Melabaaa,
Nabersiniz?
İş arkadaşlarımdan birinin blog yazdığını öğrenip bloğunu okuyunca benim de yazasım geldi. Blog yazmak ne güzel şey, hangi dilde olursa olsun (Google Çeviri sağolsun), içten gelerek yazılmış bi bloğu okumak ne güzel şey... 30 yaşına yaklaşmış bu arkadaş, doğum günü öncesi kafa karışıklıklarını, paniklerini, düzgün sayılan o hayatı kuramayışını, yirmili yaşlardaki arkadaşlarının gelecek hakkında büyük büyük laflar edişini, otuz yaş üstü arkadaşlarının o yüksek standartlı hayatlardan uzak oluşlarını ve bunların kendisinde arada bir yarattığı panik duygusunu yazmış. Ben de yarın otuzbir olacağım. O büyük büyük hayaller kuran ilk kategoriye girmediğim kesin. Yaşımı ve yaşamımı söylediğimde insanların vaaaaoouv diye (niye öyle diyeceklerse) ya da hiç olmazsa takdir eden bir tepki vermedikleri de kesin. Misal yakında Türkiye'ye, akraba ziyaretine gideceğim. Lise, üniversite vs ile uğraşmaya başlamış yeğenler her gittiğimde benim hangi bölümü bitirdiğimi soruyorlar ve ne iş yaptığımı. Hadi yetişkinler neyse de, (onlarla tartışabiliyorum ya da he deyip geçebiliyorum), çocuklara bi cevap verememek çok kötü. He deyip geçesim çoğu zaman gelmiyor da, geçsem bile peşini bırakmıyorlar, sormaya devam ediyorlar. Ulen ben sizin yaşınızdayken öyle miydim artisler, gidin odanızda oynayın, falan da diyemiyorum tabi. Sormasın mı çocuklar? Sorsunlar. Ama çocuk milletine "evet, mühendislik bitirdim ama sevmedim, sonra sosyolojiye başladım, yarım bıraktım, sonra dilini bilmediğim bi ülkede yaşadığım için amelelik yapıyorum ama sevdiğim işi yani elişi yapıyorum. Evet, ilkokul mezunu anneniz benden çok daha güzel yapardı bu işi, bunun için o kadar okumaya gerek var mıydı, yoktu, evet." demek de olmuyor...
Halbulki insanlara hesap verme kısmı olmasa, hayatımdan gayet memnunum. Otuzbir olmuşum. Sakinlemişim biraz. Paniklerim azalmış. Kendime uygun bi iş bulmuşum, olabildiğince az insanlı, elim de yatkın. El ağrısından haftaiçi kendi elişlerimi yapamıyorum ama şimdilik olsun, idare ediyor. İnsan tanıyorum. Hollandaca ve İngilizce duyuyorum, konuşuyorum. Bi sürü hikaye birikiyor, gelip geçiyor gözümün önünden. Sinirleniyorum, şirkete, sisteme... Konuşuyorum, kavga etmeden, istifa etmeden çalışmayı öğreniyorum. Sebzeye yoğurt kattığımı görüp şaşıran Hollandalılara gülüyorum, onlar da bana gülüyor. Bana gülünmesi hoşuma gidiyor. Bol bol sesli kitap dinliyorum. Bisiklete biniyorum. Yargılayan insanlardan uzak duruyorum. Aslında olabildiğince az insan görüyorum, çok iyi geliyor. İnsanlarla düzenli, sürdürülebilir, sağlıklı ilişkiler kuramadığımı, kendi başıma takılınca daha huzurlu olduğumu kabulleniyorum. Hepimiz sosyal olmak zorunda mıyız? Değiliz. Çekingen/içe kapanık/hüzünlü/gerçekçi/sessiz sakin/konuşmayan insanları kendi haline bırakmak çok mu zor sevgili insan kardeşlerim?
İşte hiç konuşmasam bile insan görüyorum ya, bu bana yetiyor, "bugün de sosyalleştik çok şükür" deyip evime geliyorum, u. da geç kalacaksa, oh, ne güzel. Evet bazen o'nun bile etrafta olmaması çok iyi geliyor. Başlangıçta böyle değildim. O çevremde değilse eksiklik hissederdim. Ben sosyalleşmiyorum, o benden ayrı sosyalleşiyor diye, kıskanırdım. Kadın-erkek kıskanması değil bu. Daha sosyal olanı kıskanma hali. Şimdi, hem çalıştığımdan, hem de buna kafa yorup, kendimle uzun uzun dertleştiğimden olsa gerek, kendimi yeterince sosyal hissediyorum. Dolayısıyla kendimle takılmak daha bi tatlı, özlüyorum.
İşte çocuk, sen sen ol, genç yaşında olabildiğince alış sosyalleşmeye. İnsanların seni bastırmasına izin verme. Spor yap, vücudunla barış, ailenin, arkadaşlarının doğrularına bağlanıp kalma. Kıyafetlerinle barış, modayı boşver, özgürlüğün için, özgünlüğün için savaş. Ama en önemlisi, ne yapmak istediğini iyi düşün. Ailen istiyor diye, puanın da tutuyor diye kalkıp bilmediğin bi bölüme gitme. Matematiğin iyi diye gıda mühendisliğine girme, lanet olası biyoloji ve kimyadan ibaret o bölüm.
Ama bunların hepsini ta lisede görüp, doğru kararı vermek çok mümkün değil. Üniversiteye girdin, e bu olmamış, mı dedin, olsun, her şeyin sonu değil. Kendi yolunu bi şekilde çizersin. Tek yol üniversite değil. Kesin bildiğim iki şey var: 1)Ailenin yanında kalma üniversitede, İstanbul'daysan da başka bir şehre git. Biliyorum, ailen benimki gibi, asla özgür ve kendinden sorumlu olamazsın. 2) Mümkünse üniversitedeyken yurtdışına çık, gezmeye olsun, Erasmus'a olsun... Domuz yiyen insanlara karşı olan korkunu yen. Al bu da bonus: Özgüvenin olsun, altı dolu olsun. Boşa sallama.
Nerden nereye geldim... Çocuğa karşı kendi hayatımı savunurken nasihat vermeye başladım. İşte bu noktada bir ebeveyn gelip çocuklarını kışkırttığımı düşünür diye rahatça konuşamıyorum da. Ki kışkırtıyorum evet, çünkü bu gerekiyor. Kendimden ve benimkine benzer ailelerden biliyorum.
Otuzbir oluyorum, yine ve hala geçmişi kurcalıyorum. Geçmişimi geride bıraktığım bi sene olsun dilerim bu sene. Geçmişteki herkesi affedeyim, hoşgöreyim artık. Bu suçlamalar omzumda yük, kendime bahane...
Ayrıca son zamanlarda kafamın içinde dönüp duruyor: Zamanın geçmesi ne güzel şey değil mi? Ya geçmeseydi? Her şey geçmişte kalıveriyor. Ayrıca bulutlar ve yapraklar da çok güzel. Bi ağacın gövdesinin dibinde durup, kafamı kaldırıp yapraklarına doğru bakıyorum, en kötü havada bile bi şeyleri anladığımı hissediyorum. Anlamak için doğmuşum gibi geliyor. Hepimizin tek bir amacı varmış, anlamak. Koştururken hep unutuyormuşuz da, durup, telefon kurcalamayı bırakıp, gözlerimizi yaprakların arasından bulutlara doğru dikince anlamaya başlıyormuşuz gibi...
Nabersiniz?
İş arkadaşlarımdan birinin blog yazdığını öğrenip bloğunu okuyunca benim de yazasım geldi. Blog yazmak ne güzel şey, hangi dilde olursa olsun (Google Çeviri sağolsun), içten gelerek yazılmış bi bloğu okumak ne güzel şey... 30 yaşına yaklaşmış bu arkadaş, doğum günü öncesi kafa karışıklıklarını, paniklerini, düzgün sayılan o hayatı kuramayışını, yirmili yaşlardaki arkadaşlarının gelecek hakkında büyük büyük laflar edişini, otuz yaş üstü arkadaşlarının o yüksek standartlı hayatlardan uzak oluşlarını ve bunların kendisinde arada bir yarattığı panik duygusunu yazmış. Ben de yarın otuzbir olacağım. O büyük büyük hayaller kuran ilk kategoriye girmediğim kesin. Yaşımı ve yaşamımı söylediğimde insanların vaaaaoouv diye (niye öyle diyeceklerse) ya da hiç olmazsa takdir eden bir tepki vermedikleri de kesin. Misal yakında Türkiye'ye, akraba ziyaretine gideceğim. Lise, üniversite vs ile uğraşmaya başlamış yeğenler her gittiğimde benim hangi bölümü bitirdiğimi soruyorlar ve ne iş yaptığımı. Hadi yetişkinler neyse de, (onlarla tartışabiliyorum ya da he deyip geçebiliyorum), çocuklara bi cevap verememek çok kötü. He deyip geçesim çoğu zaman gelmiyor da, geçsem bile peşini bırakmıyorlar, sormaya devam ediyorlar. Ulen ben sizin yaşınızdayken öyle miydim artisler, gidin odanızda oynayın, falan da diyemiyorum tabi. Sormasın mı çocuklar? Sorsunlar. Ama çocuk milletine "evet, mühendislik bitirdim ama sevmedim, sonra sosyolojiye başladım, yarım bıraktım, sonra dilini bilmediğim bi ülkede yaşadığım için amelelik yapıyorum ama sevdiğim işi yani elişi yapıyorum. Evet, ilkokul mezunu anneniz benden çok daha güzel yapardı bu işi, bunun için o kadar okumaya gerek var mıydı, yoktu, evet." demek de olmuyor...
Halbulki insanlara hesap verme kısmı olmasa, hayatımdan gayet memnunum. Otuzbir olmuşum. Sakinlemişim biraz. Paniklerim azalmış. Kendime uygun bi iş bulmuşum, olabildiğince az insanlı, elim de yatkın. El ağrısından haftaiçi kendi elişlerimi yapamıyorum ama şimdilik olsun, idare ediyor. İnsan tanıyorum. Hollandaca ve İngilizce duyuyorum, konuşuyorum. Bi sürü hikaye birikiyor, gelip geçiyor gözümün önünden. Sinirleniyorum, şirkete, sisteme... Konuşuyorum, kavga etmeden, istifa etmeden çalışmayı öğreniyorum. Sebzeye yoğurt kattığımı görüp şaşıran Hollandalılara gülüyorum, onlar da bana gülüyor. Bana gülünmesi hoşuma gidiyor. Bol bol sesli kitap dinliyorum. Bisiklete biniyorum. Yargılayan insanlardan uzak duruyorum. Aslında olabildiğince az insan görüyorum, çok iyi geliyor. İnsanlarla düzenli, sürdürülebilir, sağlıklı ilişkiler kuramadığımı, kendi başıma takılınca daha huzurlu olduğumu kabulleniyorum. Hepimiz sosyal olmak zorunda mıyız? Değiliz. Çekingen/içe kapanık/hüzünlü/gerçekçi/sessiz sakin/konuşmayan insanları kendi haline bırakmak çok mu zor sevgili insan kardeşlerim?
İşte hiç konuşmasam bile insan görüyorum ya, bu bana yetiyor, "bugün de sosyalleştik çok şükür" deyip evime geliyorum, u. da geç kalacaksa, oh, ne güzel. Evet bazen o'nun bile etrafta olmaması çok iyi geliyor. Başlangıçta böyle değildim. O çevremde değilse eksiklik hissederdim. Ben sosyalleşmiyorum, o benden ayrı sosyalleşiyor diye, kıskanırdım. Kadın-erkek kıskanması değil bu. Daha sosyal olanı kıskanma hali. Şimdi, hem çalıştığımdan, hem de buna kafa yorup, kendimle uzun uzun dertleştiğimden olsa gerek, kendimi yeterince sosyal hissediyorum. Dolayısıyla kendimle takılmak daha bi tatlı, özlüyorum.
İşte çocuk, sen sen ol, genç yaşında olabildiğince alış sosyalleşmeye. İnsanların seni bastırmasına izin verme. Spor yap, vücudunla barış, ailenin, arkadaşlarının doğrularına bağlanıp kalma. Kıyafetlerinle barış, modayı boşver, özgürlüğün için, özgünlüğün için savaş. Ama en önemlisi, ne yapmak istediğini iyi düşün. Ailen istiyor diye, puanın da tutuyor diye kalkıp bilmediğin bi bölüme gitme. Matematiğin iyi diye gıda mühendisliğine girme, lanet olası biyoloji ve kimyadan ibaret o bölüm.
Ama bunların hepsini ta lisede görüp, doğru kararı vermek çok mümkün değil. Üniversiteye girdin, e bu olmamış, mı dedin, olsun, her şeyin sonu değil. Kendi yolunu bi şekilde çizersin. Tek yol üniversite değil. Kesin bildiğim iki şey var: 1)Ailenin yanında kalma üniversitede, İstanbul'daysan da başka bir şehre git. Biliyorum, ailen benimki gibi, asla özgür ve kendinden sorumlu olamazsın. 2) Mümkünse üniversitedeyken yurtdışına çık, gezmeye olsun, Erasmus'a olsun... Domuz yiyen insanlara karşı olan korkunu yen. Al bu da bonus: Özgüvenin olsun, altı dolu olsun. Boşa sallama.
Nerden nereye geldim... Çocuğa karşı kendi hayatımı savunurken nasihat vermeye başladım. İşte bu noktada bir ebeveyn gelip çocuklarını kışkırttığımı düşünür diye rahatça konuşamıyorum da. Ki kışkırtıyorum evet, çünkü bu gerekiyor. Kendimden ve benimkine benzer ailelerden biliyorum.
Otuzbir oluyorum, yine ve hala geçmişi kurcalıyorum. Geçmişimi geride bıraktığım bi sene olsun dilerim bu sene. Geçmişteki herkesi affedeyim, hoşgöreyim artık. Bu suçlamalar omzumda yük, kendime bahane...
Ayrıca son zamanlarda kafamın içinde dönüp duruyor: Zamanın geçmesi ne güzel şey değil mi? Ya geçmeseydi? Her şey geçmişte kalıveriyor. Ayrıca bulutlar ve yapraklar da çok güzel. Bi ağacın gövdesinin dibinde durup, kafamı kaldırıp yapraklarına doğru bakıyorum, en kötü havada bile bi şeyleri anladığımı hissediyorum. Anlamak için doğmuşum gibi geliyor. Hepimizin tek bir amacı varmış, anlamak. Koştururken hep unutuyormuşuz da, durup, telefon kurcalamayı bırakıp, gözlerimizi yaprakların arasından bulutlara doğru dikince anlamaya başlıyormuşuz gibi...