel, entellektüel arkaplanı zayıf. Neden zayıf? Babası dönüp dönüp aynılarını okusa da olsun, sürekli kitap okuyor, ney üflüyor. Şinasi müzikle içiçe, kemençe çalıyor, beste yapıyor. Neriman'ın yakın çevresindekilerin arada bir toplanıp müzik yaptığı bir grupları var, orada entellektüel konular da tartışılıyor. Anlıyoruz ki hepsi okuyan yazan insanlar. Neriman ve Şinasi'nin kızkardeşi Nezahat dışında hepsi erkek. Böyle bir ortamda yetişen Neriman, nasıl olur da babasına bir fikrini ifade edemeyecek denli kültürden yoksun kalır, korkar, özgüveni düşük olur?

Bence bunun tek açıklaması kızın zekasızlığı, Batı özentiliği, gösteriş düşkünlüğü falan olamaz. Her türlü fikrin açıkça konuşulduğu iddia edilen bu dost toplantılarında aslında bir şeyler savunulur, baskın bi bakış açısı vardır ve diğerleri, çaktırmadan çizilen toplumsal sınırlar dışına atılır. Batıyla ilgili herhangi bir şeyi savunmak ya da kendi toplumunu eleştirmek bu sınırların dışındadır. Bir de fiziksel sınırlar vardır: Efendi olmak dediğimiz şey. Dizlerini bitiştirip oturmak, büyükler konuşurken susmak vs. Gençler, özellikle kadınlar fikir konusunda muhatap alınmazlar. Muhatap alınmadıkça da özgüven gelişmez. Kısacası bizde fikrini doğru şekilde ifade edebilmenin önünde bir sürü engel vardır. Tüm bu engelleri aşıp kendini ifade edebilmek doğuştan bi yırtıklık gerektirir.

45 - Faiz Bey (Neriman'ın babası), Neriman'ın kedi-Şark, köpek-Garp benzetmesine şöyle cevap verir: "Kimi adam vardır ki sabahtan akşama kadar oturur ve düşünür. Onun bir hazine-i efkarı vardır, yani fikir cihetinden zengindir; kimi adam da vardır ki sabahtan akşama kadar ayak üstü çalışır, mesela bir rençber, fakat yaptığı iş dört tuğlayı üstüste koymaktan ibarettir. Evvelki insan tenbel görünür velakin çalışkandır, diğer insan çalışkan görünür velakin yaptığı iş sudandır. Zira birisi maneviyat ile, zihin gayretiyle yapılan iştir; öbürü vücut ile, bedenle yapılan iştir. Maneviyat daima daha alidir, vücut sefildir. Yapılan işlerin farkı da bundandır."

Bence bu cevap yeterli değil. Keşke "her toplum kendine özgüdür, iyi-kötü yönü vardır, iyi yönlerimizi görmezden gelme" filan deseydi, daha tatmin edici olurdu. Bizim toplumumuz için neden bu kadar zor eksikliklerimizi kabul etmek? Hem fikir işi yapmayanları, işçileri küçümsemek de nedir? İkisinin de artısı/eksisi var deyip bunları açıklasa, hem kızının içindeki cahilce özentiliğin serpilip gelişmesini engellerdi, hem de daha gerçekçi bi cevap vermiş olurdu. "Fikir her zaman eylemden üstündür" cümlesinde kibirden bol ne var? Yazara sorsan, Faiz Bey'de kibrin k'sını bulamazsın.

46 - ...babasının malumatı ve mantıkiyle mücadeleye kendini muktedir bulmuyordu. Yine Neriman'dan bahsediliyor. İşte bu çok acı. Halbuki babasını düşman gibi görmese, babasının yaşı itibariyle kendisinden çok daha bilgili olduğunu baştan kabul ederek tartışabileceği bir ortam olsaydı, kendini daha düzgün ifade edebilirdi, haksızsa, haksız olduğuna ikna olması da daha kolay ve iki taraf için de acısız olurdu. Fakat ne yazık ki bizde, ebeveynine itiraz etmeye hazırlanan çocuk, yaşı kaç olursa olsun, büyük bi savaşa girdiğini hisseder.

53 - Kitabın anafikri, Neriman gibilerinin bozulmasının sebebi şöyle açıklanıyor: Lozan sulhundan sonra, resmi Türkiye'nin de kanunla herkese kabul ettirdiği bu asrileşme, Neriman'ın ruhunda gizli gizli yaşıyan bu iştiyaka en kuvvetli gıdasını vermişti. Akraba ve arkadaşlarından, örneklerden, gittikçe medenileşen İstanbul'un dekorundan, kitaplardan, resimlerden, tiyatro ve sinemalardan gelen bu telkinler, yeni kanunlarda müeyyidesini bulmuş oluyordu. 

Adalet Ağaoğlu'nu okuduktan sonra bu iddiaya itiraz etmek mümkün değil. Fakat tekrar ediyorum, başka dünyaları gören gençlerin kendi kültürünü küçümsemesinin sebepleri de araştırılmalıydı bence. Neriman, Beyoğlu'lu Macit'i tanıyana kadar halinden memnun gibiydi. O zamana kadar bu dünyalarla hiç tanıştırılmaması, aman de ne kadar ahlaksızlar diye uzak tutulması, yasak meyve haline sokulmasıydı bence en büyük sebep. Bu durum hala böyle. Kendi kültürümüzün yanlışlarından hiç bahsedilmemesi de gençlerin yeni dünyaları keşfettikçe bu yanlışları kendi başlarına keşfetmek zorunda kalmasından, o zamana kadar güvenip saygı duyduğu büyükleri tarafından aldatılmış hissetmesine sebep oluyor.

87 - Şinasi'nin arkadaşı Ferit'ten bahsediliyor: Bu bir entellektüeldi ve yalnız bir Türk kızının ruhunda değil, Avrupa'nın göbeğinde, hala sahte kıymetlerinin yeniden tetkiki için şiddetli münakaşalara sebep olan medeniyet meselesinin, basitleşe basitleşe Neriman'ın ağzında aldığı bu gülünç formül tuhafına gitmişti. 

İşte bunlar hep görmemişlik, sonradan görmelik... Neden daha önce göstermediniz peki? Hırsızın hiç mi suçu yok?

88 - Ferit: "Kadınlar, medeniyeti gözleriyle anlamaya mahkumdur. Bunlar, hakiki medeniyetçilerden daha bahtiyardırlar: Şekillerle iktifa ederler ve renklerin değişmesi onları eğlendirir. Fakat hakiki terakkiye inanan, kültür sahibi bir İngiliz kızın sükutu hayalini düşünün! Her şeye vasıl olmuş, fakat hiçbir şey bulamamıştır. İçlerinde intihar edenler var. Bu daha fena. Zira onlar için medeniyet, cazip bir renkler aleminden ibaret değildir. Onlar bütün ümitlerini insanlığın muhteva olarak tekamülüne bağlamışlar ve büyük harp misaliyle de aldandıklarını anlamışlardır. Onlar ideal sahibidirler; bizimkiler fantezi düşkünü; onların aldanışı daha korkunçtur." 

Bu iddia, Ekşisözlük'teki Türk Kızı başlığı altında yapılan yorumları hatırlattı bana. O zamanlar da Türk kızının her yaptığına bok atılır, yabancılarınki göklere çıkarılırmış demek ki... Bir anda medenileşmeye zorlanan toplumda sonradan görmelikler olması normal fakat bunu kadınların, özellikle Türk kadınlarının bir özelliği diye anlatıp, bu sonradan görmeliğin kökenine inmemek, büyük bir yazara yakışmıyor bence.

102 - Neriman'dan bahsediliyor: "Ah... Benim zıddıma gitmemeli... Bana karşı ters hareket etmemeli... Ben vicdansız bir kız değilim." diye düşündü ve bir çok insanlar için, bir çok anlarda tabii olan bu mizacı kendisine mahsus bir huy zannetti.

Neriman'a vurmanın bi fırsatını daha bulmuş, kaçırmamış yazar.

107 - Bir ayrıntı. Ferit'in evindeki entellektüel toplantıda Ziya Gökalp referans gösterilmiş: "Ziya Beye, daha doğrusu onun kabul ettiği içtimai nazariyeye göre her kültür (o buna hars diyor) milli kalmalıdır ve milli kalmıya mahkumdur; tekniğe gelince, bu beynelmileldir; fakat bunlar müphem tabirlerdir. Her alim kültür meselesine başka başka medluller tayin etmiştir."

110 - Ferit'in Batının Doğulaşma isteği üzerine yorumları: "Bugünkü Garp medeniyeti, gittikçe, terkibine daha fazla miktarda karışan çeliği hazmedemiyor ve kusmak istiyor. Onu makineleşmekten ve büyük sanayiin barbarlaştırıcı, hayvanlaştırıcı tesirlerinden kurtarmak için, terkibinde Şark unsurlarının çoğaltılması lazımdır. (...) Mihaniki beşeriyet, Şarktan biraz muhayyele ve metafizik tasavvurlar dileniyor." 

Yine aman kendimizde hiç eksik görmeyelim, aman maneviyatımızla, mistisizmimizle ne kadar mükemmel olduğumuzu vurgulayıp duralım diyen türden bir iddia...

110 - Yine Ferit'ten inciler: "Şarkla Garbın mültekasında olan Türkiye, Garptan tesir almakta tereddüt etmemelidir.  Ancak, bu tesir, bizim tarafımızdan yapılacak mukabil bir tesiri ihlal etmiyecek derecede kalmalı, yani kültürümüzün güzel ve halis köklerine kadar nüfuz etmemelidir." 

Bizim kültürümüzün hangilerinin güzel, hangilerinin kötü olduğuna nasıl karar vereceğiz peki? Kitapta çok bariz bir örnek verilmiş, okullarda alaturka müzik bölümlerinin kapatılması. Bu tabii ki yanlış fakat kültür ne yazık ki sadece sanattan ibaret değil. Günlük hayatımızdaki kısmı en çok acı vereni ve değiştirmesi, yasaklanması en zor olanı. Mesela büyüklerin yanında konuşmamak kültürünü silip atsak istiyorum, bıraktım Fatih-Harbiye'nin yazıldığı zamanı, şimdi bile bi sürü kişi itiraz eder buna.

----

Bu kitaba bu kadar itiraz etmemin sebebi, tabii ki kendi hayatımı hatırlatması. Son günlerde ev taşıma sırasında ortaya çıkan lise günlüklerime göz attım. Neriman kadar mantıksızca dışa vurmasam da, ben de benzer konularda isyanlarla doluymuşum o zamanlar. Önceleri televizyonda gördüğüm, lisede ilk defa kendimi içinde buluverdiğim bambaşka bi dünyada bildiğin bocalamışım. Evde erkek arkadaşlarımın (sevgili değil) adı geçtiğinde dahi suratlar asılıvermiş. Bir arkadaşımla çarşıda karşılaşmışım ve yanak yanağa değdirmek suretiyle selamlaşmışız ve bunun, bir erkekle bir kadının yanak yanağa öpüşmesinin doğru olmadığını söylemiş babam. Günlüğüme "bunda ne kötülük var?" diye yazmışım korka korka. Babamın haklı olduğuna inanmak istemişim belli ki, çünkü çok saygı duymuşum ona. Okul gezilerine gitmek için çok fazla çabalamam gerekmiş, ailem izin vermemiş, üstelik belli bi sebep de belirtmemiş. Keşke demişim, sebep para olsa... "Biz başkalarına benzeyemeyiz" demiş babam, bi sebep söylemesi için ısrar ettiğim zamanlardan birinde. Neden? Nedir bu kadar kötü olan başkalarında? Nedir bizi bu kadar mükemmel yapan?

Daha sağlıklı bi evlat yetiştirmek için, başkalarının arasına karışmasını ama kendi karakterini bulmasını teşvik etmek, böylece özgüvenini sağlam kılmak daha doğru olmaz mıydı? "Biz" deyip durmak yerine kendi doğrularını bulmasını öğütlemek daha iyi olmaz mıydı? Doğduğu ailenin kurallarına -onaylayıp onaylamadığı sorulmaksızın- uymak zorunda kılınan gencin, özellikle ergenlik döneminde saçma sapan şeyler yapması kaçınılmaz değil mi? Bu zorunluluğu yaratan bizim o yere göğe sığdıramadığımız kültürümüz değil mi?

Dönüp dönüp aynı şeyleri dağınık bi şekilde söyledim sanırım. Kusura bakmayınız. Şimdilik bu kadar.




13 Temmuz 2017

Kitap: Dünyanın Sefaleti - 3. Kısım (Pierre Bourdieu vd.)

1. Kısım için şuraya;

2. Kısım için şuraya buyrun:

İKİNCİ BÖLÜM: Mekan Etkisi

223 - Bu gettolarda devlet de, onun polisi, okulu, sağlık kurumları, kuruluşları vb. de yoktur. (Mekan Etkisi, Pierre Bourdieu)

226 - ...Paris'in merkezindeki Faubourg Saint-Honore Caddesi'ndeki iç mimarlar, işçi sınıfı caddesi olan Faubourg Saint-Antoine Caddesi'ndeki "doğramacılar" ile bariz bir karşıtlık içindedirler. Aralarındaki farkı aristokratik isimlerinden bariz bir biçimde ayırt edebiliriz; ancak aynı zamanda, buralarda sunulan ürünlerinin özellikleri, mahiyeti, kalite ve fiyatları ile müşterilerinin toplumsal statüsü vb. de bu farkı ortaya koyar. Aynı mantıkla saç stilistlerini mahalle berberleriyle, çizmecileri ayakkabı tamircileriyle karşılaştırabiliriz. (Mekan Etkisi, Pierre Bourdieu)

227 - ...başkenti taşra ile (ve "taşralılık" ile) ilişkilendirmeden yeterince analiz etmek mümkün değildir. Taşralılık da sermayeden ve başkentten (tamamen göreceli anlamda) yoksun olmak demektir. (Mekan Etkisi, Pierre Bourdieu)

227 - ...bu fiiller (Paris' çıkmak, girmek, içermek, asimile olmak, aforoz etmek, benimsemek, dışlamak, ihraç etmek vs.) aslında, merkezi ve kıymet  verilen bir mekana ne kadar yakın ya da uzak olunduğunu niteler. (Mekan Etkisi, Pierre Bourdieu)

229 - ...sermayesi olmayanlar ise toplumsal olarak nadiren bulunabilen metalardan fiziki veya sembolik olarak uzak tutulurlar; en istenmeyen ve en az nadir görülen kişi ve metalarla birlikte yaşamaya zorlanırlar. Sermayesizlik, sınırlanmışlık hissini arttırır; kişiyi belirli bir mekana bağlar. (Mekan Etkisi, Pierre Bourdieu)

231 - Belirli yerlerde, özellikle de en kapalı ve "seçkin" olanlarında, sadece ekonomik ve kültürel sermaye sahibi olmak yetmez; sosyal sermaye de gereklidir. Sosyal sermaye ile sembolik sermaye, kişi ve eşyaların (şık muhitlerde veya lüks evlerde) uzun süre boyunca bir araya toplanmasının getirdiği kulüp etkisi ile üretilir. Bir araya gelen bu insan ve eşyalar, çoğunluktan farklıdırlar ve zaten onların ortak yönleri de sıradan olmamalarıdır. (Mekan Etkisi, Pierre Bourdieu)


236 - "Mahalle", "getto" veya "göçmen gettosu" gibi genelleyici kavramlar, ulusal olduğu varsayılan [küçük burjuvaya (alt orta sınıf) ait] bir normdan azıcık da olsa sapan tüm semtlere uygulanır olmuştur. (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)


236 - Sosyolojik cehaletle siyasi sorumsuzluğun aşık attığı bu büyük oranda fantastik olan söylem... (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

237 - Özetle, dışlanma, Amerika'da yüzyıllardır iş görmekte olan ve devlet ve ulusal ideoloji tarafından hoşgörülen veya teşvik edilen bir kast sistemine dayalı olarak kurulurken, Fransa'da çoğunlukla sınıf temellidir ve kamu politikalarıyla kısmen de olsa hafifletilir. (...) Amerika Birleşik Devletleri'ndeki kent Bantustanlarının aksine, Fransa'nın durumu kötüleşen banliyöleri etnik olarak homojen değildir; zira devlet tarafından teşvik edilen ikici bir ırksal ayrıma dayalı topluluklardan oluşmazlar. (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

237 - Bantustan: Güney Afrika'da siyahi kabilelerin yoğun biçimde yaşadığı bir bölge. (Dipnot, Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

238 - (ABD'de) Ellili yıllarda altın çağını yaşamış olan siyahların gettolarında durum, bu tarihten itibaren hızlı ve büyük çaplı bir biçimde kötüye gitmiştir. (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)


239 - ...gettoların maruz kaldığı toptan ve görünüşe göre de kendiliğinden süregelen toplumsal düzenin bozulması süreci, en iyi şekilde, Amerika hükümetinin, altmışlardaki isyanlara karşılık olarak bu mahallelerde izlediği, bilinçli terk etme politikası ile açıklanabilir. Amerikan hükümetinin sosyal ve kentsel alanlardan kendini geri çekmesi ile sonuçlanan bu politika;gettonun kurumlarının işleyişi için zaruri olan kamu programlarını sekteye uğratmış, getto sakinlerini desteklemek için ayrılan kaynakları büyük oranda kısıtlamış ve gettonun sistematik bir biçimde çözülmesini tetiklemiştir. (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)


239 - Los Angeles'ta 1992 yılında Rodney King'i darp eden beyaz polislerin suçsuz bulunmasının ardından yaşanan öfke patlamasına medyanın gösterdiği ilgiye bakıp da günlük hayattaki sessiz isyanları gözardı etmemek gerekir. (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

240 - Bu suçların çoğu; siyahi gettolarında, bu gettoların sakinleri tarafından ama daha da önemlisi, onlara karşı işlenmiştir -sokak şiddetinin birincil kurbanlarının, kentlerde yaşayan yoksul siyahlar olduğu çoğu kez unutuluyor. (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

240 - ...anneler, çocuklarına serseri kurşunlardan kaçmak için nasıl yere eğileceklerini henüz onlar çok küçükken öğretirler. (...) kıt kanaat geçinirken çocuklarına yaptırdıkları ölüm sigortasının aylık taksitlerini öderler. (...) tabanca bulmak kolaydır. (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

242 - Kişilerin, kendilerini ve ailelerini kendi güçleriyle savunmaya her daim hazırlıklı olması gerekiyor. (...) (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

242 - Başkan Johnson tarafından, ülke boyunca yüzden fazla kentte ortaya çıkan ırksal isyan dalgasının nedenlerini tespit etmekle görevlendirilen Kerner Komisyonu, 1968 yılında, "özel sermaye, büyük kentlerimizin en fazla ayrımcılığa uğrayan bölgelerinden, büyük oranda geri çekilmiş durumdadır" şeklinde bir uyarıda bulunmuştur. (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

244 - Günümüzde 10 dolar gibi makul bir fiyata, her türden "otu" satın almak mümkün. Ekstazi ile birlikte, bireysel ve kollektif olarak, artık yoksullar da kendi kendilerine zarar verebilir hale gelmişlerdir. (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

245 - Gettoda piyasa ekonomisinin geri çekilmesi ve yaşam koşullarının genel olarak kötüleşmesi ile birlikte, kamu sektörü de artık güvenlik, sağlık, eğitim, barınma ve adalet gibi temel kamusal hizmetleri temin edemez hale gelmiştir. (...) Bu hizmetler, kullanıcıların maruz kaldığı eşitsizlikleri hafifletmek şöyle dursun, onların daha da fazla tecrit edilip damgalanmasına neden olmaktadır. (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

246 - Her halükarda Sosyal Hizmetler, ihtiyaç sahibi ailelerin refah seviyesini yükseltmekle değil, beyaz seçmenlerin çoğunluğunun tahammül edilemez bulduğu sosyal harcamaları düşürmek için, sosyal yardım alıcılarının sayısını asgariye çekmekle ilgilenmektedir. (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

246 - Sosyal yardımlardan yararlananların sayısını düşürmek noktasında, ücretsiz ve anonim ihbar hattı kurmak, yerel gazetelerde açık açık muhbirlik çağrıları yapmak, yakın gözetimde kullanılacak muhbirleri ödüllendirmek ve yardım alanların ikamet adreslerine habersiz ziyarette bulunmak gibi türlü teknikler tek tek ya da birlikte kullanılıyor. (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

247 - Chicago'nun son beş belediye başkanından hiçbiri, çocuklarını devlet okullarına göndermemiştir. Mevcut okul müdürü ile öğretmenlerin yarısından fazlası da... (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

247 - Banka yoktu; müşterilerinin sosyal yardım çeklerini bozdurmak için 8 dolara kadar masraf çıkaran bürolar vardı. (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

248 - ...yeni doğan bebeklerin ölüm oranı; Şili, Kosta Rika, Küba ve Türkiye gibi Üçüncü Dünya Ülkeleri'ndeki yeni doğan ölümleri oranlarını da aşıyordu. (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

248 - Özetle, Amerikan devletinin kenti terk etme politikası, gettonun kamu kurumlarını mahvetmiştir. Bu kurumlar, getto sakinlerini toplumun geri kalanına entegre etmek bir yana dursun, birer tecrit aracına dönüşmüştür. Gettoda devletten geriye ne kaldıysa, sırf farklı dışlanma biçimlerini teşvik etmekten başka bir iş görmez -ki getto da zaten dışlanmanın bir sonucudur-. (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

249 - Fransa'da da hem sağ hem de sol cenahtaki yönetici elitler, teknokrat miyoplukları yüzünden ve kısa vadeli mali performanslara takılı kalarak, yetmişlerin ortalarından beri izledikleri kamu sektörünü "küçültmeyi" ve toplumsal ilişkileri hızla metalaştırmayı amaçlayan yeni muhafazakar politikada ısrar ederse, bugün hala bize uzakmış gibi gelen bu korkunç distopya, bir gün bize çok yakın ve tanıdık gelen bir gerçeklik haline gelebilir. (Tersten Ütopya Olarak Amerika, Loic J. D. Wacquant)

253 - Alakasız bir posterde ise -muhtemelen reklamcılık ajansı yeri karıştırmıştır-, fildişi tenli ve sarışın küçük bir kız çocuğu hastane yatağında yatıyor: "Onun Kana İhtiyacı Var, Bağışlamayı Unutmayın." (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

254 - ..."profesyonel bir dümenci"... (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

256 - Hitabet maharetinin her daim üstün tutulduğu sözlü ve hareketli getto kültüründe konuşkanlık, büyük saygı duyulan bir özelliktir. (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

256 - Otobiyografisinde Malcolm X şöyle anlatıyor: "Harlem'de hayatta kalmak için herkesin bir dümen çevirmesi gerekiyordu, bir de hayatta kalmak adına ne yaptıklarını unutmak için de kafaları güzel olmalıydı." (Dipnot, The Zone, Loic J. D. Wacquant)

257 - Bu dünyanın onun kaderi olduğunu bildiğinden, acı verici derecede bir netlikle kendine acımanın bir anlamı olmadığının farkında. (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

257 - ...kendisinin de sorunlu giden hayatına yeni bir yön çizme ihtiyacı hissettiği bir zamanda, hayatının bir bilançosunu çıkarma fırsatı çıkmıştı karşısına ("yat kalk haline şükret"). Bu nedenle, konuşmasını sürekli küçük şaşkınlıklarla ("vay bee!") kesip, fazla yakın ve tanıdık olmalarının getirdiği sıradanlıklarıyla insanı kendine kör eden dramlar karşısında ne kadar endişeli ve güçsüz olduğunu teyit ediyor. (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

258 - Tennesee'den buraya 1956 yılında, on binlerce Güneyli siyahı Chicago'ya getiren İkinci Büyük Göç... (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

258 - Kendi neslinin alt sınıf kentli siyahları arasında yaygın olduğu üzere, o da büyükanne ve büyükbabasını tanımamıştı. (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

259 - "Burada bir şeyler dönüyor ama ne olduğundan emin değilim. Şiddet oranı delicesine arttı. Eskiden çocuklarda sopa ve bıçak olurdu. Şimdi bizimkilerden daha iyi silahları var." (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

262 - Tekrar Kennedy King College'a kaydolup "iletişim" okumak istediğini de söylüyor; ancak bu sözleri, bir yandan gettodan bir şekilde kaçmak istediğinin, diğer yandan da mülakat etkisinin dayattığı ideolojik görev çağrısının da bir ifadesidir. (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

262 - "Okula rağbet oluyor çünkü yakında aerodinamik uzay teknolojisi okumayana McDonalds'ta bile iş vermeyecekler galiba.(Dipnot, The Zone, Loic J. D. Wacquant)

267 - Bir yanda insanları pasif, bahtsız mağdurlar olarak tasvir edip kişiyi şefkate sevk eden "acıma dolu" bir yorum söz konusu. Diğer yanda ise, kahramanca "direniş" stratejileri tasvir eden ve tahakküm edilenlerin erdem ve yaratıcılıklarını öven popülist bir okuma mevcuttur. (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

267 - Bu tuzaklara düşmemek için bir nevi ahlaki bir parantez açmak gerektiğini, ilk başta duyduğumuz sempati, öfke veya korku duygularını geçici olarak da olsa askıya alıp bu dünyaya Rickey'nin bakış açısından bakmak gerektiğini kabul etmemiz gerekir. (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

269 - "Benden bile daha kötü durumda olanlar var." ifadesi getto sakinlerinin sıklıkla kullandığı bir ifade. En kötü durumda bulunanları bile kendilerini rahatlatmak istercesine böyle söylüyor. (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

269 - Marjinalleştirme eşyanın tabiatı haline gelince kişi, dışlandığının bilincinden de yoksun kalır. (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

270 - McDonalds'ın temsil ettiği bu düşük ücretli ve onur kırıcı işler, son on yıldır taş kokain [crack] gibi "büyük çaplı tüketime yönelik" uyuşturucuların ortaya çıkışıyla inanılmaz hızda büyüyen uyuşturucu ekonomisiyle nasıl rekabet edebilir ki? Çok az getirisi olan ve neredeyse daha büyük risklerle de olsa daha doğrudan bir şekilde sonuç veren sokak ekonomisi kadar belirsiz olan "yasal yolu" tutmanın ne faydası var? (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

271 - ...yeni hizmet sektörünün "köle işlerine" razı olmuş olanların her gün maruz kaldığı kişisel hakaret ve ayrımcılıklardan kurtulma imkanı vermiyor mu? (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

271 - Dümencilikle geçinen insanlar gibi dümencilikten gelen paranın da "bir yere gittiği yok"; bu para bulunduğu an harcanır, zira yarının garantisi yokken bugünün sefası kardır. (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

272 - Rickey'nin hayali postanede çalışmakmış. Tarih boyunca bu devlet kurumu, siyahi Amerikalılar için "orta sınıf" olmanın birincil yollarından biri olmuştur. (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

273 - (işin aslı LeRoy sağlam ama mütevazı bir orta sınıf apartmanında bir daire kiralamış ve Chicago Parkı bölgesinde tam zamanlı olarak şeriflik ve spor eğitmenliği yapıyormuş.) Rickey için, spordan başka geriye kalan tek seçenek, ona bakmayı kabul edecek bir kadın bulmak (ki onun nezdinde en zayıf ve bağımlı varlık olan kadına bağımlı olmak, en büyük utanç kaynağı ve zayıflık göstergesidir.) (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

273 - Uzaktan, yukarıdan bakarak gettodaki hayata dair tespitte bulunan gazetecilerin yaydığı genel geçer görüşlerin aksine, uyuşturucu satıcıları etrafındaki insanlarca sevilmez; aksine onlardan nefret edilir. Uyuşturucu satıcıları örnek olarak gösterilmez;  onlar da kendilerini, yerel sakinlerin imreneceği "rol modeller" olarak görmezler ve görünüşte elde ettikleri maddi başarı da (...) kent içinde, ahlaki çöküntünün hakim olduğuna işaret etmez. (Dipnot, The Zone, Loic J. D. Wacquant)

274 - Hayatın, günlük hayatta kalma mücadelesine indirgendiği, insanların sürekli, sahip oldukları az biraz kıymetli şeylerle ellerinden gelenin en iyisini yapmak zorunda oldukları, sosyal ve ekonomik güvencesizliğin insafsızca her şeyi kulattığı bu koşullar altında, içinde bulunulan zaman o kadar belirsiz hale gelir ki geleceği yutar; artık geleceğin ancak fantezisi kurulabilir. (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

274 - ...onları isteksizce kabul eden beyazlar ile kentin derinliklerinden kurtulmak için kimliklerini reddetmekle itham eden siyahların arasında kalmış "proleteryavari entelijensiya" arasında da kabul görür.  Plan olarak bilinen bu komplo "teorisi"ne göre, bugün gettonun çöküşü, atılımlarda ve kollektif taleplerde bulunan siyah topluluğunu uyuşturucu denizinde boğarak engellemeyi amaçlayan hükümetin -gizliden gizliye ama kasıtlı olarak- güttüğü politikaların bir sonucudur. (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

275 - Ortaya çıkan gerilla savaşında, herkes, her şeyden evvel kendinden olana karşı, kardeş kardeşe, yoksul daha yoksula karşı savaşıyor. (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

278 - "Bunlar çocukları olan çocuklar gibi." (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

282 - "...sence iyi iş nasıldır?..."
"...postanede olabilir, yani otobüs şoförlüğü olur, güvencesi olsun yani biliyorsun. Demem o ki kalıbına göre değişir. Bu işler ne ki belki ama kurtulmaya çalışan [parmaklarını şaklatır] biri için bir şeydir, anladın mı?" (The Zone, Loic J. D. Wacquant)

285 - "Düz tipler miydi onlar?"
"...sen onları öyle etiketlersen onlar da seni etiketler. Aynı şey. Sen, "Serseri o!" ersin ya da "Odunun teki o!" dersin ama yok yani hiç de öyle kolay değil. (...) Kim paçayı kurtarır da yırtarsa. Asıl mesele bu, tamam mı?" (The Zone, Loic J. D. Wacquant)