22 Kasım 2016

Kitap: Akıl Çağı (Jean Paul Sartre)

Henüz hiç Sartre okumadım. Bi romanı olduğundan da haberim yoktu. Son gidişimde, Türkiye'de dayımın kitaplığında gördüm Akıl Çağı'nı. Sabah gazetesi, zamanında, Nobel ödülü almış edebi eserleri seri olarak vermiş okurlarına. Dayım da almış tabi. Bikaç kitapla birlikte valize attım hemen. Kilo sınırı olmasa o kitaplığın yarısını taşırdım buraya ama, artık, parça parça olacak bu iş. Sağolsun dayım da kitap dağıtmaya meraklı, alan memnun satan memnun yani.

Kitap isminden de tahmin edilebileceği üzere, tam bir fikir romanı. Böyle bir terim var mı edebiyatta bilmiyorum ama çok yakıştırdım. Fikirlerin romana ince ince işlendiği kitapları seviyorum. Her bi satırın altını çizmek geliyor içimden. Elbette her romanın arkasında fikirler vardır fakat benim demek istediğim, ideolojilerin romana yedirilmesi, bunun bazen çaktırılmadan, bazen göstere göstere yapılması. Roman karakterlerinin gündelik hayatlarıyla ideolojilerinin çatışmasına okurun şahit olmasının sağlanması.

Malumunuz, büyük amaçlarla gündelik yaşam bir türlü birleşemiyor. İnsan her zaman fikirlerine uygun yaşayamıyor. Bir siyasi harekete mensup olmasa yani kendini "...ist" olarak tanımlamasa bile herkesin "nasıl yaşamalı?" sorusuna kendince bir cevabı var ve buna uymaya çalışıyor. İşte fikir romanları, işte bu kitap, Akıl Çağı, insanın bu soruyla kendine çizdiği sınırlar içinde bocalamasını anlatıyor. İnsanın kendi kendine düşmanlığını kurcalayıp duruyor yazar.

Benim için, tekrar okunması gereken kitaplardan.

Şimdilik alıntılarla yollarımızı ayırıyoruz:


113 - Bunu bilmesi gerekti, kendimden bahsedemediğimi, çünkü kendimi başkalarına anlatabilecek kadar sevmediğimi anlaması gerekti. (Marcelle)

114 - Ondan nefret edersem, elimde ne kalır? (Marcelle)

116 - Fransız ruhuyla dolu bir havuzdu burası, her yerde o ruh vardı. Ivich'in saçlarının üzerinde, Mathieu'nün ellerinde: Bu süzülmüş, ayıklanıp temizlenmiş aydınlıktı, salonların ciddi ve saygılı sessizliğiydi. Mathieu birden kendini medeni bir sorumlulukla dopdolu buldu: Yavaş sesle konuşmak gerekti, eşyaya el sürmemek, kurcalayıcı zekasını insaflı fakat kararlı bir hızla kullanmak ve nihayet, bir Fransıza en uygun nitelik olan "ağırbaşlılığı" unutmamak gerekti.

167 - ...sen, kendinden utanan bir burjuvasın. (Jacques)

170 - Özgürlüğün, insanların kendi istekleriyle yaratıkları durumlara tam karşıdan bakmalarını ve o durumların sonuçlarına katlanmaları gerektirdiğine inanıyorum. Ama sen benim gibi düşünmüyorsun galiba; sen kapitalist düzeni suçluyorsun, o düzen içindesin ve o kapitalist devletin memurusun; komünistlere sampati beslediğini söyler durursun, ama herhangi bir uca bağlanmak istemediğin teranesiyle onlara sokulmazsın, oy vermezsin; burjuva sınıfı hor görürsün, suçlarsın, halbuki bir burjuva gibi yaşamaktan hoşlanırsın. (Jacques)

170 - Jacques gençlik yıllarıyla övünürdü, bu bir güvenç payıydı ve onun mevcut düzeni vicdan rahatlığıyla savunmasına yarıyordu.

171 - Hiç kimseye benzememek için insan herkese benzeme cesaretini göstermelidir. (Jacques)

171 - Belki de sen, bana kıyasla daha az korsandın, işte seni yıkan da bu oldu; yaşayışın, basit bir temele dayanan, ama bitmek bilmeyen bir isyan ve anarşi tiryakiliği ile, seni düzene, ahlak sağlamlığına ve günü gününe diyebileceğim alışılmış hayata iten derin ve güçlü bir içgüdü arasındaki çalışmadan ibaret! Sonuç şu ki sen, sorumluluğu olmayan ihtiyar bir öğrenci olarak kaldın... Artık körpecik bir delikanlı değilsin; anladın mı ve bu özentili bohem hayatı sana hiç yakışmıyor. Zaten bohem hayatı denilen şey de nedir? Bundan yüz sene önce pek güzel, romantik bir fikirdi herhalde, ama bugün artık modası geçmiş ömrünü tüketmiş bir şey... Artık akıl çağındasın Mathieu, akıl çağındasın, ya da... ya da olmalısın! (Jacques)

172 - Odette ne yapar o zaman? Olgun ve iyi niyetli bir zevce rolünü mü benimser, yoksa burnunu kitaptan kaldırmadan üç beş cümleyle başından mı savar?

175 - "Halbuki elimden geleni yapıyorum işte." Ya Marcelle çocuğu istiyorsa? İşte oradai bu noktada Mathieu boku yiyordu. Bu ihtimali bir saniye düşünmek yeterdi, o bir saniyede her şeyin anlamı değişiyordu. Bu, başka bir hikaye oluyordu artık...

175 - İnsan bütün bunları söyledikten sonra, artık öyle uslu uslu fikir değiştiremez; bu inanca ihanet gibi bir şey olur. Marcelle böyle bir ihaneti yapabilecek insan değildir! Öyle olsa bana söylerdi, değil mi, neden söylemesin? (Mathieu)

176 - Excelsior saldırgan bir gazete değildi; tapyoka gibi yavan, mızmız ve yağlı birkaç sayfadan ibaretti. Sizi heyecanlandırmaya, öfkelendirmeye çalışmıyor, sadece onu elinizde tuttuğunuz sürece yaşama sevincinizi kırmaya yarıyordu.

177 - Ne var ki o cansızdı, hareketsizdi, yaşamak, alevlenmek, acı çekmek için kendine bir varlık, bir vücut verilmesini bekliyordu. O başkalarının öfkesiydi.

178 - "İnsan istediği anda acı çekemez." Orada korkunç ve inanılmaz bir hikaye vardı ki, kendisi için acı çekilmesini istiyordu... "Yapamıyorum, işin içinde değilim." (Mathieu)

179 -...demir parmaklıkları olmayan bir kafeste gibiyim. (Mathieu)

185 - Ama bence sende, yıllarca büyük değer verdiği fikirlerin aslında on para etmediğini farkedivermiş bir insanın şaşkın hali vardı. (Brunet)

186 - Biliyor musun, kendilerinden başka bir düşüncesi olmayan ve prensip olarak bana hayranlık duyan bir alay çocukla haşır neşirim ben. Hiç kimse bana benden söz etmiyor, ben kendim, bazen kendimi bulmakta zorluk çekiyorum. Şimdi söyle bana! Sence bir uca bağlanmalı mıyım? (Mathieu)

187 - Sen kendi yoluna gittin... Sen burjuva çocuğusun, bize öylece, kolayca gelemezdin; kendinden kurtulman, sıyrılman gerekti. Şimdi, artık serbestsin, özgürsün. Fakat hürriyet, kendini bir yere, bir şeye vermek, bir şeye bağlanmak için değilse eğer, o zaman ne işe yarar? Kendi kendinden kurtulmak, temizlenmek için otuz beş yıl verdin, sonuç ne oldu? Hiçlik, boşluk! ... Acayip bir herifsin biliyor musun? Havada yaşıyorsun, bütün burjuva bağlantılarını kesip attın, proletarya ile de ilgin, bağlantın yok, uçuyorsun adeta. Sen varlığı olmayan bir yaratıksın, bir "yok"sun...Ama bu her zaman insana zevk veren bir duygu olmasa gerek. (Brunet)

187 - Özgür olmak için her şeyden vazgeçtin. Şimdi bir adım daha at, özgürlüğünden vazgeç. O zaman her şeyi yeniden kazandığını göreceksin. (Brunet)

188 - Ama, bilmiyorum neden, ben en sonunda gerçeklik duygusunu kaybettim. Hiçbir şey bana tam olarak gerçek görünmüyor. (Mathieu)

188 - Sende bu gerçeklik var. Elini nereye sürsen onda bir gerçeklik havası yaratıyorsun. Odama girdiğinden beri burası da gerçek görünüyor ve beni rahatsız ediyor... Sen bir insansın.... Sen insan olmayı istedin, seçtin! (Mathieu)

188 - Kısa ve sert gerçeklerle düşünen, şekilli ve güçlü kaslarıyla bir erkek - insan; dümdüz, kapalı, kendine güvenen, ayağı sapsağlam yere basmış bir insan; sanatın, psikoloji ve politikanın o masum görünüşlü oyunlarına kendini koyverip, erimeyen bir erkek, tam bir erkek; sadece erkek. Ve Mathieu orada, onun karşısındaydı; kararsız, ihtiyarlayamamış, pişememiş, insanoğluna yakışmayan bin türlü sersemlikle çepeçevre kuşatılmış Mathieu. Düşündü: "Ben bir erkeğe, bir adama benzemiyorum."

190 - Sanki gururlanarak günaha girmekten korkuyor gibiydi.

190 - O benden çok daha özgür; kendi kendisiyle barışık, Parti'yle barışık. (Mathieu)

192 - Daha sonra ha? Eğer karar verebilmek için içinden gelmesini bekleyeceksen, çok beklersin dostum. Partiye girdiğim sırada ben tamamen inanmış mıydım sanıyorsun? İnanç, sonradan gelir insana. (Brunet)

192 - Hepiniz böylesiniz, siz, aydınlar! Her şey yıkılsın, dünyanın anası ağlasın, tüfekler kendi kendilerine savaşa gitsinler, siz orada oturmuş gülümseyerek, rahat rahat, inanma hakkından dem vurun. Ah! Kendini benim gözlerimle bir görebilseydin, çok az vakit kaldığını anlardın. (Brunet)

Evet, anladım, çok az vakit kaldı. Peki sonra? (Mathieu)

İşte! Bu kadar şüpheci olduğun için pişmanlık duyuyor gibiydin, ama işte aynı noktada direniyorsun. Bu senin manevi konforun benim anladığım. Birisi ona dokundu mu, hemen üzerine kapanıyorsun, tıpkı Jacques'ın paracıklarına yaptığın gibi. (Brunet)

193 - Brunet'yi inandırmak, kendi kendini inandırmanın tek çaresiydi çünkü.

193 - Ben bağlanmak istemiyorum, bunun için yeter sebep görmüyorum kendimde. Ben de sizin gibi, aynı şeylere, aynı insanlara karşıyım, ama sizin kadar değil. Elimden gelmiyor, yapamıyorum. Yumruk sallayarak yürüyüşlere katılsam, boğazımı yırta yırta "Enternasyonel"i söylesem ve bununla yetiniyorum, desem; kendi kendime yalan söylemiş olurum. (Mathieu)

197 - Reddettim çünkü özgür olmak istiyorum: İşte bunu böyle izah edebilirim. Ya da, bir takım inançlarım var, diyebilirim; yeşil perdelerimi seviyorum, akşamları balkonumda oturup hava almayı seviyorum ve bunların değişmesini istemiyorum, diyebilirim; kapiltalistlere kızmaktan hoşlanıyorum, onların yok edilmesini istemiyorum, çünkü onlar yok olursa kızacak bir şeyim kalmayacak; öfkeli ve yalnız yaşamaktan hoşlanıyorum ve yaşanabilir bir dünya kurulmasından korkuyorum, çünkü orada evet demekten ve başkaları gibi hareket etmekten gayrı yapacak bir işim olmayacak, diyebilirim. (Mathieu)

201 - Onları dövesi gelirdi; kendi kendini suçlamış, mahkum etmiş bir adam, çileden çıkarırdı insanı; insan onu biraz daha ezmek, içinde bir yerde kalmış son bir gurur döküntüsü varsa onu da ufalayıp yok etmek için tepesine vurmak, çiğnemek isterdi. (Daniel)

218 - Genç adam hemen anlamıştı: İnsanların, her istediklerini yapabilmek gibi bir ödevleri vardı; her istediklerini yapmak, keyifleri nasıl isterse öyle düşünmek, sadece kendilerine karşı sorumlu olmak ve bütün düşündüklerini ve varolan her şeyi, her an, yeniden, sözkonusu etmek, tartışabilmek. Boris hayatını bunun üzerine kurmuştu ve büyük bir titizlikle özgürdü.

219 - Boris, onun yaşında olanların kendi düşüncelerine fazla bel bağlamalarını, önem vermelerini yadırgardı. Sorbonne'da o gözlüklü, kekremsi, içi boş, Ecole Normale ukalalarından çok görmüştü; bunların yedekte daima bir teorileri bulunurdu; şöyle, ya da böyle ama sonunda mutlaka anaları fallanırdı; hem sonra, her zaman ahmakça olmasa bile bu teoriler daima iç sıkıcıydı. Boris'in en korktuğu şey, gülünç düşmekti; şapa oturmaktansa susmayı, boş kafalı görünmeyi tercih ederdi.

219 - Bazen, istemediği halde Boris'in de aklına bir şeyler geldiği olur, Mathieu bunu fark etmesin diye elinden geleni yapar, ama bok herif daima anlar, "Senin kafanın içinde bir şey var" diye başlayan sorularının ardı gelmezdi. ... Boris pes eder, sonra gözlerini iki ayağının arasına diker, hele Mathieu'nün, sanki Boris dahiyane bir fikir bulmakla övünmüş gibi "Aman ne budalalık, kafanızda galiba beyin yerine et parçası var" demesi pek gücüne giderdi.

221 - Zira kafasıyla yaşayan bir insanın, gerçekle bağını koparmamak için bir el işini de benimsemesi gerektiğini, her zaman düşünmüştü. (Boris)

223 - Üç yıl sonra, beş yıl sonra onun kendi fikirleri olacak, Mathieu'nün düşünceleri ona eskimiş, modası geçmiş ve pek dokunaklı şeyler gelecekti; o artık kendi kendini tartışabilecek ve kendi hakkında kararı kendi verecekti. (Boris)

251 - Bu fikir onu çileden çıkarmıştı; bir işi oluruna bırakmaktan nefret ederdi. (Daniel)

257 - Ama kelimelerin de biraz karanlık bir çekiciliği yok değildi: "Mahvolmuş bir adam!" İnsana inanılmayacak kadar güzel felaketleri, intiharları, isyanları ve her şeyin sonu demek olan ümitsiz çareleri hatırlatıyordu. (Mathieu)

262 - Orada, karşısında, dikkatli ve ciddi oturuyorlardı, ikisi de hayallerinde kendilerine göre bir Mathieu yaratmışlardı ve ikisi de bu hayalin ona benzediğine inanıyorlardı. Ne var ki, bu iki hayalin birbiriyle bağdaşmasına imkan yoktu.

264 - Gerçekti: Mathieu böylelikle bile kendini kaybedemezdi. İçtiği müddetçe daha da sıkı sarılıyordu. Ama neye? Birden Gaugin'i görür gibi oldu; boş, çıplak gözleriyle solgun, iri, etli bir yüz; "İnsanlık gururuma!" diye düşündü. Kendini bir an koyverse beyninde, bir sıcak günün sisi gibi kopuk, avare uçuşan bir kara sinek, ya da koca bir kara örümcek kadar iğrenç bir düşünce bulmaktan korkuyordu.

265 - Kendine sersem, budala dediği zaman da samimi değildi; gerçekten kahrolmuyor, pişmanlık duymuyordu. Kendine kendi gözünde yeniden değer kazandırmak için başvurulmuş bir hileydi bu, böyle açıkça "gerçeği görerek" kendini bu düşüşten kurtaracağını sanıyordu, ama bu "gerçeği görüş" bir işe yaramıyordu, sadece onu eğlendiriyordu.  (Mathieu)

293 - Sonsuzluğa kadar, sonsuzluğa kadar Marcelle'in eski aşığı, şimdi kocası, lisede öğretmen, sonsuzluğa kadar İngilizce'yi öğrenememiş bir adam, komünist partisine girmemiş, İspanya'ya dövüşmeye gitmemiş bir adam, sonsuzluğa kadar.

293 - "Bütün ömrümce dişleri sökülmüş olarak yaşadım, diye düşündü. Evet, dişleri sökülmüş. Asla ısırmadım, bekledim, bekliyordum ve kendimi hep daha sonra gelecek günlere saklıyordum ve şimd, birden gördüm ki hiç dişim kalmamış. Ne yapmalı şimdi? Kabuğu mu kırmalı? Söylemesi kolay! Hem sonra geriye ne kalır? Toz toprak içinde ardında pırıl pırıl izler bırakarak tırmanan yapışkan bir küçük zamk parçası." (Mathieu)

366 - Benimle dostluğunu senden gizledi, çünkü senin bu dostluğu emrin altına almandan korktu; onu, bana karşı olan duygularını adlandırmaya zorlamandan, bu duyguları didikleyip paramparça etmenden çekindi. Bilir misin ki, dostluklar çoğu zaman fazla aydınlıktan tedirgin olur... Dostluk kararsız, kolay anlaşılamayan bir şeydir. (Daniel)

367 - Gerçekti bu! Mathieu başını eğdi; ne vakit Marcelle'in duygularını didiklemek gerekse, Mathieu içinde nihayetsiz bir tembellik, bir tokluk duyuyordu. Onun gözlerinde bir gölge, bir bulut gördüğü olmuştu, ama omuz silkmişti; "Adam sen de, bir sıkıntısı olsa bana söyler. Biz birbirimize her şeyi söyleriz!" Ve ben buna, Marcelle'e olan güvenim adını veriyordum. Her şeyi berbat ettim!

369 - Ama alınacak yeni bir karar yoktu ki. Böyle bir meselede ne yapacağımızı çok önceden kararlaştırmıştık biz. (Mathieu)

390 - Sen elindeki sargıyı çıkarmamışsın, dedi. Ama gerçek, sen ihtiyatlı, aklı başında bir adamsın. (Ivich)

472 - Denenmiş, tartılmış ahlak kalıpları şimdiden, usul usul, gizlice ona yardım teklif ediyorlardı. Doğru yolu bulmuş bir epikürizm vardı, gülümseyen hoşgörürlük vardı, kader fikri ve ciddiyet fikri vardı, stoisizm vardı; kısası, işini bilen bir keyif ehli ustalığıyla boşa harcanmış bir hayatın her an tadına bakmak için ne gerekiyorsa, hepsi vardı. Ceketini çıkardı, kravatını çözmeye davrandı. Esneyerek, kendi kendine tekrarladı: "Gerçek bu, her şeye rağmen gerçek; ben artık akıl çağına gelmişim."