30 Temmuz 2019

Yaş otuzbir, yolun neresi eder?

Melabaaa,

Nabersiniz?

İş arkadaşlarımdan birinin blog yazdığını öğrenip bloğunu okuyunca benim de yazasım geldi. Blog yazmak ne güzel şey, hangi dilde olursa olsun (Google Çeviri sağolsun), içten gelerek yazılmış bi bloğu okumak ne güzel şey...  30 yaşına yaklaşmış bu arkadaş, doğum günü öncesi kafa karışıklıklarını, paniklerini, düzgün sayılan o hayatı kuramayışını, yirmili yaşlardaki arkadaşlarının gelecek hakkında büyük büyük laflar edişini, otuz yaş üstü arkadaşlarının o yüksek standartlı hayatlardan uzak oluşlarını ve bunların kendisinde arada bir yarattığı panik duygusunu yazmış. Ben de yarın otuzbir olacağım. O büyük büyük hayaller kuran ilk kategoriye girmediğim kesin. Yaşımı ve yaşamımı söylediğimde insanların vaaaaoouv diye (niye öyle diyeceklerse) ya da hiç olmazsa takdir eden bir tepki vermedikleri de kesin. Misal yakında Türkiye'ye, akraba ziyaretine gideceğim. Lise, üniversite vs ile uğraşmaya başlamış yeğenler her gittiğimde benim hangi bölümü bitirdiğimi soruyorlar ve ne iş yaptığımı.  Hadi yetişkinler neyse de, (onlarla tartışabiliyorum ya da he deyip geçebiliyorum), çocuklara bi cevap verememek çok kötü. He deyip geçesim çoğu zaman gelmiyor da, geçsem bile peşini bırakmıyorlar, sormaya devam ediyorlar. Ulen ben sizin yaşınızdayken öyle miydim artisler, gidin odanızda oynayın, falan da diyemiyorum tabi. Sormasın mı çocuklar? Sorsunlar. Ama çocuk milletine "evet, mühendislik bitirdim ama sevmedim, sonra sosyolojiye başladım, yarım bıraktım, sonra dilini bilmediğim bi ülkede yaşadığım için amelelik yapıyorum ama sevdiğim işi yani elişi yapıyorum. Evet, ilkokul mezunu anneniz benden çok daha güzel yapardı bu işi, bunun için o kadar okumaya gerek var mıydı, yoktu, evet." demek de olmuyor...

Halbulki insanlara hesap verme kısmı olmasa, hayatımdan gayet memnunum. Otuzbir olmuşum. Sakinlemişim biraz. Paniklerim azalmış. Kendime uygun bi iş bulmuşum, olabildiğince az insanlı, elim de yatkın. El ağrısından haftaiçi kendi elişlerimi yapamıyorum ama şimdilik olsun, idare ediyor. İnsan tanıyorum. Hollandaca ve İngilizce duyuyorum, konuşuyorum. Bi sürü hikaye birikiyor, gelip geçiyor gözümün önünden. Sinirleniyorum, şirkete, sisteme... Konuşuyorum, kavga etmeden, istifa etmeden çalışmayı öğreniyorum. Sebzeye yoğurt kattığımı görüp şaşıran Hollandalılara gülüyorum, onlar da bana gülüyor. Bana gülünmesi hoşuma gidiyor. Bol bol sesli kitap dinliyorum. Bisiklete biniyorum. Yargılayan insanlardan uzak duruyorum. Aslında olabildiğince az insan görüyorum, çok iyi geliyor. İnsanlarla düzenli, sürdürülebilir, sağlıklı ilişkiler kuramadığımı, kendi başıma takılınca daha huzurlu olduğumu kabulleniyorum. Hepimiz sosyal olmak zorunda mıyız? Değiliz. Çekingen/içe kapanık/hüzünlü/gerçekçi/sessiz sakin/konuşmayan insanları kendi haline bırakmak çok mu zor sevgili insan kardeşlerim?

İşte hiç konuşmasam bile insan görüyorum ya, bu bana yetiyor, "bugün de sosyalleştik çok şükür" deyip evime geliyorum, u. da geç kalacaksa, oh, ne güzel. Evet bazen o'nun bile etrafta olmaması çok iyi geliyor. Başlangıçta böyle değildim. O çevremde değilse eksiklik hissederdim. Ben sosyalleşmiyorum, o benden ayrı sosyalleşiyor diye, kıskanırdım. Kadın-erkek kıskanması değil bu. Daha sosyal olanı kıskanma hali. Şimdi, hem çalıştığımdan, hem de buna kafa yorup, kendimle uzun uzun dertleştiğimden olsa gerek, kendimi yeterince sosyal hissediyorum. Dolayısıyla kendimle takılmak daha bi tatlı, özlüyorum.

İşte çocuk, sen sen ol, genç yaşında olabildiğince alış sosyalleşmeye. İnsanların seni bastırmasına izin verme. Spor yap, vücudunla barış, ailenin, arkadaşlarının doğrularına bağlanıp kalma. Kıyafetlerinle barış, modayı boşver, özgürlüğün için, özgünlüğün için savaş. Ama en önemlisi, ne yapmak istediğini iyi düşün. Ailen istiyor diye, puanın da tutuyor diye kalkıp bilmediğin bi bölüme gitme. Matematiğin iyi diye gıda mühendisliğine girme, lanet olası biyoloji ve kimyadan ibaret o bölüm.

Ama bunların hepsini ta lisede görüp, doğru kararı vermek çok mümkün değil. Üniversiteye girdin, e bu olmamış, mı dedin, olsun, her şeyin sonu değil. Kendi yolunu bi şekilde çizersin. Tek yol üniversite değil. Kesin bildiğim iki şey var: 1)Ailenin yanında kalma üniversitede, İstanbul'daysan da başka bir şehre git. Biliyorum, ailen benimki gibi, asla özgür ve kendinden sorumlu olamazsın. 2) Mümkünse üniversitedeyken yurtdışına çık, gezmeye olsun, Erasmus'a olsun... Domuz yiyen insanlara karşı olan korkunu yen. Al bu da bonus: Özgüvenin olsun, altı dolu olsun. Boşa sallama.

Nerden nereye geldim... Çocuğa karşı kendi hayatımı savunurken nasihat vermeye başladım. İşte bu noktada bir ebeveyn gelip çocuklarını kışkırttığımı düşünür diye rahatça konuşamıyorum da. Ki kışkırtıyorum evet, çünkü bu gerekiyor. Kendimden ve benimkine benzer ailelerden biliyorum.

Otuzbir oluyorum, yine ve hala geçmişi kurcalıyorum. Geçmişimi geride bıraktığım bi sene olsun dilerim bu sene. Geçmişteki herkesi affedeyim, hoşgöreyim artık. Bu suçlamalar omzumda yük, kendime bahane...

Ayrıca son zamanlarda kafamın içinde dönüp duruyor: Zamanın geçmesi ne güzel şey değil mi? Ya geçmeseydi? Her şey geçmişte kalıveriyor. Ayrıca bulutlar ve yapraklar da çok güzel. Bi ağacın gövdesinin dibinde durup, kafamı kaldırıp yapraklarına doğru bakıyorum, en kötü havada bile bi şeyleri anladığımı hissediyorum. Anlamak için doğmuşum gibi geliyor. Hepimizin tek bir amacı varmış, anlamak. Koştururken hep unutuyormuşuz da, durup, telefon kurcalamayı bırakıp, gözlerimizi yaprakların arasından bulutlara doğru dikince anlamaya başlıyormuşuz gibi...

14 Temmuz 2019

Kitap: Çılgın Gibi (Suat Derviş)





Suat Derviş'i ilk nerde duydum, hiç hatırlamıyorum. Belki Adalet Ağaoğlu'nun kitaplarında görüp not almışımdır. İkinci el bir kitabına denk geldim, İstanbul'a son gidişimde, hemen aldım. İthaki Yayınları da basıyormuş, yeni öğrendim. 

Yazar 1905 doğumlu, Türkiye'nin ilk kadın yazarlarından. Fosforlu Cevriye'nin yazarı. Çılgın Gibi'yi 1940larda yazmış.  Yüzeysel bakınca sıradan bir aşk romanı gibi görülebilir ama karakter analizleri güzel (özellikle dönemine göre düşününce). Temelde kadın meselesi var aslında. Güzellikten, estetikten başka bir değer olarak görülmeyen başkarakterin, Celile'nin, iki erkek arasında sürüklenişi, kendi hayatının, kendine ait bir odasının olmayışı, dönemin gerekleri ve yetiştirilme şekli yüzünden kendi hayatının, karakterinin olması gerektiğini bile düşünemeyişi...

Kitabı okuyalı çok oldu. Genel olarak sevmiştim. Sadece o zamanlar moda mıydı bilmiyorum, üslubunda sevmediğim bir nokta vardı: Karakterin hissettiğini  tam olarak anlatabilmek için aynı içeriği farklı sözcüklerle cümleye dökmüş durmuş.. Kitabın sonlarına doğru bu iyice yorucu olmaya başladı, tamam anladık yahu, deyip durdum içimden. Muhtemelen günümüzün edebiyat gözünden baktığım için bu kadar uzak geldi. Konu genel olarak ilgimi çektiği için bu noktaya çok takılmıyorum, hakkım da yok diye düşünüyorum, zaman değişti çünkü. Diğer kitaplarını da okumaya niyetliyim kısacası.


Suat Derviş'in hayatı da oldukça ilginç. Okumak isteyenler vikipedi'ye buyursun. Pek çok roman yazmış, gazetecilik yapmış, bitmekte olan Osmanlı'da da, Cumhuriyet'te de kadının sorunlarından bahsetmiş, solcu olduğunu açıkça belli edince gazeteci olarak iş bulamaz olmuş, mahlaslarla yazmaya devam etmiş, hapse girmiş, birkaç defa evlenmiş boşanmış, tekrar hapse girme ihtimali olunca yurtdışına yerleşmiş, geri gelince Devrimci Kadınlar Birliği'ni kurmuş, tabi kapatılmış, 72'de ölmüş. Bu sırada onlarca kitap yazmış. 

Osmanlı zamanında da aktif olarak yazarlık yapan çok fazla kadın yazar tanımıyorum. Hatta Halide Edip dışında hiç. Onu da en son ilkokulda okumuştum, hatta belki özetin özeti olan o incecik kitaplardandı. Bu konuya eğileyim bi ben. Önerisi olan varsa duymak isterim, pek güzel olur.

Alıntılara geçeyim, şimdilik selam edip çekileyim...

Kanatlı Kedi

Alıntılar


54 - ... dudaklarında Galatasaray Lisesi öğrencilerinden nesilden nesile intikal eden nükteleri ve neş'eli konuşuş tarzı olan tabii ve sportmen bir delikanlı idi.

58 - Celile hiçbir zaman bir diğer insanla arasındaki münasebetin onun fikirlerine itiraz edecek derecede laubalileşmesine müsaade etmiyordu.

78 - Daima ve her zaman kendisine hak verilmiş, uzun zamandan beri bu böyle olduğu için buna alışmış ve buna doymuş insanların kendi kudretlerini her göze göstermek istemeyen tevazuu onda da vardı...

100 - O, her zaman imkanlarının sağlam duvarlarına sırtını dayayarak rakipleriyle, dostlarıyla ve düşmanlarıyla açık konuşmuştu.

101 - Ticaret muhitinden yetişmediği için kendisine hala mütevazı bir memur ailesinin mütevazı bir memur olan çocuğunun terbiyesi mevcut bulunduğu için paraya karşı olan hırsını ilk üç dört görüşmelerinde gizleyebilmişti.

230 - Çünkü onun aldığı terbiyeye göre kadın hayatın bu cihetleri ile hiç meşgul olmazdı. Meşgul olması yemek mevzuu değildi. Daima kadınla, baba gibi, ağabey gibi, kardeş gibi, amca, dayı, koca gibi yakın bir erkek, hayatla kadın arasına bir duvar gibi girer ve kadın hayatla temasını onun vasıtası ile yapardı. 



13 Temmuz 2019

Yeni blog geliyoooor



Melabaaa, 

Nasılsınız? 

Ben iyiyim, hatta heyecanlıyım. Elişiyle ilgili bi blog açtım: coloroclock.wordpress.com. "About me" yazısını da kondurdum. 

Uzun zamandır aklımdaydı da cesaret edemiyordum bi türlü; devamı gelmez, diğer "konulu bloglarım" gibi bi kenarda atıl durur diye... Sonunda kendimi yendim. Ne kadar sürecek bilmem ama açtım gitti işte. Hem bu diğerleri gibi değil. 90lar ve kronoloji blogları bir yerlerden bir şeyler okuyup, izleyip çıkardığım notları oraya yazmaktan ibaretti. Bu sefer gerçek bir üretim var ortada. Ve bana neşe veriyor. Blog olsa da olmasa da yapacağım zaten. Sadece fotoğrafla da olsa onları dünyayla paylaşmak istiyorum. Neden bilmem...

Kısacası elişiyle ilgili her şeyi orda paylaşmayı düşünüyorum. Wordpress'i de ilk kez kullanacağım. Domain de aldım da, onu wordpress'e aktarmak için beklemem gerekiyormuş. Aktarınca coloroclock.com olacak bakalım becerebilirsem. 

İngilizce yazmaya alışmak istiyorum, onu da denemiş olacağım. Her yazının hem İngilizcesini hem Türkçesini koyarım belki diye düşünüyorum. Zamanla belli olur. 

Önerileriniz olursa çok sevinirim, 

Selamlar, 
Kanatlı Kedi

08 Temmuz 2019

Kitap: Burada Kalmak (Sibel K. Türker)


Sibel K. Türker'in daha önce iki kitabını okudum: Öykü Sersemi ve Mecnun Kelebekler. Özellikle ikincisinden çok etkilenmiştim. Haklarındaki yazılarımı şuradan okuyabilirsiniz: Öykü Sersemi - Mecnun Kelebekler

Burada Kalmak, yanlış bilmiyorsam, yazarın son kitabı, 2018 Nisan'da basılmış. Yazarın şimdiye kadar okuduğum üç kitabında da, baş karakterlerinden naiflik akıyor. Belki de o yüzden bu kadar seviyorum... Bu kitaptaki naifimiz bir liseli. Aklından geçen ne var ne yoksa şahit oluyoruz. Ailesindeki her bir karakter ayrı bir dünya. Çok fazla arkadaşı yok ama bu çok içe kapanık ya da anlaşması zor biri olduğu için değil. Mütevazı, dış dünyaya çok ses çıkarmayan ve sırf bu yüzden itilip kakılan, hor görülen, halbuki kafasında düşünceler uçuşan, hiçbir şeyden emin olunamayacağını baştan kabullenmiş, bu yüzden hayata karşı hep korunmasız, güçsüz kalan, daha doğrusu öyle görünen ama genel olarak halinden memnun, hatta çevresindeki herkes her şeye lanet okurken, o çevresindeki mucizeleri, ağaçları, toprağı görebilen, insanları iyi-kötü huylarıyla kabul edebilen biri. Öyle çok sıradışı, travmatik ya da mutluluk böceği bi karakter yok aslında karşımızda. Dolayısıyla, ota boka kolaycacık ağlayabilen ben bile, ne neşe ne de hüzün kaynaklı bir duygu seline kapılmadan okuyup bitirmeyi başardım. Yazar sanki bu karakteri anlamamızı istemiş ve oturup olabilecek en iyi şekilde anlatmış. Bu yazarın kitaplarında sanırım her şey anlamak üzerine kurulu. O yüzden hem son derece gerçekçi, hem de bu kadar naif olabiliyor.

Bu kez çok fazla alıntı yok. Kitabı tatilde okuduğum için satırların altını çok çizemedim. Ama tek sebep bu değil. Hani bazı kitaplar vardır, bir şeyleri not etmek istersiniz ama anlaşılması için bir önceki cümleyi de yazmak gerekir, sonra bir öncekini de, bir öncekini de... Derken bir bakarsınız ki satırlara altçizgi ekleye ekleye gidiyorsunuz, bi yerden sonra vazgeçersiniz... İşte bu kitabın da öyle olduğunu ilk sayfalardan hissettim ve koyverdim. İyi de oldu. Bu sıralar bloga yazmayı düşündüğüm o kadar çok konu var ki, bu sayede bu çabuk bitti. Alıntıları yazmak kitabı sindirmek için iyi ama bazen o kadar uzun sürüyor ki kitaptan soğuyorum:)

Neyse efenim, şimdilik bu kadar, saygılar, sevgiler,
Kanatlı Kedi


Alıntılar


25 - Kendimi dünyanın en yalnız insanı gibi hissettim. Dünyanın en yalnız insanı kimdir, onu da bilmem. Ka. yaşındadır, nerede yaşar. Adı sanı nedir bilmem. Ama işte ben kendimi ondan da yalnız hissettim. Yani sanki annemin karnında bir cenindim de annemin karnı çekip gitmişti.

86 - Ağaçlar ne kadar şanssız yaratıklardı. İnsanlar onlara hep boş boş bakarlar. Bambaşka şeyler düşünürken. Hayaller ve planlar kurarken. En beteri hiçbir şey düşünmezken. Biri baktıkları ağacı kesip sırtlayıp götürse haberleri olmaz çoğunun. Ama ağaçların yokluğu da eninde sonunda fark edilir. Böyle ağırlıksız bir tamamlayıcı olmak kötü.

135 - İnsanların mucize merakı zaten saçmaydı ama yanı başlarındaki mucize kabilinden olay ve kişileri görmemeleri de hepten körlüktü. Mucize hep yukarıda, göklerde olmalıymış gibi oralarda aranırlardı. Abartıdan ve gösterişten hoşlandıkları için tanrı yukarıdan yediği meyvelerin çekirdeklerini tükürse bunu mucize saymaya meyilliydiler. Bizimle aynı yer düzleminde yaşayanlara karşı da kayıtsızldılar. Arzda parıltılı şeyler olmazdı.





07 Temmuz 2019

Kitap: Günaha Son Çağrı (Nikos Kazantzakis)




Geri dönüşüm aylardır taslaklarda bekleyen bir kitapla olsun dedim. Kazancakis'in okuduğum ikinci kitabı, Günaha Son Çağrı. Zorba'yı izlediğimden beri bu yazara ilgim var. Önce Zorba'nın İngilizcesini okudum, illaki kaçırdığım noktalar vardır ama çok sevdim. Filmi de sevmiştim zaten, her cümlede Anthony Quinn canlandı gözümde. Yazarın her dediğine katıldığımdan değil, ama Yunanistan'ı, insanlarını, Avrupa'dan farkını, entellektüel insanın halkla kaynaşamayışını anlatışına bayıldım. Bir sürü soru işareti doğurdu kafamda. Yazarla anlaşamadığımız kısımlar da oldu, özellikle cinsiyet konusunda. Ama kesin yargılara varmama izin vermiyordu kitap, varmadım ben de. Ama öyle çok çalıştırdı ki zihnimi, diper kitaplarını da okumak istedim.

Günaha Son Çağrı'ya başlarken Hıristiyanlık eleştirisi, hatta ateist bakış açısı bekliyordum. Neden? Bilmiyorum, net bi delilim de yoktu elimde ama bunu yakıştırmıştım yazara. Başlayınca hayal kırıklığına uğradım hemen tabi. İsa'nın hayatını anlatıyor gibiydi. Mucizeler, havariler filan... Peh dedim, dini propaganda... Hem yazara saygımdan, hem de dilinin bolca soru işaretini kafama boca etmesinden dolayı okumaya devam ettim. Götümle değil de gözümle okudukça anladım ki yazarın derdi propaganda değil, İsa'yı insan olarak anlamak, peygamber-kusursuz olarak değil de, endişeleriyle, korkularıyla görmek, göstermek... Ayrıca yazar, hakim Tanrı algısının çelişkilerini de kurcalamış. 

Kısacası kafasına göre bir hayat yazmış İsa'ya. Annesiyle ilişkisinden tutun da, toplumdaki yerine, sevilmeyişine, kadınlarla ilişkisine, Tanrı'dan kaçmasına, havarileriyle tanışmasına, onlarla tartışmalarına, havarilerin kendi aralarındaki koltuk kavgalarına kadar her şeyi kurgulamış. Belki Hıristiyan kaynaklarda vardır bu diyalogların benzerleri ama önemli olan yazarın bunları yorumlamış olması. Ki, yazar bunu çok yapıyor, şu sıralar okuduğum El Greco'ya Mektuplar kitabında da Buda ile takipçileri arasında geçen bir diyalog yazmış misal. Ya da çocukluğunda komşu kızıyla oynadığı oyunları Günaha Son Çağrı'da İsa'ya oynatmış mesela. Yani karakterleri kafasında konuşturup bize aktarıyor. Benim gibi saf saf inanıp, bu konuşmaların gerçekten yaşandığını düşünmeye gerek yok. 

Neyse. Kısacası kitap güzel. Yine şaşırttı ve sorudan soruya zıplattı beni Kazancakis. Arkaplanın Yunanistan olmaması biraz üzdü tabi, çünkü o topraklarla ilgili bir şeyler okumaktan ekstra zevk alıyorum, ama İsa'dan bahsediyoruz, tabi ki oralarda olmayacak. 

Tek bir nokta var ki, sinirden aynı cümleyi tekrar tekrar okumama, sonra kitabı kapatıp sakinleşince devam etmek istememe, yanlış mı anlıyorum diye U.a okuyup ona uzun uzun konuşmama sebep oldu: Kadınlar. Kitapta kadınların yeri ikide bir gözüme battı. bu yazarın kadınlarla bi derdi var ama ne, henüz anlayamadım. Erkeklere saygısından, evine, erkeğine bağlı olmaktan, çocuk doğurmaktan başka derdi yok kadın karakterlerin. Ve arada da büyük büyük cümleler geçiyor, kadınlar şunu ister, bunu ister, gibi... Neden? Ne kadarı yazarın gerçek fikri, ne kadarı karakterlerinin fikri? Ayırt edemedim. Kitap 1955'te yayınlanmış ama anlattığı tarih Milat. Dolayısıyla içeriğin eski fikirli olması normal, diyebiliriz belki. Fakat şu sıralar okuduğum El Greco'ya Mektuplar'da kendi hayatını anlatıyor ve bu sefer kendi ağzından konuşuyor. Sanki kadınlara verilen yer İsa'dakinden çok farklı değil gibi geliyor hala. 

Fakat bu adama bu sığ bakış açısını yakıştıramadığım için şüphelenmekten vazgeçemiyorum. Bu Mektuplar da bitsin, alıntılara göz atayım, sonra daha kesin bi sonuca ulaşırım, gibi. Bir de makale araştıracağım, başkaları ne düşünmüş bu konuda bakalım.

Şimdilik burada bitireyim, 
Kanatlı Kedi


Not: Kadınlarla ilgili dikkatimi çeken kısımları aşağıda italik olarak not ettim.

Not 2: Günaha Son Çağrı'nın filmi de çekilmiş 1988'de, Scorsese tarafından, henüz izlemedim.


Alıntılar


94 - Omzundaki çarmıh değildi herhalde, diye düşündü, bir çift kanattı mutlaka!

104 - İhtiyar haham biliyordu onu, İsrail'in şu tek Tanrısını. Merhametli değildi, kendine göre yasaları vardı, on emri, kendisine göreydi. Verdiği sözü tutuyordu tutmasına, ama acelesi yoktu. Zamanı kendi ölçüsüyle ölçüyordu. Kuşaklar boyunca, kelam havada askıda kalacak, yeryüzüne inmeyecekti. Sonunda geldiğinde de, o kelamın emanet edileceği kimsenin vay haline. Kutsal Kitap'ın bir ucundan öteki ucna, nice Tanrı elçisi öldürülmemiş miydi, Tanrı'nın onları kurtarmak için parmağını oynatmış olduğu vaki miydi? Niçin böyleydi, niçin? İradesine uymuyorlar mıydı? Yoksa bütün elçilerin öldürülmesi onun iradesi miydi? Haham kendi kendine bu soruları sorup duruyor, ama düşüncelerini daha ileri götürmeyi göze alamıyordu. Tanrı bir uçurum, diye düşünüyordu, uçurum. Yaklaşmasam daha iyi ederim!

209 - Hani, hani o İnsan'ın Oğlu? Onu bize vaat ettiğine göre, senin değildir artık, bizimdir o! Hani, hani nerde? Senin ulusunun, İsrail ulusunun, bütün evreni yönetebilmesi için, hakimiyeti, ululuğu ve melekleri neden vermiyorsun? Boyunlarımız göğü gözlemekten, açılmasını beklemekten kaskatı kesildi. Ne zaman? Ne zaman gelecek? Evet, niye durmadan aynı şeyi söyleyip duruyorsun, biliyoruz, pekala, senin bir saniyen biz insanlara göre bin yıl. Eğer adilsen kendi ölçünle değil, bizimkiyle ölçersin, budur Adalet!

212 - Biliyorum dinlemediğini ya da dinlememezlikten geldiğini, ama sen açıncaya kadar vuracağım kapına, açmazsan (burada kimse yok, rahat konuşabilirim) kapını kıracağım!

216 - ...bu özgürlük meleği neden yapılmıştır dersiniz? Tanrı'nın tenezzülünden ve acımasından mı? Sevgisinden mi? Adaletinden mi? Hayır, melek, insanlığın sabır, sebat ve mücadelesinden yapılmıştır!

229 - Elbette güvenirsin, Zebedi, Tanrı karnını tok, sırtını pek yapmış, işlerini de tıkırında yürütüyor; elli balıkçı kölen var, işleri için yeterince kuvvet sağlayacak, açlıktan ölmelerini engelleyecek kadar besliyor onları, bu arada zatıaliniz sandığınızı, kilerinizi ve karnınızı tıkabasa dolduruyorsunuz. Böyleyken, elini göğe kaldırıp, "Tanrı adildir, O'na güveniyorum," diyorsun! Dünya güzel, dilerim hiç değişmesin!..Geçen gün çarmıha gerilen Partizan'ın, bizi özgürlüğe kavuşturmak için niye mücadele ettiğini neden sormuyorsun; bir yıllık buğday ikmalini Tanrı'nın bir gecede ellerinden aldığı köylülere niçin sormuyorsun, sorsana onlara. Şimdi çamur içinde debelenerek bir yandan tohumları tek tek topluyor, bir yandan da ağlıyorlar. Ya da gel bana sor: Köy köy dolaşıyorum ve İsrail'in çektiklerini görüyor ve duyuyorum. Daha ne kadar sürecek bu? Ne kadar? Bunu hiç sordun mu kendine Zebedi?

239 - "Sabredin. Gün gelecek yoksul yükselecek, zengin batacak. Budur adalet dediğin!"
"Olur mu dersin, o gün gelir mi?"
"Tanrı var ya, yok mu yani? Üstelik adil değil mi? Tanrı'ysa adil olması gerekmez mi?"

242 - Yakup'un haşin bir huyu vardı, yardım etmekten hoşlanmazdı. Ağzı kalabalıktı, tutkuluydu, acıma nedir bilmezdi, babasının bütün niteliklerini almıştı, ne melek annesi Salome'ye, ne de tatlı, sevimli kardeşi Yahya'ya benzerdi...

244 - Seli gönderen Tanrı. Benim suçum ne?

245 - "İlk yaratıkları baştan çıkartan ve Tanrı'nın bizi Cennet'ten kovmasına sebep olan bu yılan bu işte."
"Bu derken ne demek istedin?"
"Soru sormak."

253 - Peygamberlerin, güvenilmemesi gereken kaprisli insanlar olduğunu biliyordu. Havada, denizde ya da ateşte kayboluverirler, derken hiç beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkıverirlerdi!

288 - Topraksın, toprağa döneceksin, içindeki ruh uçup gitti, sana ihtiyacı yok artık, senin işin bitti. Beden, görevini tamamladın sen! Yeryüzüne sürgüne gönderilmiş ruhun inişine, birkaç güneş ve ay süresince kum ve taşlar üstünde yürüyüşüne, günah işlemene, acı duymana, vatanı olan cenneti ve babası Tanrı'yı özlemene yardım etti. Beden, başrahibin sana ihtiyacı yok artık, yok ol!

318 - Kahrolasıca! Sağ yanağına vurdular mı, solunu çeviriyorsun.

329 - Bir pire sıçradı diye herkesi yeryüzünden silmiş olan Tanrı bile, bu domuzu, bu asalağı, bu para düşkününü pohpohluyor, üstüne titriyor, burnunun bile kanamasını istemiyor, kışın yünden, yazın ketenden bir örtü gibi üstünü kaplıyordu. (...) Herif, servetini korudukları için Romalı canileri seviyordu. Tanrı korusun onları, diyordu, düzeni sağlayan onlar. (...) Tanrı'nın unutup yarı bıraktığını, partizanlar -Tanrı onlardan razı olsun- hatırlayacak ve tamamlayacaktır...

340 - Erkekler duymasın, araya girip de acının kadınlara verdiği derin kadınsı zevki bozmasın diye fısıltıyla konuşuyorlardı.

354 - Her yıl, hasat vakti, bağbozumunda, zeytin toplamada bu sürüler, Celile'nin dört bir yanından fışkırır, İsrail yasasının buyurduğuna göre, mal sahiplerinin yoksullar için bıraktığı mısır, üzüm ve zeytini toplarlardı.

355 - Bunların hepsi kardeş, her biri, ama bilmiyorlar, çektikleri acılar bundan... Bilselerdi, ne büyük kutlamalar, sarılıp öpüşmeler olurdu, ne büyük mutluluk!

360 - Hayır, kardeş değiliz hepimiz. İsrailliler ile Romalılar kardeş olmadıkları gibi, İsrailliler de kendi aralarında kardeş değiller. Roma'da kendilerini satan Sadukiler, köy ağaları, zorbaya kulluk edenler, kardeşlerimiz değil bizim... Hayır işe yanlış başladın Meryem'in oğlu. Dikkatli ol!

364 - Özgürlük ve açlığın sesini işitmiş, kıvanç duymuştu.

366 - ..."Ben senin annenim," dediği zaman, elini kaldırıp onu itmişti.

367 - Yorgun argın, alı al moru mor iki esmer amazon, her birinin başında içi üzüm dolu bir sepet, bağlardan dönüyorlardı.

398 - Yemek yemek, gülmek günah değildi artık; toprak ayağı altında daha sağlamlaşıyor, gök üzerine bir baba gibi eğiliyordu.

408 - İnsan bağışlar dedim kendi kendime. İnsan bağışladığına göre, nasıl olur da Tanrı bağışlamaz?

411 - İsrail neydi? Niçin sadece İsrail'di kurtulması gereken? Hepimiz kardeş değil miydik?

423 - Hala kendilerini çekip kurtaramadılar şu dünyadan.

452 - Samiriye ekmeği, Celileliler tarafından yenirse, Celile ekmeği olur, domuz da insanlar tarafından yenirse insan eti olur. Tanrı adına, başlayın!

463 - O da Tanrı'nın gönderdiği bir mesihti; halkın bütün günahlarını sırtında taşıyordu, çölde açlıktan ölmüş, günahlar da onunla silinmişti.

471 - Pisliğe, kana ve gürültüye dayanamıyor, diye düşünüyordu. Mesih olamaz.

474 - Cennetin, cehennemin göbeğinde olduğunu duymadın mı?

475 - Yolculuk etmek, karanlığın inişini seyretmek, bir köye varmak, ilk lambaların yanışını görmek, yiyecek bir şeyi olmamak, yatacak bir yeri olmamak, her şeyi Tanrı'nın esirgeyiciliğine ve insanların iyiliğine bırakmak, bence dünyadaki en büyük, en saf zevktir.

476 - Dindar kişi eğildiğinde, iki sefil orospunun, Sodom ile Gomorra'nın suyun dibinde sarılıştıklarını görürdü.

479 - Hayır Yahuda kardeşim, diye cevap verdi İsa, baltayı tutan ve mesih için yol açan konuşur böyle, Mesih böyle konuşmaz.

489 - Rabbin günü gelmekte. İlk ben farkına vardım. Bir çığlık atıp Tanrı'nın baltasını aldım, dünyanın köküne yerleştirdim. Çağırmaya başladım, seni çağırdım. Sen geldin, artık gidebilirim.

490 - Vaftizci, İsa'nın dudaklarından öptü.

491 - ...ilkin ateş vardı, sevgi sonradan geldi.

502 - Kardeşim, dedi, sen suçsuzdun, temizdin, bütün öteki hayvanlar gibi. Ama korkak insanlar, sana günahlarını taşıttılar ve seni öldürdüler. Huzur içinde etlerin çözülsün; onlara karşı kötü duygular besleme. İnsanlar, zavallı zayıf yaratıklar, kendi günahlarını günahsız biri üstüne yüklüyorlar. Kardeşim, öde onların günahlarını. (İsa, günah keçisine)

513 - Tanrı'nın gücü her şeye yetmez miydi ki? Niye bir mucize yaratmıyordu, insanların yüreklerine dokunup neden çiçek açtırmıyordu?

518 - Etiyle ruhu birleşmiş ve kaburga kemiğinden ona eşlik etmek üzere kadın meydana gelmişti.

529 - Bütün bunlardan bıktım artık. Açlıktan, alçakgönüllülük rolü oynamaktan, öteki yanağımı çevirip tokat yemekten bıktım. Daha nazik olsun diye, okşayayım diye Baba adlı şu insan yiyen Tanrı'ya yaltaklık etmekten bıktım; kardeşlerimin bana lanet okumasını duymaktan, annemin ağlamasından, yanlarından geçerken insanların gülmesinden, çıplak ayakla dolaşmaktan, çarşıdan geçerken bal, şarap ve kadın satın alamamaktan, boş havayı tadayım ve boş havaya sarılayım diye Tanrı'ya, onları bana sadece uykuda getirtebilmek için cesaret aramaktan bıktım usandım!

545 - Biliyorum, dedi İsa gülümseyerek, ben de bir zamanlar başka bir hayatta kadındım, ben de dokurdum.

555 - Çölün sesi susturuldu. Şimdi biz günahkarlar için kim seslenecek Tanrı'ya? (Lazarus)

557 - Sarhoşmuş, utanmaz üvey kızı SAlome de önünde çırılçıplak dans ediyormuş. Güzelliği kart zamparanın aklını başından almış. Kızı kucağına oturtmuş ve dile benden ne dilersen demiş. Ülkemin yarısını sana vereyim mi? Hayır demiş kız. Ne istemiş biliyor musunuz? Vaftizci Aziz Yahya'nın başını. O da, peki senin olsun demiş, bir gümüş tabak üstünde başını getirtmiş.

561 - Gönüllerimiz ne istiyorsa peygamberlerde onu buluyoruz, diye düşündü.

565 - ...ne güzeldi bu koku, fesleğen veya nane kokusu değildi, erkek kokusuydu! (Lazarus'un kız kardeşleri)

568 - Tanrı insanla karışırsa büyük şeyler olur. İnsan olmasaydı yeryüzünde, yaratıkları için akıllıca düşünmek ve onun korkunç ama küstahça bilge, her şeye yeter gücünü incelemek Tanrı'nın aklına gelmezdi. Bu yeryüzünde, başkalarının kaygılarına acımaya, Tanrı'nın, ya istemediği ya unuttuğu ya da biçimlendirmekten korktuğu erdemler doğurmak için çalışmaya gönlü olmazdı. (...)

Ama Tanrısız doğan insan silahsızdır, açlık, korku, ve soğuktan silinir gider yeryüzünden; bunları yense bile, aslanlarla bit arasında kabuksuzbir sümüklüböcekgibi sürünüp büyük çaba göstererek arka ayakları üstünde durmayı başarsa bile, annesi maymunun sıkı, sıcak ve yumuşak kucağından hiçbir zaman kaçamaz...

579 - İlkin onu iyi bir adam olarak ele almışlardı, dünyaya sevgi getiren bir aziz gibi. Sonra peygamber olarak düşünmüşlerdi, eski peygamberler gibi vahşi değil, yumuşak ve evcil bir peygamber olarak.

594 - Kahrolasıca, bir Tanrı olaydım ah... Dünya bir pamuk ipliğine asılı durmaktadır. O ipliği keserdim ben... (Meyhaneci)

598 - Ne zaman dönmeyi bırakıp duracaksın, yel değirmeni seni!

600 - O ölmedi. Ölenler, ölümsüzlüğe geç kalanlardır. O geç kalmadı. Tanrı ona zaman bıraktı.

607 - Hiç olmuş mudur, bir peygamber ulusunu kurtarmak için ortaya çıkmış olsun da, ulusu onu taşlayarak öldürmemiş olsun.

608 - Göklerin hakimiyetini elde etmek için ille de ölümden geçmesi mi gerekiyordu yolun? Yok muydu başka yol? Basit adamlardı bunlar, yoksul, okuma yazma bilmez, gündelikçi işçilerdi, dünyaysa zengin ve güçlüydü, onunla nasıl savaşabilirlerdi ki? Melekler gökten inip de onların yardımına koşsaydı bari! Ama havarilerin hiçbiri yeryüzünde yürüyen, yoksula ve horgörülene yardım eden bir melek görmemişlerdi.

633 - Evim yok benim, dedi, annem yok, sen kimsin? (İsa, Meryem'e)

646 - Roma... Hiçbir tanrıya inanmamasına rağmen, korkmadan ve alaylı bir tenezzül ile bütün tanrıları sarayında ağırlamaktadır...

652 - Baba ile oğul aynı kökten gelmektedir. Birlikte çıkarlar göğe, birlikte inerler cehenneme. Birine vurursan ikisi de yaralanır; biri bir yanlışlık işlerse, ikisi de ceza görür. Sen, yüzbaşı ava çıkıyor ve bizi öldürüyorsun, İsrail'in Tanrısı da senin kızına inme indiriyor.

655 - Mucize aramadan Tanrı'ya inananlara ne mutlu.

660 - Elini kızın sarışın saçları üstüne koydu, uzun bir süre öylece bıraktı. Gözlerini kapadı, başın sıcaklığını, saçın yumuşaklığını ve kadının tatlılığını duyuyordu. (küçük çocuk)

662 - Tanrı bu kutsal adamın söylediği sözleri, yaptığı mucizeleri bir bir yazsın diye, unutulmasın diye, gelecek kuşaklar onları bilsin, onlar da kurtuluş yolunu seçsinler diye, onu bu kutsal adamın yanına katmıştı. Bu Tanrı'nın ona verdiği bir ödevdi, şüphe etmiyordu. Okuma yazma biliyordu; bu bakımdan, ağır bir sorumluluk düşüyordu ona: Bütün kaybolmak üzere olanları yakalamak, sayfalara yazarak onları ölümsüz yapmak ödeviydi bu. Havariler, varsın ondan nefret etsinlerdi, bir zamanlar vergi toplayıcısı olduğundan varsın yanına gitmesinlerdi. Tövbe etmiş bir günahkarın, hiçbir günah işlememiş bir adamdan daha iyi olduğunu onlara şimdi gösterecekti. (Matta)

663 - Biz kendi tarafımızdan, siz zavallılar için çalışıyoruz, sizler kurtulasınız diye. Siz de kendinizce bize yardım edebilirsiniz, bizi açlıktan ölmeye bırakmayın. İnsanlığı kurtarmak için, azizlerinde dahi yemek yemesi gerektiğini unutmayın.

664 - Kurtarılırsanız, ey zavallı yaratıklar, bana verdiğiniz ekmek, zeytin ve yağ sayesinde kurtulmuş olacaksınız!

667 - Toprağı kazacağına, tahta oyacağına ya da balık avlayacağına hala gölgesiyle mi boğuşup duruyordu; bir eş alsaydı ya kendine (kadınlar da Tanrı'nın yaratıklarıydı), onunla yatsaydı ya!

668 - Başörtüsünü unutarak saçları omuzlarında darmadağın dışarı fırladı....mavimsi siyah saçları yere saçılmıştı, yine o eski lanetli koku duyuluyordu.

669 - Bütün günahların bağışlandı, çünkü çok sevdin.

670 - Sana bakıyorum, çünkü kadın erkeğin vücudundan çıktı, ama bedenini hala onunkinden ayıramıyor. Ama senin, göğe bakman gerek, çünkü erkeksin, erkek Tanrı tarafından yaratılmıştı. (Magdalena, İsa'ya)

677 - Bütün ruhlara üfleyebilseydim ah, ve bağırsaydım onlara, uyan, diye.

682 - Bedene dikkat etmen doğru bir şeydir. Beden, çölü geçmek için ruhun bindiği bir devedir. Bu yüzden ona bakmak gerekir...

686 - Tantana, yüksek rütbe, ipek, altın yüzükler, bol bol yiyecek ve dünyayı Yahudi topuğu altında duymak: Buydu göklerin hakimiyeti.

711 - Doğruyu yanlışı nasıl anlarsın sen, sen ki bir avuç toprak? Yedi katı vardır hakikatin. En üstte Tanrı'nın hakikati vardır ki insanların hakikatine hiçbir bakımdan benzemez. İşte bu hakikati bağırıyorum kulağına, ey İncil Vaizi Matta....

716 - O bir erkek değildi, sözlere ihtiyacı yoktu. Bir keresinde İsa'ya şöyle demişti: "Efendimiz, bana niçin gelecek hayattan söz ediyorsun? Biz erkek değiliz, başka, sonsuz bir hayat ihtiyacı duymayız, kadınız biz, bizler için erkeklerle geçirdiğimiz bir an sonsuz cennettir, sevdiğimiz erkekten uzak bir an ise, sonsuz cehennem. Biz yeryüzünde sonsuzluğu yaşıyoruz."

721 - Bazen bir kadının sözleri erkeğe sevinç verir, bazen de öfke. Magdalena bunu bildiği için susuyordu.

735 - Ne diye burada oturmuş, yiyor, içiyor, ateş yaktırıyor ve öğle akşam sofra kurduruyordu! Zamanını boşuna harcıyordu. Dünyayı böyle mi kurtaracaktı? Kendinden utanmıyor muydu?

760 - Ama Tanrı böyle kendine işkence etmesine izin veriyor, herhalde sevdiği için onu cezalandırıyor, yaşlı adam böylece avuntu buluyor, diye düşünüyordu.

762 - Kadınların önsezilerine inandığı için yüreği hop etmişti. 

787 - Sonra canlılarla ölüleri yargılamak için bütün ihtişamımla döneceğim.
Ne zaman?
Beni görmeden şimdiki kuşağın çoğu ölmeyecek.

792 - ...vergi toplayıcısını kucaklayarak dudaklarından öptü. (Petrus, Matta'yı)

798 - Kimi seçsin istiyordun Magdalena? Yel değirmeni Petrus'u mu, budala Yahya'yı mı, yoksa seni mi, seni, bir kadını?

800 - Kutsal yasa ile oraya erişemiyor musun peki? Kutsal yazılarımızın ne dediğini bilmiyor musun ki? Bu yasa, Tanrı dünyayı kurmadan dokuz yüz on dört kuşak önce konmuştu. Postunu verecek hayvan o sırada bulunmadığından, parşömen kağıdı üstüne yazılmamıştı; tahta üstüne de yazılmamıştı, çünkü ağaç filan yoktu; taş üstüne de yazılmamıştı: Henüz taş da yoktu. Rabbin sol kolu üstündeki  beyaz ateş üstüne kara alevlerle yazılmıştı.

810 - Havarilerin yemeği bitmişti. Söz dinlemek üzere gevezeliklerini kısa kestiler. Marta sofrayı temizledi; iki Maria İsa'nın ayakları dibine çöktüler. Ara sıra biri ötekinin kollarına, göğsüne, gözlerine, ağzına ve saçına bakıyor, hangisinin daha güzel olduğunu kaygı içinde hesaplıyorlardı.

843 - Sen yazasın diye konuşmuyorum Matta. Tevekkeli değil katiplere horoz demişler. Kalemini kağıdını alıp ateşe atasım geliyor.

867 - "Tanrı'nın ve efendimizin buyruğuna karşı gelemeyiz. Peygamberlerin dediği gibi senin görevin ölmek, efendimiz; bizimkiyse, yaşamak; yaşayalım ki, söylediğin sözler kaybolup gitmesin. Onları kutsal yazılara katacağız, yasalar yapacağız, kendi havralarımızı kuracağız, kendi yazıcılarımız ve Farisilerimiz olacak."

İsa dehşete kapılmıştı. "Sen ruhu çarmıha geriyorsun, Yakup," diye bağırdı. "Hayır, hayır, böyle yapmanızı istemiyorum!"

879 - ...Yahuda'nın ağır kokulu ağzı kendisininkine yapıştıktan sonra ancak...

881 - "Bıçağını kınına sok," diye buyurdu. "Bıçağa bıçakla karşı geleceksek, dünya ne zaman bıçaklamalardan kurtulur sonra?"

927 - Dünyada yalnızca bir kadın var, sayısız yüzlü bir tek kadın. Biri düştü mü biri çıkıyor. Maria Magdalena öldü. Lazar'ın kızkardeşi Maria yaşıyor ve bizi bekliyor, seni bekliyor. Magdalena'nın ta kendisi ama başka bir yüzü var. Dinle bak... Yeniden iç çekti. Gidip avutalım onu. Rahminde, senin için Nasıralı İsa, senin için sevinçlerin en büyüğünü saklıyor. Bir oğul, senin oğlunu.

931 - Böyle gelir Kurtarıcı dediğin: yavaş yavaş bir öpüşten ötekine, oğuldan oğula. Budur yol.

933 - Kadın cennetin kapısına gelince durup soracaktır, "Rabbim, dostlarım da girsin mi içeri?" diye. 
"Ne dostları?" diye soracaktır Tanrı.
"Yanımdakiler; hamur teknesi, beşik, lamba, testi ve tezgah. Onları almazsam yanıma ben de girmem içeri."
İyi yürekli Tanrı gülecektir:
"Siz kadınsınız, sizden lütuf esirger miyim? Girin hepiniz de." Cennet hamur tekneleriyle, beşiklerle ve tezgahlarla öylesine dolu ki, azizlere yer kalmadı."

936 - "Her kadının rahminde sessiz ve yumuşak bir bebek vardır. Açın kapıları, çıksın dışarı! Gebe kalmayan katildir... Ağlıyor musun Maria?"

"Ne diyebilirim ki efendimiz? Kadın başka nasıl karşılık verebilir ki?"
Marta kollarını iki yana açtı. "Biz kadınlar,"dedi, "kapanmayacak şekilde açılmış bulunan iki koluz. Gel efendimiz. Otur. Buyur. Evin efendisi sensin."

940 - Tanrı görmesin diye işli yorganın altına gizlendiler ve birbirlerini okşamaya başladılar.

947 - Adından ona neydi, nereden geldiği ve biçim olduğu, yüzünün rengi, güzelliği veya çirkinliği? Yeryüzünün kadınsı yüzüydü, işte o kadar. Rahmi onu boğuyordu; içinde sayısız oğullar, kızlar soluk alamadıklarından, dışarı çıkamadıklarından boğulur gibiydiler. Onlara yol açsın diye gelmişti erkeğine. 

948 - Marta ile Maria hangisi daha çok doğuracak diye yarışıyorlardı.

959 - Tarla fareleri ve sincaplar gibi avludaki ağaçlara, duvarlara tırmanacaklar neredeyse. Ölüme savaş açtık Maria. Kadınların uzuvları kutlu olsun. Belığınki gibi yumurtayla dolu, her bir yumurta bir insan. Ölüm bizi yenemez.

960 - Maria uzun saçlarını sallayarak güldü, "Onlar erkek kaygıları," dedi. "Hayır, Tanrı'nın rahmetini aradığım yok.Ben bir kadınım. Kocamda arıyorum rahmeti.Tanrı'nın kapısını da çaldığım yok, çalıp da dilenci gibi cennetin sonsuz renklerini aradığım yok. Sonsuz zevkleri erkeklere bırakalım!"

"Sonsuz zevkleri erkeklere mi?" dedi İsa çıplak omuzlarını okşayarak. "Sevgili karım, yeryüzü bir harman yeri. Burada kendini nasıl kilitlersin, kaçmak istemezsin?"

"Bir kadın ancak sınırlar içinde mutlu olur. Biliyorsun bunu efendimiz. Kadın bir haznedir, fışkıran kaynak değil."

969 - "Bu dünyanın pisliğinde, yoksulluğunda, çürümüşlüğünde Çarmıha Gerilen ve Dirilen İsa, namuslu, hakkı yenmiş olan kimselerin biricik avuntusu oldu. Doğru, yanlış ne fark eder! Dünya kurtulsun yeter!"

"Yalanla kurtulacağına, hakikatle yok olması yeğdir dünyanın."

970 - "Hayır susmayacağım. Hakikati aldatmayı umursamıyorum, onu görmüş olayım olmayayım, çarmıha gerilmiş olsun olmasın ne fark eder... Ben hakikati yaratıyorum, inat, özlem ve inanötan yaratıyorum onu. Onu bulmak için çabaladığım yok. Ben kuruyorum onu. İnsandan daha yüksek kuruyorum, böylece insanı büyütüyorum. Dünya kurtulacaksa. Senin çarmıha gerilmen -işitiyor musun- gerekli, ille de gerekli, sen ister ise, ister isteme, ben seni çarmıha gereceğim. Dirilmen ille de gerekli senin için, ister iste, ister isteme, ben seni dirilteceğim. Sen istersen burada sefil köyünde otur, beşik, tekne ve çocuk yap. Bilmek istiyorsan,  havaya senin biçimini zorla vereceğim. Vücudunu, dikenli tacını, çivilerini, kanı... Bütün bu işler kurtuluş mekanizmasının birer bölümü. Her şey gerekli. Yeryüzünün ta ucunda da sayısız gözler yukarı bakıp seni havada çarmıha gerilmiş görecekler. Ağlayacaklar, gözyaşları da ruhlarını günahlarından arıtacak. Ama üçüncü günü seni mezardan kaldıracağım, çünkü dirilme olmadan kurtuluş olmaz. En korkunç düşman ölümdür. Ölümü yok edeceğim. Nasıl mı? Seni, İsa, Tanrı'nın oğlu, mesih olarak dirilterek! (...) Artık asna ihtiyacım bile yok. Hareket ettirmiş olduğun çark hızını aldı. (...) Sevin, diyerek, insanlığın içinde yaşayan bütün meleklerle cinleri salıvermiş oldun. 'Sevgi' senin sandığın gibi basit, durgun bir söz değil. Sevgide katliama uğrayan ordular, yanan şehirler ve bol kan vardır. Kan dereleri, gözyaşı dereleri. Dünyanın yüzü değişti. Şimdi sen istediğin kadar bağır, bağırmaktan sesin kısılsın. 'Ben öyle demek istmedim. Sevgi değil bu. Birbirinizi öldürmeyin! Hepimiz kardeşiz! Durun!' diye bağr istediğin kadar... Nasıl dururlar! Olan olmuştur artık!" (Paul)

983 - "Sus, efendimiz!" diye bağırdı Maria. "Bizim kadın olduğumuzu unutuyorsun, zayıf olduğumuzu..."

"Bağışla beni Maria,"dedi İsa. "Unuttum. Yürek yokuş çıkarken unutur böyle, amansız olur."

994 - Gençliğimde dünyayı kurtarmaya çıktım. Sonradan kafam olgunlaştıktan sonra hizaya geldim. İnsanların hizasına. İş görmeye başladım: Toprağı sürdüm, kuyular kazdım, asma ve zeytin diktim. Kadın bedeni aldım kollarımın arasına, insanlar yarattım, ölümü yendim. 

997 - Böyle mi yenilir ölüm? Çocuk yaparak, Şaron için lokma hazırlayarak! Çocuk dediğin nedir ki, Şaron'a lokma! Et pazarı oldun onun için, yiyecek et verip duruyorsun ona. Hain! Kaçak! Korkak!

1004 - Matta inliyordu: "Bütün ekmeğim boşa gitti, boşa, boşa! Sözlerini ve hareketlerini peygamberlerinkiyle ne güzel uyuşturmuştum! Kolay iş değildi, ama başarmıştım. Kendi kendime geleceğin havralarında dindarların kalın altın kaplı kitapları açıp: Bugünkü dersimiz Matta'ya göre İncil'den, diyeceklerini umardım hep. Bu düşünce bana kanat verir, yazar dururdum. Ama şimdi bütün ihtişam duman oldu gitti. Nankör seni! Okuma yazma bilmez adam! Hain! Sende suç. Çarmıha gerilmen gerekti. Evet, sırf benim uğruma bile olsa, bu yazılar kurtulsun diye çarmıha gerilmen gerekti!"
















































05 Temmuz 2019

Geri geldim

Selam size insan kardeşlerim, ne yaptınız?

Uzun zaman oldu. Yazmanın saçma geldiği bi dönemdi yine. Kitap alıntıları hariç yazacağım her şey anlamsız olacak gibiydi. Aslında hala öyle geliyor da kurtlandım bi kere. Kendimi çok büyümsemezsem yazdıklarım daha katlanılabilir gelir belki. Bana. Gelmezse de onu o zaman düşünürüm. Şu an yazmak istedim işte.

Geçen sene goodreads'te kendime 40 kitap hedefi koyup tutturmayı becerince bu sene yeni Türkçe kitaplar aldım. Yıllardır okumayı düşündüğüm bir sürü kitap rafta duruyor. Yavaş yavaş, seve seve okuyorum. Hakedilmiş okumalarım. Rasgele değil, uzuun uzun düşünülüp seçilmiş, bu sene bunları okuyacağım diye kararı önceden verilmiş kitaplar. Yazarların çoğu kadın. Büyük büyük erkek yazarların iş kadınlara gelince saçmalamasına katlanamaz oldum iyice. E her romanda konu illa bi noktada kadına geliyor ister istemez. Kadının da insan olduğu gerçeği, yani estetikten, güzellikten, analıktan ya da şehvetten ibaret olmadığı gerçeği anca son yüzyılda keşfedilmiş. Yani pek çok insan yazar da olsa, anarşist de olsa, hümanist de olsa ya da ne bileyim toplumun ezilenlerini çok iyi anlayıp anlatabiliyor da olsa, kadını belli tanımlara hapsetmekten kurtulamamış çünkü öyle bi derdi olmamış. Sebebi hakkında pek çok tez üretebilirim ama gecenin üçünde daha fazla derinlere girmeyeyim. Kısacası demem o ki, küçüklüğümden beri kadın konusuna kafam takık. Sanırım bu hep böyle gidecek. Eve misafir gelince çayı kadının koymasının gerektiğini düşünen zihniyetle de asla barışamayacağım galiba. Kendimi bildim bileli bu durum zerre yumuşamadı çünkü. Daha kutsal dertlere kafamı takabilirim elbet; halkların kardeşliği, işçilerin birleşmesi, adalet, çocukların ölmesi, mülteciler vs. Ama içimdeki bu küçük çay kavgasını görmezden gelip onlara kafa yorarsam, o, duyar kasmak oluyor. İçten gelen bi davam var, görmezden gelemiyorum. "Neden geleyim?" sorusu gereksiz, gelemiyorum çünkü, imkansız. Derdim sadece çayla da değil. Güzellik standartlarına uymaya çalıştığımız kapitalizmle de. Bu devirde erkeklere rest çekmek kolay (görsel ve sosyal medyada) ama kapitalizme? Makyaja, markalara? Özgür olmak için ŞU rimeli kullanmam gerektiğini söyleyen reklamlara? Neyse, yine başladım büyük büyük konuşmaya. Aslında okuduğum kitaplarla ilgili yazmak istiyorum, diyecektim. Ama alıntıları buraya not etmeye başlayınca işin içinden çıkamıyorum, uzayıp gidiyor. Şimdilik geri döndüm, halledicem.

Örgü örüyorum. Bi set ipim vardı, renkli, onları birleştirip ilk defa hırka ördüm. Tarifi yanlış anlamışım, tunik , uzun bi hırka oldu, ama rengarenk, güzel. Fotoğrafını üşenmeyip koyucam sonra.Örgülere, el işlerine ayrı bi yazı hazırlıycam. (Vaat yazısı oldu mübarek). Yine çok sevmediğim, örmesi zor olan bi ip setim vardı, yazlık bluz örmeye çalışıyorum, biterse onu da koyarım. Ucuz diye ip almayı bıraktım, elimdekiler bitinceye kadar almıyorum. Sonra da ip tercihlerim daha bilinçli olacak. Yıkanabiliyor mu, ne tip şeyler örülüyor vs, hepsini düşüneceğim. Ben bunla bi şey yaparım  deyip almak yok artık. Fazla eşya dert. Mari Kondo işine ben de girdim bu arada. O kadının videosunu yıllar önce Youtube'da görmüştüm, katlama tekniklerini falan. Ama üşenmiştim uygulamaya. Netflix'le birlikte tekrar meşhur olunca gaza geldim denedim. Çekmecelerde çok işe yarıyor gerçekten, bir sürü yer açıldı, içim açıldı. Sürdürülebilirliği de o kadar sorun olmadı. En son çoraplarımı bile sırt sırta verip dizdim. Zaten bi şeyleri düzenlemek, hayata kitap rafı muamelesi yapmak huzur veriyor bana. Kendi dağınıklığı içinde huzur bulan insanlardan değilim. Düzenli deli manyaklar için gerçekten iyi bi yöntem, yaşam biçimi. Yoksa herkese göre değil kanımca.

Evde bir sürü yapılacak iş var, damlatan lavabonun tamiri, balkonun temizlenmesi, badana, kapılara kilit takılması, gibi... Lavabo hariç diğerleri olmazsa olmaz değil, o yüzden 2 yıldır öylece duruyor. Durduğu için durduğu yerde, çok da önemli olmadığı halde derde dönüşüyor. Hareketsiz yaşam biçimi ve bol yemek, sigara, alkol de ayrı bi dert. Kısacası hayatı bi toparlama ihtiyacı hissettiğim zamanlardayım. Belki de bu yüzden buralara geldim tekrar. Hareketlenme istediğim zaman takılıyorum genelde bu civarda.

O zaman, şimdilik iyi geceler yedi cüceler, yakın zamanda tekrar görüşmek dileğiyle...
Kanatlı Kedi

Ek: İzlediğim filmler, diziler de var, Netflix'i iptal edince özgürleşen film tercihlerim var, bunlar da hep birikti. Mutlaka döneyim ben buralara.