26 Şubat 2018

9. Haftanın Sorusu ve Motiflerde 5. Hafta

"Öyle nenem de yazar..."

İlkokul birinci sınıf. Yazmayı öğreniyoruz. Çok zevk alıyorum, çünkü çok zorlanmıyorum, abimden ablamdan görüp görüp sabırsızlanmışım, yazmaya çalışmışım, başlarının etini yemişim. Şimdi sonunda hayallerim gerçek oluyor, niye zevk almayayım ki... Fiş dosyam var. Naylon bölmelerini seviyorum. Kapağındaki resimler çocuk kitaplarının kapaklarındaki resimler gibi. Sanki bir gün dosyanın kapağını açtığımda içinden hikaye kitabı çıkıverecekmiş gibi heyecanlanıyorum her seferinde. Kapağı resimli ya, içi de değişecek sanki yeterince inanırsam... Deniyorum deniyorum olmuyor tabi. Olsun, yine de seviyorum dosyamı.

Derken bi gün sınav yapmaya karar veriyor örtmenimiz.Sınav ne demek? Bilmiyorum. Örtmen de açıklamıyor ya da açıkladıysa da ben duymuyorum. Herkes sessizleşiyor. Örtmen fişleri okuyor, herkes yazmaya çalışıyor. Heee diyorum, bu muydu? E bunun normal dersten ne fakı var ki? Örtmen söyliycek, biz yazcaz işte!

Dosyamı açıyorum. Başlıyorum yazmaya. Yanımda oturan kız bi şeyler diyor ama tam algılamıyorum ne dediğini, şimdi de hatırlamıyorum. Ama onun konuşmasının üzerine örtmenimiz yanıma geliyor. Hafif şiveli konuşmasıyla "Ooo Kanatlı Kedi," diyor, "dosyayı kapatıp yazacaksın. Öyle nenem de yazar!" Haaaa... diyorum. O yüzden herkes gerginmiş meğer. Utanıyorum. Dosyayı kapatıyorum... ama hiçbi şey yazamıyorum, donup kalıyorum.

Sonrasını hatırlamıyorum. İlk kopyamı birinci sınıfta ilk sınavda çektim kısacası. Kopya çektiğimin farkında değildim ama olsun. Sonra da kopya çekmeye hiç öyle rahatça yeltenemedim. Ve o zamandan beri böyle pratik konularda hep saf salak bi şey olarak kaldım. Çevremde anlayamadığım bi şeyler oluyorsa veya bi şeyler değişiyorsa onu yok saymaya meyilli bi yapım var. Değişimi iyice anlayıp ona göre kendimi ayarlayayım, gardımı alayım, hazırlıklı olayım demek yok. Değişime olabildiğince uzun süre direnmek için böyle bi yol bulmuş bünyem. Ne kadar az şey algılarsam o kadar mutlu oluyorum. O yüzden mantar yeyince "algıların açılıyor, çok güzel bi şey" diyen insanlar tuhafıma gidiyor. Neden ister ki insan böyle bi şeyi? Mutlu ya da huzurlu olduğum, kendimle barışık olduğum bi anı durdursanız, cennet diye bana pazarlayabilmeniz mümkün. Fiş cümlelerinin her birini kendim yazabildiğimi görmek benim için sonsuz mutluluk sebebi zaten. Ordan bakmadan yazmaya geçmeye ne gerek var? Ya da aklına gelen herhangi bi cümleyi yazmaya? Ya da hesap yapmaya, dört işlemi öğrenmeye, yabancı dil öğrenmeye, sulu boya yapmaya ne gerek var? Hadi bunları geçtim, karmaşık sayılara, olasılığa, integrale ne gerek var? Hadi onları da geçtim, biyolojiye, kimyaya, organik kimyaya, diferansiyel denklemlere, mikrobiyolojiye, termodinamiğe, akışkan hesaplarına, ekonomiye, fabrika tasarımına ne gerek var?

Ne gerek var diye diye üniversiteyi bitirdim. Geçirdiğim her değişimde şoka uğradım, uyum sağlamam uzun zaman aldı. Dolayısıyla, "değişime açık, takım çalışmasına yatkın, farklı durumlarda hızlı ve doğru kararlar alabilen" bi insan olmadığım kolayca anlaşılıyor olsa gerek. Napak yani, ölek mi? Hiç.

Haftanın sorusu buydu. Yani bu kadar uzun ve günümüze uzanan bi cevap verilmesi gerekmiyordu muhtemelen ama yazasım geldiyse kendimi tutacak değilim. Ona da hiç. Soru, "Bir çocukluk anınızı yazın," idi.

Gelelim günümüze. Bu hafta Hollanda'da okul tatili. Okullar tatil olunca benim kurslar da tatil sayıldı. Zaten üşütmüşüm, boğazımla ve burnumla dövüşüp duruyoruz. Zaten kışın en soğuk haftası, sürekli eksilerde geziyor sıcaklık... İyi oldu kısacası.

Haftasonu ikincielciden bin parçalık puzzle aldım, başladım. Yine motiflerle aramıza giriyor bu puzzle şımarığı. İkisi de boş zaman aktivitesi ya, birinden birini seçmem gerekiyor, yoksa bütün gün işe yarar hiçbi şey yapmamışım gibi hissediyorum. Geçen sefer o kadar çok puzzle yaptım ki, motifler kaldı. Bu kez dengeli gitcem, söz.

Geçtiğimiz haftanın muhteşemleri gelsin o zaman:

Sürekli kare yapmaktan sıkılmıştım. İyi oldu internette şu dikdörtgenlerin denk gelmesi. İstediğin yerde bırakabiliyorsun bi de, illa modelin bitmesini beklemek gerekmiyor. Zaten model sürekli kendini tekrar ediyor. Sonunda bu orantısız şekilleri nasıl birleştircem bilmiyorum ama onu da o zaman düşünürüz dey mi? Evet.

Soldan sağa sırayla:

1. Cable Stich Dishcloth

3. Lazy Waves Dishcloth

2, 4, 5, 6, 7. Hepsi şu kitaptan. İsteyene modelin fotoğrafını gönderebilirim. İkinci normalde öyle suratlı değildi, göz yerine geçen çiçeklerden vardı ama çiçek yapmaktan sıkıldım valla, kafama göre yaptım bi şeyler. Maksat muhabbet olsun.


Selam eder, saygılarımı sunarım efem,
Sizin, 
Kanatlı Kedi

19 Şubat 2018

8. Haftanın Sorusu ve Motiflerde 4. Hafta

Ne diye başlık atacağımı şaşırdım yine. Motifler hakkında da numaralarla konuşmam gerektiğini fark ettim, yoksa ne kadar yol katetmişim falan bilemiyorum. 4. hafta bittiyse, nerden baksan 28 motif olmuş bile! Vuhu! Normalde hayatta girişmeyeceğim bi işti bu. Blogculuk, sen nelere kadirsin!


Bu haftanın şaheserleri de bunlar. Soldan sağa, yukardan aşağı sıralama şöyle:

1. Simple rows and rounds
2. Iced pie
3. Bunu kaydetmemişim yav, bulamadım kaynağı.
4. Paint splatter
5, 6, 7. Aşağıdaki kitaptan. Merak eden olursa model çizimlerinin fotoğrafını çekip mail atabilirim.


Gelelim bu haftanın sorusuna: Hayatını etkileyen bir kitap? 

Düşündüm, hayatımı etkilemesi için, küçükken okumuş olmam gerekir gibime geldi. Zaman sınırı koymak içimi rahatlattı, derken, tek bi kitap ismi verme işi gerdi bu sefer de. Aklıma gelenleri süzgecimden geçirip sıralayacağım bu yüzden:

1. Çocuk Kalbi (Edmondo de Amicis): Okurken çok zevk almamıştım, sanırım geç okumuştum, çok çocuksu gelmişti. Fakat günlük yazma fikrini çok sevmiştim. Beni bu yazma işine bulaştıran kitap bu olabilir. Emin değilim tabi, şimdi hatırlayamadığım başka kitaplar varsa kalplerini kırmayayım.

2. Yeşil Kiraz (Gülten Dayıoğlu): İpek Ongun kitapları TVdeki kızları anlatıyordu da, Yeşil Kiraz benim gibileri anlatıyordu sanki, öyle bi bağ kurmuştum bu kitapla. Konusunu çok hatırlamıyorum fakat çok gerçekçi olduğu için acı verdiğini çok iyi hatırlıyorum.

3. Huzur Sokağı (Şule Yüksel Şenler): Ortaokulda okumuştum. Hayatımı kesinlikle etkiledi. Bi döneminin içine sıçtı. Şu an en çok nefret ettiğim kitaplar arasında. Dizisi çekildi bi de, tam bu dönemin burnu havada ahlak anlayışına uygun olarak.

Büyüyünce, okuyacağım kitapları arayıp bulduğum zamanlarda ise Tutunamayanlar ve Mülksüzler'i takmıştım kafama. Hala hafızamın en güzel yerinde saklıyorum onları. Mülksüzler ideal, mükemmel bi toplum tipinin olmadığına ikna etmişti beni. Tutunamayanlar ise asosyalliğime edebi bi anlam katıyordu sanırım, yalnızlığımı alıyordu, en yakın arkadaşım olmuştu. Tekrar okumak gerek ikisini de.

Zihnimi zehirleyen çok fazla kitap okudum. Dini romanlar, Kemalettin Tuğcu romanları gibi. Hep kahır hep kahır hep kahır... Bıktım be! Ama ah o dini romanlar... Onların öyle her kelimesinden fışkıran ahlakçılıkları, zihnime ördükleri duvarlar... Her sayfada yeni bir tuğla koyarken bi taraftan da kendi kendime isyan edişim, duvarın üstünden atlayıp kaçmak isteyişim... Sırf roman okumayı seviyorum diye ordan burdan elime tutuşturulan iç karartıcı, saçma sapan kitaplar... Şimdi çocuk kitaplarına bakıyorum da, ne güzellikler varmış da haberim yokmuş. Sahaf diye bi şeyin varlığından beni haberdar eden lise arkadaşıma hala minnettarım.

İşte böyle, nefretimi iyice kusmadan gideyim.

Selamlar efenim,
Kanatlı Kedi

16 Şubat 2018

Boş konuşma zamanı

Güneş soldan soldan vuruyor. Az önce duştan çıktım, bugünkü ilk sorumluluğumu yerine getirdim. Diğeri de asık suratımı düzeltmek. Klavye başına oturmamın amacı bu. Bakalım becerebilecek miyim?

Güneş soldan soldan vuruyor evet. Kah ekrana yansıyıp bana kendimi gösteriyor, kah bulutların arkasına saklanıp nanik yapıyor, "Ben geldim diye sevinmiştin di mi, ahaha, ben aslında yoğum!" diyor. Acı, şekersiz neskafe yaptım kendime, keyfi tamamlamak için. Tabi şekersiz olunca ya da yanında şekerli bi yiyecek, hiç olmazsa bir iki hurma olmayınca keyif tam tamamlanmıyor. Yarım yamalak, acınası bi keyiflenme çabası...

Büyük bi derdim olmadığını baştan söyleyeyim de, yazıdan ümidinizi kesin. Böyle, bu enerjisizlikte devam edecek kendisi.

Dün akşam bi film izledim, içimi allak bullak etti. Çekmeceler. Yerli film. Taner Birsel filan oynuyor. Cinselliğin bastırılması, psikolojik gerilimler, neler gerçek neler değil, yok artık bu kadar da olmaz denecek olaylar. Gerçekçi ama bi taraftan da "kim yaşıyo lan bu hayatları?" dedirtiyor. Anlamadım zaten bazı yerlerini de... Yine konusunu okumadan izlediğim ve allak bullak olduğum bir Türkiye filmi. (Geçen gün burda tanıştığım, Türkçe konuşan birine, Türk müsünüz diye sordum. Saçma bi soruydu evet ama işte ayaküstü edilen muhabbetlerde bu kadar kötüyüm. Ama diğerlerinde... ohooo o... süperimdir. Neyse, adam "Türkiyeliyim diyelim" diye cevap verdi. Uzun zamandır pratik hayatta da politik görüşünü yaşamaya çalışan insanlarla takılmadığımı fark ettim. Özledim mi? Hayır. Belki biraz. Öte yandan haklı adam. Ben de Müslüman mısın, diye sorulunca ne diyeceğimi şaşırıyorum. Keşke hiç sorulmasa böyle sorular. Ya da ne cevap vereceğimizi şaşıracak kadar şaşkın, özgüvensiz, tartışmadan kaçınan, korkak tipler olmasak... Peki sırf bi soru soruldu diye fikrimizi açıklamak zahmetine katlanmak zorunda mıyız ki? Bu da saçma. Neyse, Türkiye filmi deyişim bundan yani. Sosyoloji hocalarım duysa kızardı... Çok da tın.)

Eskiden çok izlerdim böyle ağır filmleri. Ağırdan kastım psikolojik şeyleri, bilinçaltını kurcalayan filmler. Ardarda bikaç tane izlerdim. Sonra günlerce çıkamazdım etkilerinden. Ne kadar etkilendiysem o kadar güzel bi film olduğunu düşünürdüm. Şimdi sürekli filmdeki yalanları arıyorum. Filmlerin hepsi yalan söylüyor doğal olarak. Yönetmenin görmemizi istediği şeyleri görüp, onun istediklerini hissediyoruz, anlıyoruz. Aksini iddia etmek, yaratıcının oyunlarını anladığını iddia etmek gibi bi şey olur ki asla emin olamayız gerçekten anlayıp anlamadığımızdan.

Filmlerin hepsinin yalan söylediğini kabullenmem zaman aldı, itiraf edeyim. Her filme saf saf inanmaya bi meylim vardı eskiden. Hal böyle olunca, vurucu, sarsıcı sahnelerden eskisi kadar hoşlanmıyorum. Hele ki ağlatan filmlerden -ağlanması gereken her sahnede istisnasız hep ağlasam da- tiksiniyorum. Sakin sakin vuran filmlere daha çok saygı duyuyorum artık.  Çekim teknikleriyle, aniden alevlenen tartışma, buhran sahneleriyle filan kafamızı bulandırıp etkilemek kolay, sıkıysa sadece oyunculuklarla ve sözlerle yap bu işi, diyorum yönetmenlere artiz artiz.

Demem o ki, eskiden çok izlerdim böyle vurucu filmleri. Fakat sonuç pek hoş olmazdı, günlerce o buhranlı karakterlerin dertlerini çekerdim, Yeşil Yol'daki başroldeki mahkum gibi, karakterlerin acılarını küçük sinekler halinde içime çekerdim. Neden? Çünkü acılarının ufacık da olsa bi parçasında kendimi bulurdum da ondan... Dünkü filmden sonra da öyle bi ruh halindeyim. Farkında olmadan kendimi o karakterlerle birleştirmeye çalışıyorum, senaryoya itiraz ediyorum, bazı karakterleri öldürmek istiyorum... Ama film bu, geldi geçti. Oyuncular bambaşka filmlerde oynadılar, kendi hayatları devam ediyor. Sen de devam etsene çocuğum hayatına? Alemin manyağı sen misin? Aaaa...

Kendi kendine konuşmak gibisi yok.

Başkalarının dertleri demişken, Dünyanın Sefaleti'ni bitirdiğimi de söyleyeyim. 17 Şubat 2017'de elime geçmiş kitap. Kısa bi süre sonra heyecanla başladığımı hatırlıyorum. Yaklaşık bir senede bitirdim. Üçte birini bu sene içinde okuduğum için 2018 kitap çelıncıma O'nu da dahil ediyorum. Banane ya, edicem tabi, o kadar emek verdim, iki sene arasında kaynayıp gitmesine izin veremem!

Bu kitapta sosyologların röportaj yaptığı her bir karakterin hayatı ayrı ayrı filme çekilse keşke. Düzgün çekilirse, gönlümdeki bütün ödülleri onlara verirdim. Çekmeceler'deki marjinal hayatların saçma sapan dertlerine değil. Bak yine sinirleniyorum. Kim yaşıyo lan bu hayatları? Yaşamayın oğlum, dert edinmeyin kendinize! Sonra bize anlatıyonuz.

Bir film hakkında yapılabilecek en sığ yorumu yaptığıma göre, bu konuya artık bi son vereyim bence, evet. Resmini de koyayım şuraya, ayıp olmasın. Film Netflix'te var bu arada, ordan takıldım zaten.



Beyaz yakalı çalışanlar yine günlük göç yolundalar. Akın akın marketin olduğu meydana gidiyorlar. Öğle arası. Normal insanlar. Normal şeyler konuşuyorlar giderken. Öyle olduğunu tahmin ediyorum en azından. İnsan ne konuşur ki iş arkadaşlarıyla, grup halinde yürürken? Ve insan nasıl normal olur? Normal insan nasıl insandır? Neden hem normal olmaya çalışıp hem normal olana tepki duyarız?Bunlar hep soru. Cevaplamaya gerek olmayan türden.


Dün örgü kitabı aldım kütüphaneden. Bu haftaki motiflerim o kitaptan olacak hep. Kitabı rafta görünce içim kıpırdadı, "kütüphane ne güzel bi şey!" diye bağırdım kendi kendime. Satın almana gerek olmayan, ömür boyu saklamak istemeyeceğin kitapları al, işini bitirince geri ver. Bi sürü şey öğrenebilirsin bu sayede, kitabı bitirme takıntısı yapmadan. Kocaman bi ansiklopedi sanki. Ya da google'ın basılı hali. Misal karnabaharın tarihini ve ne tür yemekler yapılacağını mı merak ediyorsun, illa bu konuyla ilgili bi şeyler bulabilirsin orda. Müthiş.


Bi de bu sıralar Hollandaca çengel bulmaca çözüyorum. Her karede bir numara var. Her numara bir harfi temsil ediyor. Birkaç harf de baştan veriliyor. Kelime öğrenmek için iyi bi yöntem. Marketlerde kocaman bi bulmaca bölümü oluyor burda. Alzheimer'la savaşmak için midir nedendir bilmem, bulmaca kitapçığı satın alma alışkanlığı var insanların.

Bu kadar olsun, yetsin gali. Motifimi örerken Kültür Tarih Sohbetleri'ni dinleyeyim.



Boş konuşmalarınız bol, marjinal dertleriniz az olsun,
Kanatlı Kedi


13 Şubat 2018

7. Hafta ve Motifler

Stres olduğum bir şey hakkında yazacakmışım bu hafta. Bir şey deyince işler karışıyor. Hangisini yazsam? Derdim çokmuşcasına bissürü stresim var. Çoğu da kendi kendime ürettiğim şeyler. Mantıksız, dolayısıyla çözümü de olmayan, sadece rahat ve sabırlı olmamı gerktiren şeyler. Hadi birini seçeyim: İlk defa bir ortamın içine girmek, bir insanla ilk tanışma, kısacası "ilk" defa başıma gelen her şey. Misal komşumuz kahveye çağırır, 2 hafta önceden planlamışızdır, o olay gelip geçene kadar stres olurum. Sonra onlar bize gelecektir, en sonuncusu evin dışına adımını atana kadar stres olurum. Ama ikinci seferde bu kadar olmam. O yüzden yeni bi şey yapılacağı zaman çevremdekilere işkence ediyor olabilirim. (Niye yapıyoruz ki bunu, ne gerek var, ya şöyle olursa, ya böyle olursa...) Yeni yeni kabulleniyorum bu durumumu. Eskiden o an yaşadığım endişenin mantıksız olmadığını iddia eder, yanımdakiyle tartışır, daha da gerilirdim. Burda kendi kendime kalınca anladım ki ben de böyle bi insanım, kabul edince gelip geçici olduğunun farkına varıyor insan hiç olmazsa, hayatının meselesi haline getirmiyor ufacık şeyleri.

Bunun dışında Fermina'ya katılıyorum. Türkiye'de ve genel anlamda dünyada olup bitenlerden stres olmak... Şimdi bi de Hollanda var benim için. Aynı sebepten Twitter'ı kapatmıştım ben de. Evrensel'in haber bültenine üye olmuştum, sabah-akşam iki mail geliyor şimdi. Hızlıca bi göz atıyorum, çoğu zaman linke tıklayıp ayrıntıları okumuyorum bile. Günler sonra haberim oluyor büyük olaylardan. Hiç haberim olmuyor da olabilir, bunu bilemem tabi. Kendime bi film seti yarattım, orada yaşıyorum gibi geliyor bazen, bi haber duyduğumda... İç huzurum arttı bu sayede ama yapmacık bi huzurla yaşamak da hoş değil tabi. Ortasını bulabilmek gerek evet. Bu konuyu daha önce yazmıştım, tekrara düştüm yeterince, susayım.

Bu sıralar ödevler filan sebebiyle mi neden bilmem, çok hızlı geçiyor zaman. Yetişmiyor hiçbi şey. Geçen haftanın motiflerini dün tamamladım. Çok zor geldi yapması ama yapınca da hoşuma gidiyor. Gözlerimi ve kafamı yormasa ve 1 saat kadar bi vaktimi almasa keşke... Yarıda bıraksam mı diye düşündüm, sonra kendimi ikna ettim. Motifler değil aslında gün içinde vaktimi çalan, ne yapsam, hangisini önce yapsam diye saf saf düşünüp durmasam her şey yetişecek! Acil olanları önce yap (ödev gibi), sonra da ilk aklına geleni yap. Mükemmel planlamaya gerek yok, sadece aklındaki listeye tik atmak senin istediğin.

Evet, kendi kendime konuşmayı bırakıp, motifleri şuraya bırakıp gideyim. Önce ödevi bitireyim, sonra kim bilir n'aparım...


Üstteki altı tanesi şurdan: Mes Favoris 
Alttaki mor olan da şu: Criss-Cross Bunun ortasının artı şeklinde olması gerekiyordu, benimki daha çok yel değirmenine benzedi. Zaten aynısını yaparsam ne anlamı kalır di mi? Esere kendimden bi şeyler katamadıktan sonra... Hiç...

Saygılarımlan, 
Kanatlı Kedi

05 Şubat 2018

6. Hafta ve Motifler

Bu haftanın sorusu: "Bu hafta başına gelen en güzel şey neydi?"

Çok basit oldu bu soru. Hemen söylüyorum, şu yandaki arkadaşı bulmamız: 

Tek kişilik koltuk almak istiyordum uzun zamandır. Neden? Nostalji merakımdan tabi ki, filmlerde filan oluyor ya, ondan. Çocuk işte, özeniyor. Fakat bi türlü hayallerimdekine benzer bi şey bulamadım (ya da çok pahalıydı). Meğer benim istediğim şey ikinci elmiş, zamanda geriye gitmekmiş, tabi ki yeni dükkanlarda, ikeyalarda bulamazmışım. Minderi biraz yıpranmış, o yüzden üstüne örtü ayarladım. 

Bu arada nostalji merakı ile falan başladım ama alınca fark ettim ki çok mantıklı bi istekmiş bu. Normal üç beş kişilik koltuklar/çekyatlar insanı mayalı hamur gibi mayıştırıyor (Mayışmak maya'dan mı geliyor yoksa!) ama bu öyle değil. Dik oturmanı sağlıyor ama bunu arkadan kazık gibi ittiren tekerlekli çalışma sandalyeleri gibi de yapmıyor. Sırtındaki boşlukları yumuşak yumuşak dolduruyor, başını arkaya yaslamana izin de veriyor. En güzeli de ayağa kalkacağın zaman koltuğun kollarının ucundan tutup kendini yukarı itebiliyorsun ki böylece kalkman kolaylaşıyor. 

Yani bu koltuğa oturup kalkarken kendimi yaşlı gibi hissediyorum ama ne gam! Yok böyle bi huzur, bi rahatlık... Evin en mayıştırmayan rahat köşesi... Sanırım ördüğüm motiflerle de ufak omuz ve diz battaniyeleri yapıp sandalyenin yanında bulunduracağım ki iyice ihtiyar moduna girebileyim. He bi de orda burda denk gelirse önüne ayak uzatmalık bi puf almayı düşünüyorum ama bu asilzadeye uygun olmalı, öyle sıradan bi puf olmaz. Bi de kendilerini 15 euroya aldım, pufa da daha fazlasını vermem. Kriterlerim var evet.

Resmen ikinci el, güzel ve ucuz bi şey alınca çılgınlar gibi seviniyorum. Birinci el, güzel ve ucuz bi şey alınca da seviniyorum ama o kadar değil.

Gelelim motiflere... Aşağıdaki görsele bakınız efem. Üst-sol baştan sayıyorum motif isimlerini, bazılarına link de ekledim.


2. Lydia
3. Kaydetmemişim yav bulamadım şimdi ama sanırım Ezgissimo'dan görmüştüm.
4. Sırf motif doldurmak için kendim yaptım, 3 dolgu, 2 zincir...
6. Granny square'in dc değil de hdc versiyonu. Farklı bi motif sayılır bence. Banane banane sayılsın...


Muhabbetle kalınız efem, 
Kanatlı Kedi