22 Nisan 2015

içten gelen dublajlı ses

hey, dostum senin sorunun ne biliyor musun ha? araştırmayı bırakıp yazma aşamasına geçememen. yazacak kadar adam yerine koymuyorsun çünkü kendini, anlıyor musun? hadi ama, bir taraftan yazmaya başlayıp, bir taraftan da araştırmaya devam etmeye ne dersin, ha? araştırma asla bitmez dostum, yo yo, yanılıyorsun, asla tam olarak her şeyi bilecek aşamaya gelemeyeceksin, asla senin düşündüğün kadar hazırlıklı olamayacaksın yazmaya. seni aptal. o yüzden, beni dinle, bunu yapabilirsin anlıyor musun? bunu başarabilirsin! sadece kendine inanman gerek! hadi! şimdi o koca kıçını kaldır ve gidip o lanet olası tezi yaz!

hey, dur, gel buraya

seni seviyorum.

21 Nisan 2015

neden medcezir izliyorum?

bu bir medcezir övme yazısı değildir.

merak ediyorum, kendimi denek olarak analiz edesim var. neden medcezir izliyorum? saçma olduğunu, zaman kaybı olduğunu bile bile.

ilk tez: ergenliğimi tam olarak yaşamadım. 

yetiştiğim muhafazakar çevrede her türlü gençlik serseriliği ayıptı. erkek arkadaşlarının olması (sevgili değil, arkadaş), akşam birlikte bir yerlere gitmek, alkol almayı geçtim, sadece tiyatroya gitmek sebebiyle bile eve geç gelmek, arkadaşlarla mutlu olmak, erkek arkadaşların adlarının evde konuşulması, her türlü genç kıyafeti, moda, heygirl dergisi, asmalı konak... gençliğe atfedilen çoğu popüler şey evde konuşulması bile rahatsız eden türdendi. çünkü ailemin gördüğü aileler genellikle ileri derecede muhafazakardı, bizimkiler yanlarında epey modern sayılıyordu. 

fakat fikirler konusunda az çok özgür bir evdi çok şükür. her türlü kitap  okunabilirdi. okuduğum kitaplara küçümseyen gözlerle bakıldığı olsa da, saygı duyduklarını bilirdim. misal, attila ilhan'ın "hangi seks?" kitabına gözü ilişen babam, eline alıp kitabı kurcalayabilmişti. çevremize göre "sen ne biçim kitaplar okuyorsun?" diye tepki göstermesi gerekirdi. bedensel ve geleneksel kısıtlamalara rağmen olabildiğince özgür bir fikir dünyasında yetiştim kısacası. 

hal böyle olunca kısıtlandığım için isyan edemedim, kitaplar arasında özgürdüm, sınıfta gençliğini yaşayan arkadaşlarıma nazaran daha çok kitap okudum, bu da beni bi yönden tatmin etti, sınıfın kitap kurdu sayıldım filan. tabi düşünce dünyam çok fena fark attı aileme . aramıza özgürlükler girdi, düşünce bazında, ama onlar benim okuduğum kitapları okumadıkları için, ne aşamada olduğumu göremediler. dolayısıyla müdahale etme gereği de duymadılar. ancak üniversiteye geldiğimde ne aşamada olduğumu gördüler sanırım ama bu sefer de müdahale etmek için çok geçti.

lise çağında derin ve yüce düşüncelere girince, heygirl dergisiymiş, yeni çıkan kasetmiş, kim kimle çıkıyomuş, sevgilim olsunmuş, öpüşeyimmiş, giyim kuşammış.. hepsi boş geliyordu. zaten bi de öss gibi günün dörtte üçünü kaplayan bi uğraşım vardı. çok da takmadım kafama asmalık konak izlememeyi. film kiraladım, tek başıma izledim. her şeyi aileyle paylaşmaya gerek yoktu. 

geçmişte bi zaman buket uzuner'in bi söyleşisinde dediği gibi "insan her şeyi zamanında yaşamalı. gençliğinde sevgilisi olmayan biri, 40larına gelince genç sevgililere öcü gözüyle bakar". benim de ergenlikte yaşamadıklarım şimdi boş kaldığım ilk anda beni esir alıyor. saçma sapan sevgiler, aldatmalar, büyük büyük laflar, romantik bakışmalar, partiler, partiden sıkılan esas karakterler... mira ile yaman'ın ölümsüz aşkının tehlikeye düşmesi, sonra tüm zorluklara göğüs gererek yeniden canlanması... lisede atlatmış olmalıydım böyle şeylere ilgimi. 


ikinci tez: inanmak istediğim şeyler var.

mira. miranın mimikleri, hareketleri, yüzü, konuşması. gerçek olduğuna inanmak istediğimi hissediyorum. pürüzsüz, net, sade bi güzellik. yani sade olduğuna inanmak istediğim bi estetik gösterisi mira bence. fondöten kullanmamış ama yüzü öyle muhteşemmiş mesela. yıka ve çık usulü bi güzellikmiş mesela... dizinin diğer tüm karakterlerinin , özellikle kötülerin düzenli yaptığı vurgulanan cilt bakımı gibi şeylere hiç gitmezmiş mesela. zengin ama iyilerle doluymuş dünya mesela. yaman-mira ikilisinin romantik görüntülerini romantizm olsun diye değil, mira için izliyorum evet. 



üçüncü tez: zenginin malının çenemi yormasına ihtiyaç duyuyorum.

zengin-fakir hayatlarını anlatıyor dizi. aşk hikayesi birinci planda olsa da, sınıf farkını vurgulayarak başlamışlardı hikayeye. şimdi entrikalar falan derken sınıf farkı yalan oldu, "iyilik içimizde"ye döndü olay. bu köşk,yalı dizilerinin çok tutmasının sebebi bu bence, asla sahip olamayacağımız bi zenginlik var ekranda. bol ışıltılı. içindeki güzellikleri de gösteriyorlar bu ışıltının, var olduğunu umduğumuz pislikleri de. zengin ama mutsuz insanlar görmek hoşumuza gidiyor. tabi o ışıltıyı görmenin verdiği haz da ayrı bi konu. vitrinlere bakıp hiçbir şey almamak gibi bir şey. ya da asgari ücretle avm'de çalışmaktan zevk almak gibi bir şey. tuhaf bir şey. neden ama neden? neden ben zenginliği görmek istiyorum? 




14 Nisan 2015

düğünler albayım düğünler, hiçbir anlama gelmiyorlar

yazmak lazım dostum kedicim, daha çok yazmak lazım. nerelerde kaldın sen?

çok şey geldi geçti, yazmak için not tutmaya başladığım da oldu, sonra yazının yükü altına girmeye cesaret edemedim.

şimdi elleri kurutan bi memleketteyim. avrupa'nın kuzeylerinde bir yerlerinde. hollanda'da. üstelik evliyim. nedenini açıklamaya başladım az önce, sildim geri. o kadar da iç dökme yeri olmasına gerek yok buranın, aylar sonra bi arkadaşımla buluşmuşum da, hayatımdaki tüm değişiklikleri özetliyormuşum gibi olmasın. gerek yok. anahtar sözcüklerden gideyim yine.

evlendim, buraya gelmemiz gerektiği için aceleyle evlendim. ailelere benim bi sevgilim var, hatta biz evlencez, hatta evlenince yurtdışında yaşıycaz, deme aşamaları, tanıştırma aşamaları çok çabuk oldu. geleneksel türk evlenmelerinde yaşanabilecek çoğu sıkıntıyı ya hızlı yaşadık ya da yaşamadık bu yüzden.  hazırlıksızız, paramız yok diye her şeyi ucuza getirdik. ev çeyizi düzmek zorunda hissetmedi aileler kendilerini, çünkü tr'de kalmayacaktık. dolayısıyla yatak odasını kız tarafı alır, mutfağı oğlan tarafı gibi muhabbetlere giremediler. çok şükür. gelinliği arkadaşımdan aldım, saçma fotoğraflar çektirmedik, bohça hazırlama geleneğine karşı çıktık, ucuz yüzük aldık, damatlık değil normal takım elbise aldık,damat traşı değil normal saç kesimi dedik berbere, davetiyeyi internetten sipariş ettik... gelin saçı yapma yöntemlerini bile araştırdım ama bu tür işlerle normalde hiç alakam olmadığından cesaret edemedim. kısacası ne yönden bakıldığına bağlı olarak cimri veya tutumlu davrandık. başkaları için yaptığımız ama çoğu kişinin eğlenmediği düğün için olabildiğince az para harcadık. streslendik bol bol. ha bu arada düğün öncesi 20lik dişimi çektirmek zorunda kaldım. sıvıyla beslendim uzun bi süre. ağrı kesiciler hormonal düzenimin içine etti.

düğün çok pahalı bir iş normalde. ailelerin gönlü olsun diye uğraşmaya başlarsan hem masrafın hem de stresin artıyor. kimseyi sallamayaıp istediğin gibi yapmak, hatta hiç istemiyoran hiç yapmamak en güzeli. ama öncesinde o serseri, umursamaz evlat rolünü onların gözünde normalleştirmek lazım. daha öncesinde efendi ol ol, evlenirken isyankar ol, vallaha yürümez o iş. bizim de acelemiz olmasa evlenmezdik muhtemelen yakın zamanda. yoksa geleneklerden kudurabilirdik.

evlenme törenlerini araştırdım düğünden sonra biraz, hangi gelenekler nereden geliyor filan... misal yüzgörümlüğü neden takılıyor? kırmızı kurdela ne alaka? babanın kolundan damadın koluna aktarılma ne? kına gecesi ne? bunları derleyip, günümüzde neye dönüştüğünü, hangilerinin yaşatıldığını, hangilerinin boşverildiğini falan yazacaktım. ama öyle büyüttüm ki gözümde, yazamadım bi türlü. diyecektim ki, keşke sırf gelenekleri korumak için yapıyor olsak bu şebeklikleri. ama öyle değil, çoğu kişi anlamını bilmiyor yaptıklarının. kız evinden çıkarken kırmızı kurdelayı bağlıyor kız abisi, bi dua okuyor bağlarken, sonra kapıdan abiyle/babayla çıkılıyor, yolda damat devralıyor gelini. yuvasını terk eden hep gelin oluyor. gelin bi evden diğerine aktarılmış oluyor. gelin misafir, gelinin evi yok aslında. gittiği yerlerde kraliçe gibi ağırlanma ihtimali de var, evet. gelin saflığı temsil ediyor, gelin narin, gelin bembeyaz, gelin el değmemiş, gelin babasının elini bıraktığı an kocasının elini tutuyor. gelin normalde öyle yapsın yapmasın fark etmez, düğünlerde toplum bunu istiyor, o göstermelik saflığı görmek istiyor. sen normalde, evlenmeden önce naparsan yap, bize gösterme, gizli kalsın pisliklerimiz, diyor toplum.

gelin 18.yy modasına uygun giyiniyor bi de. asıl ilginç kısımlardan biri bu. etekleri kabarık, bol süslü, belden yukarısı dar, olabildiğince dar, büstiyerle desteklenmiş, biçimli bi üst. halbuki düğün boyunca en çok tepinecek kişi gelin, topuklu ayakkabılara, kazık gibi nefes kesen elbiseye ne gerek var sevgili dostum?  olmaz, gelin dediğin kraliçe gibi olmalı. fevkalade, zira bi anda eteğini tutacak biri olmadan hiçbi şeyini yapamaz hale geliyor gelin, çişini bile yapamıyor tek başına, tam bir kraliçe.ama istemiyorum dostum istemiyorum, hadi beyaz olsun tamam da, düz bi beyaz elbise giyeyim olmaz mı? olmaz, olur mu hiç, salonda gelinin kim olduğu anlaşılsın! böyle işte, o taşlı, pullu elbiseler illa ki giyilecek. bununla da kalınmayacak, saçlar yapılacak bol süslü. makyaj olacak bol süslü. gelin makyajı diye bir kalıp var kuaförlerin aklında. ne kadar sade olsun dersen de, o boyaları illa ki dolduracak yüzüne ve aynada tanıyamayacaksın kendini. güzellikten değil canım benim, beyazlıktan, plastiklikten.

işte hep bunları anlatacaktım. anlatmadım. daha da anlatmayayım, ben ne dersem diyeyim bu düzen böyle gittiği yere kadar gidecek zaten. gelin damadın her bi yakınından bahşiş isteyen düğün salonu çalışanları, youtube'dan müzik açan düğün çalgıcıları, saatlerce fotoğraflara gülümsemek zorunda olmak, yorgunluktan gülümseyemediğin bir fotoğrafta "bizim yanımızda niye gülmemiş" diye insanların darılacağını bilmek, diğer insanların saçma sapan kıyafetleri,insanların baloya gitme ihtiyacı, herkesin birbirini eleştirmesi, sırf dedikodu için gelmiş insanların çokluğu, düğün öncesi evde yemek verme telaşı, düğün salonuna para verilmesine rağmen akrabaların illa ki önce eve gelmek istemesi, gelinin evden çıkarılışına şahit olmak istemeleri, dualar, dualar, sonra göbek atmalar, ankaranın bağları, rujlu dudaklar, rimelli gözler, paralar, boyundan sarkan altınlar, yaşaran gözler, ele sürülen kınanın çok kalmasın diye hemen silinmesi, düğün fotoğrafçısının milletin cep telefonlarının önüne geçme çabası, ışıklar, lazerler, sahte düğün pastaları, ellerini dolaştırarak birbirine pasta vermek zorunluluğu, şarapmşçasına kadehe koyulan vişne suyu, arada kalmış bi kültürsüzlük hali. batıyı taklit etmek için bu kadar uğraşıp doğulu olmaktan bu kadar vazgeçememek.... bunun en acı görüntüsü düğünlerde. eğlenmeyi bilemeyişimizde. eğlenmenin ayıp sayıldığı geleneklerimizde. oyun havalarında erkeklerin kadınlardan daha çok kıvırtmasında acı bi gerçek var. güzel olmayı sadece düğün günlerinde hatırlayan ev hanımlarının paniğinde acı bi şeyler var. güzel olmak zorunda hisseden ama ne yapacağını bilemediği için kendini kuaföre teslim eden, yüzündeki bi kutu boya ile ne yapacağını bilemeyen, kendini güzel değil ilkokula yeni başlamış çocuk gibi hisseden kadınların çekingen oynayışında bi şeyler var. öyle şeyler var ki, aile pozları verilirken onların hepsinin yok olması, plastik bir gülümseyişle dondurulmaları gerekiyor.

işte böyle. ayrıntılar hatırlandıkça yazılır. bitmez. tıpkı dini bayramlar gibi düğünler. acı gerçekler ve memnun olmak zorunda oluşlarla dolu. kadınların hep elleri çatlak, dudakları çatlak. erkekler hep erkek, hep güçlü, hep egemen, hep reis, hep uzun, hep bıyıklı, hep ulaşılmaz erdemlerin timsali. kadınların kahkahaları hep edepli, hep dizleri bitişik, hep etekleri diz altı, hep tahrik unsuru, ama hep güzel olmak zorunda, çarşaf içinde bile.

başı sonu olmyan bi yazıyla daha birlikteydik. belki sonra düzeltirim. belki sonra hollanda'yı yazarım. belki aklıma geldikçe daha çok yazarım, kibar sövmelerle dolu bi üslupta daha buluşmak üzere, esen kalın, güneşli kalın.