31 Mart 2016

Kitap: Kazancı Yokuşu

İlk defa bi Ferhan Şensoy kitabını satın alıp okudum: Kazancı  Yokuşu. Ekşi'den öğrendiğim kadarıyla bi dönem baskısı tükenmiş, şimdi yeniden basılıyor ama Ferhan Şensoy kitaplarının mütemadiyen az bulunur olması sebebiyle satın aldığıma çok memnun oldum. Kitaplarının pdf versiyonu internette dolanıyor ama sayın Şensoy'un kitabın hakkını vermeden bedava okuduğumu duyarsa nasıl kızacağını düşünüp pdf ini okumaya cesaret edemedim. Zaten özellikle bu tür, akademik derdi olmayan kitapları pdf'ten okumanın -kindleınız olsa bile- tadı olmuyor. Bir de öğrenci halimden çıkıp evhanımı moduna girdiğim için, eskisi kadar para sıkıntım yok. Her bokun pahalılaştığı güzel ülkemizde kitapların pahalı olmasından şikayet etmenin, duruma isyan etmenin benim durumumda manası da yok. Kısacası internetten izlediğim filmlerini, eski oyunlarını hoşgör Ferhan Abim, bak kitabını satın aldım.

İş bu üstteki paragraf, bizim nesilin korsan tüketimden vicdan azabı duyan kesiminin vaziyetini ifade etmektedir.

Kitap her Ferhan Şensoy işi gibi, alışkın olmayana tuhaf, sevenine ise muhteşem gelir. Yüksek sesle okumanızı tavsiye ederim. Gözünüzün önüne Ferhan Şensoy'u getirin, bırakın sesiniz O'nun sesi olsun, mimikleri kitap sayfalarında canlansın. 

Ve fakat deyişini hissedin. N'aber la Yavuz? deyişinde, çocukken bozuk para bulduğunuzda bakkala gidip aldığınız o şey ne ise, onun tadını durup dururken hatırlamış gibi huzur dolun. 

Çarşamba lafı her geçtiğinde "-Çarşambalı mısınız? -Çarşambasızım" repliği gelsin aklınıza. 

Meleg'abla'ya sevgi duyun, aşüftelikleriyle neşelenin, "oh be" deyin muhafazakar zihniyete, oh be! "Yürü be meleg abla!" deyin.

Kazancı Yokuşu'nun kahraman insancıklarına duyduğunuz sempatinin, "sürünsün pezevenkler"e evrilişini görün, kendinizden tiksinin. Sokaktaki insancıklardan nasıl bu kadar tiksindiğinizi anlamaya çalışırken bulun kendinizi. Kitabın etkisi mi bu, yoksa yaşadıklarınız mı, sosyal medya mı, haberler mi? diye sorun. Cevap veremeyin. Gözünüzü açmaya başladığınız yıllarda, üniversitenin başında nasıl ümitli olduğunuzu, insanların içindeki güzellikleri görmeye çabaladığınızı hatırlayın. Metroda, otobüste, asık suratlı insanların arasında, onların içindeki ışığı gören bir tek siz vardınız sanki. Artık hiç bi ışık göremediğinizi fark edin. 

Sıradan, umursamaz insanlardan da, bir şeyleri savunan insanlardan da tiksindiğinizi derinden hissedin. Büyüdünüz artık. Bok varmış gibi, çocuk değilsiniz artık, söyleyin, duyurun büyük büyük adamlara, kadınlara, eşşek kadar oldunuz.

Bu kitap sayesinde, insan sevginizin ne düzeyde olduğunu öğrenmenin yanında, bir de 70lerin Beyoğlu'nda yaşamayı hissedin. Küçük esnafın pisliğini görün, Intercontinental Otel denilen binanın The Marmara olduğunu fark edip kendi kendinize sevinin. 70lerin sigara markalarını öğrenin. Gaz olmadığı için ısınamamanın tuhaf gelişine şaşırın. O zamanki ısıtma sistemlerini çözümlemeye çalışın. Kerhane sahibiyle aynı apartmanda oturmanın nasıl bi şey olduğunu hayal edin. Başakşehir sitelerindeki steril ve tek tip hayatın dışında ne kadar farklı insanlar olduğunu düşünün, şaşırın. 

Bunları yaparken hiç salya sümük olmayın, mütemadiyen gülümseyin, arada bi kahkaha atın, kendi lafınızı bölün çekinmeden. Kitabın sonunda şok olun, karışık duygular içine girin. Çocukluğunuzda adı anılmayan tarihi olayların şimdi size o kadar da uzak/efsane/imkansız gelmeyişine bakın, bi kez daha şaşırın. 

Spoiler:
Kitabın son birkaç sayfasında ters köşe yapmış çok sayın Ferhan Abimiz, bütün kitap boyunca sen güldür güldür, sonunda bir mayıs yetmişyediyi sok gözümüze. Sevdiğimiz, sevmediğimiz, sevip sevmediğimizi bilmediğimiz tüm karakterler ölsün. Bayram yerine giden Kazancı Yokuşu'nun kahraman insancıkları, ne olduğunu anlayamadan ölsün. Sebebini, suçlarını bilemeden ölüversinler. Çok şaşırtmadı bu son beni aslında. Devlet vatandaşını öldürür. Terörist de hakkını savunduğu vatandaşı öldürür. Çok normal artık. En son 2013'te şaşırdım devletin vatandaşını öldürmesine. Artık her şey normal. Normallik çok güzel, gelsene...

Bilgicikler: 

- Yazarın ilk kitabı.

- Kitabın ilk baskısı Nisan 1978'de yapılmış. Şu an piyasada olan 5. baskı ise Aralık 2007 tarihli.

- Kitabın arka kapak yazısını Haldun Taner yazmış, tamamını vikipedi'de bulabilirsiniz fakat Ferhan Şensoy'un üslubunu neden sevdiğini anlattığı bir kısım var ki, duygularıma tercüman olduğundan dolayı alıntı yapmadan edemiyciim: "...Yazgıdaşları imişçesine yansıttığı Kazancı Yokuşu'nun insancıklarını da bu külfetsiz anlatısı içinde bizlere sevdiriyor. Bu insancıklar nasıl ezildiklerinin tortusunu günlük yaşam sevinci içinde unutuyorlarsa, yazar da sanki onlaran biriymiş gibi toplumsal ukalalıklardan, yazarca bilgiçliklere yeltenmeden anlatısının tadını çıkara çıkara onlara ayna tutuyor. Sade onları konuşturduğu diyaloglar değil, kendi gözlemleri, algılamaları, söz dağarcığı, anlatışı, benzetileri ve yorumları bile argo. Öylesine onlardan. Yazımı bile onlarınki gibi yanlış kullanıyor. Bence üslubunu sevimli yapan da bu..."

- Zeki Müren'in Kazancı Yokuşu şiirini de koyalım buraya madem.











18 Mart 2016

Pembe Panjurlu Bir Film: The Intern



Kapitalizmin işine yarayacak eski ve yeni tüm unsurları duygusallık ve nostaljiyle harmanlayıp izleyiciye sunuyor.

1,5 yıl önce kurulmuş, taze bir e-ticaret şirketi. Birden patlamış, gittikçe büyüyor, çalışanları ve kurucusu bu büyümeye ayak uydurabilmek için gece gündüz çalışıyor.

Günümüz beyaz yakalarının ütopyası niteliğinde bir ofis. Herkesin masası ortalıkta, iletişim odaklı. Fakat çalışanlar üstlerinden çekinmedikleri için, gizli gizli facebooka girmek yerine, işlerine odaklanmayı sevdikleri için bu açık ofis ortamı kimse için problem değil. Dolayısıyla iletişim kolay, dolayısıyla verimlilik had safhada. 

Tüm çalışanlar genç,dinamik, neşeli. Gerçek dünyada saçma ve sıkıcı gelecek "instagramda takipçi sayımız bilmemkaçbini aştı, hadi kendimizi alkışlayalım" gibi şirket içi motivasyon zırvaları burada gerçekten işe yarıyor. Herkes gülümsüyor.


Ofis içinde hem yoğunluktan, hem de egzersiz olsun diye oradan oraya bisikletle giden bir patronumuz var: Jules (Anne Hathaway). Genç, şık, güzel ve anlayışlı, insan gibi insan bi patron. filmlerde görmeye alışkın olduğumuz işkadını modellerindeki gibi entrika peşinde de değil. İşini yapıyor, işini yapanı seviyor, o kadar. Kimseye kuyruk sallamıyor, aa ne kadar ilginç değil mi! Ehliyeti kasaptan almamış kadın sürücü görmüş gibi şaşkınız.

Şirket -doğal olarak- yeniliklere açık olduğundan durmadan yeni projeler geliştiriyor. bunlardan sonuncusu: Yaşlı stajyer alımı. Amacın ne olduğunu asla tam olarak anlayamıyoruz. Fikrin sahibi ... "işdünyasında 40 yılını geçirmiş biri, son 4 yıldır ... yapan birine göre şirkete neler katabilir bi düşünsene!" diye açıklıyor. Düşünüyoruz, e evet, tabi ki katabilir. O zaman neden stajyer olarak alıyorsunuz? "Hangi konuma yerleştireceğimizi tam olarak bilemiyoruz", diye cevap vereceğini hayal ediyoruz, "önce deneyip göreceğiz". Sistemin 40 sene aynı şirkette hatta sektörde çalışmanın modern insanı körelttiğini, 5 senede bir eleman değiştirmezse ölecek moduna girdiğini, esnek çalışmanın, gençliğin, dinamikliğin tercih edilmesi gerektiğini söyleyen sanki bu yeniyetme şirketler değil de bizdik, diye laf yetiştirip, boşveriyoruz.

Robert De Niro karizması ve tatlışlığı kılığında çıkıyor karşımıza eski kapitalizm. Telefon defteri üreten bir fabrikada üst makamlarda 40 yıl boyunca çalışmış. 40 YIL! 40 YIL! Yazıyla KIRK YIL! Filmde bunu duyan her karakterle birlikte biz de tekrar tekrar şaşırıyoruz. 

Eski model kapitalizm, işyerinde sadakatin önemini gösteriyor bize öncelikle. Bir stajyer, patron çıkmadan ofisten çıkmaz! Hiç işi olmasa, boş boş takılsa, hatta patronun O'nun ofiste olduğundan haberi olmasa bile çıkmaz. Çok şeker değil miii... İyi bir çalışan bir şey sorulmadan fikrini söylemez. İşini en iyi şekilde ve hızlı yapar, işyerinde önce iştir, geyik yapmaz. Ama gerektiğinde geyiğini de yapar, pozitiftir çünkü, surat asmaz. Neden? Çünkü işini sever, işyerini evi gibi görür. Bunu en çok nereden anlıyoruz biliyor musunuz? Stajyer olarak girdiği bu e-ticaret şirketi, eski çalıştığı telefon defteri fabrikasıdır! Arka taraftaki kocaman çınarların ekildiği günü hatırladığını söylediğinde...aman tanrııım, gözlerimiz dolar... Kalp kalp kalp... Sadakat işte budur. Fakat bunu yalnızca şimdiki işkolik patronu Jules'la konuşurken bir anlamı vardır çünkü O da hayatını bu yarattığı şeye adamıştır, adeta bu şirkete aşıktır. Fakat şirkette çalışan elemanlar için bu manyakça bi şeydir çünkü 40 YIL aynı yerde çalışmak zaten psikopat olmayı gerektirir, üstüne bir de sırf bina aynı diye tekrar aynı yerde işe girmek psycholuk bir durumdur, uzak durmak gerekir. Tabi ki De Niromuz o kadar sevimli, yardımsever ve mükemmeldir ki kimse uzak durmaz. 


Çalışanların -doğal olarak- kıyafet zorunluluğu yoktur. Ama kadınlar her zamanki gibi kendilerine işkence etmeye bayılırlar, topuklu ayakkabılar, yürümeyi zorlaştıracak darlıkta etekler giyer, gün boyu asla bozulmayan makyajla gezerler. Erkekler ise günümüz erkeklerindeki muhteşem özgürlükten hareketle takılırlar: Jules'un sarhoşken ağzından kaçırdığı sıfatla anlatırsak "çocuk gibi" giyinirler. Tişört üzeri gömlek veya kapşonlu hırka, altına sıradan bi pantolon, spor ayakkabı. İşte bu kadar. Saçını taramamak onları daha karizmatik yapar. 

Burada patronumuzun onları çocuk gibi diye tanımlamasından anlamışsınızdır, eski kapitalizmdeki o gentilmen erkeklere hasret kalmışızdır. Kadınların giyinme yoluyla kendilerine işkence etmesi yetmez, erkeklerin de her sabah (pazarları bile) traş olduğu, cep mendili taşıdığı, takım elbise giydiği o eski güzel günleri özlemle anarız. 

Eski kapitalizm bir de sakin olmayı öğretir bize. Deneyimsiz, dinamik olacağım diye götü oturak görmeyen biz cahillere arada bir kendine izin vermeyi, problemler karşısında panik yapmamayı, gözlemlemeyi, kriz anlarında sakin kalıp çözüme odaklanmayı, insanilişkilerinde başarılı olmayı öğütler. Her İK'nın aradığı mükemmel elemandır aslında bu. Tek sorunu "eski" olmasıdır. Yeni kapitalizm "eski" sözcüğünden hoşlanmaz, onun yerine "vintage"ı sever. Eski olanı moda haline getirmeyi sever. Sürekli yenilenmelidir her şey, insanlar, eşyalar, teknolojiler....

Tüm bu yeniliklerin arasında insan ilişkilerinde durmadan sabit kalmanın formülünü arayan insanın dramını da görürüz filmde. İlişkide değişiklik iyi bir şey değildir hala Hollywood'da. Çünkü sevgi saf ve sonsuza dek birlikte olmalıdır, seyirci bunu istiyor. bu konuda da eski kapitalizmimizin temsilcisi De Niro ders verir, adeta şirkettekilerin ilişki danışmanı olur. Zaten kendisinin de çocuğuyla arası iyidir, ölmeden önce karısıyla mükemmeldir (allah rahmet eylesin), iş arkadaşlarıyla iyidir, kadınlara nasıl davranılacağını bildiği için şirketteki diğer yaşlı çalışan masöz Fiona'nın gönlünü kazanır, fanfinifon olur... Her zaman, her yerde doğru bakışı atar, doğruyu söyler, hissedilmesi gereken neyse onu hisseder. Hiç kıskanmaz, durup dururken kızmaz, kimseden nefret etmez, dünya meseleleriyle kendini üzmez, özel hayatında problemleri yoktur... Tek derdi, emekli olduğundan ve karısı da öldüğünden canının sıkılmasıdır. Ciddi bi şeyler yapmak ister. Çalışmazsa kendini işe yarar hissetmez. 



Evet, çalışmazsa kendini işe yarar hissetmez. Hergün 7'de Starbucks'a gidip takım elbiseli, acelesi olan insanların arasında kahve içmesinin sebebi budur. 

Daha diyecek çok şey var muhtemelen. Lafı daha fazla uzatmadan, yazıyı gözden geçirmeden hemen yayınlayayım. Çünkü yeni nesildenim, etraflıca düşünüp, plan yapıp yazacak, sonra tekrar tekrar okuyup hatalarını düzeltecek değilim ya! Sıkılırım onlarla uğraşırken, internette bi şeylere dalar oyalanırım, sonra üşenir vazgeçerim yazıyı yayınlamaktan...

İzleyiniz efendim. Güzel film. Ekşi'de bolca dendiği gibi, battaniyenin altında, sıcak çikolatayla izlenecek sıcacık bi film. Fakat sadece bundan ibaret değil, görmek isteyen gözlere şüphesiz ki pek çok eleştirilecek nokta yaratmışlar.

Not: Filmde bir de çalışan kadının ev hayatını sağlıklı sürdürememesi, iş hayatında cinsiyetçilik, aldat-ıl-ma gibi pek çok ayrı altbaşlık var ki, şimdilik onlara giremedim.









12 Mart 2016

Film: Dört Süper Film Birden (Yerli)

Dün iki süper film birden izledim, sonra bir taneye daha başladım, ikincisi varmış meğer, ardarda iki süper film daha izledim yani. Günde 4 yerli film! Benim standartlarım için fazla, sarhoş etti azıcık ama olsun.


1. Entelköy Efeköy'e Karşı. Filmden beklentim düşüktü, bolca ideoloji pompalayan, az komik, bol mesajlı, üç beş ünlü içeren, oyunculukları vasat bir film bekliyordum. Az buçuk ideolojik mesajı olan yerli filmlerle ilgili kötü anılarım var, bunu da öyle sanıyordum ama illa ki izlemem gerektiğini düşündüğümden aklımın bi köşesinde yazılıydı. Başlayınca anladım ki Yönetmen Yüksel Aksu'ymuş. Ooooo dedim, dur dur dedim, çişimi falan da yapayım, çayımı suyumu hazır edeyim de geleyim... Kısacası beklentim çok düşükken yönetmenin ismini görünce epey yükseldi. Yükselttiğime pişman olmadım, bol bol sesli güldüm, Aşırı'yı çok sevdim. Hem entellerin saçmalamalarına, halkı hiç anlayamayışlarına, aşırı iyimserliklerine, hem de köylülerin saf görünümlü kurnazlıklarına, cahillikten şikayetçi olmayışlarına yer verilmiş. Pek tatlı, Bulutsuzluk Özlemi de pek yakışmış.



-----



2. F Tipi Film. Bunu da çok duymuştum ordan burdan ama afişinin gözümün önünde canlanması dışında konusu ya da yönetmeni/oyuncusu/fragmanı hakkında herhangi bir bilgim yoktu. Siyasi filmlerden beklentim -yine- düşük olduğu için çok araştırmamıştım. Yine yanıldım. (Böyle yanılmalar pek bi güzel). Kısa filmlerden oluşuyor. F tipi cezaevlerinde hücrelerde yaşayan mahkumların hayatları. Filmler hep 4 duvar arasında. Sırrı Süreyya Önder'in yönettiği "tabut" filmi hariç. Oğlunu ziyarete gelen bir ananın güvenlik kontrolü amaçlı soyunmaya zorlanması çok etkileyiciydi. "Ama gerçekten oldu mu bu?" diye bi tek burda sorasım geldi. Diğerleri hep normal geldi. İşkenceye çok yer verilmemiş filmde, daha çok işkencenin sonuçları, psikolojik şiddet öne çıkıyor. Şiddet olsa da çok şaşırmazdım. F tipi dönemini hatırlamasam da, Türkiye'de işlerin ne kadar pisleşebileceğini biliyoruz artık, maruz kalmasak da, yaşayanları biliyoruz. Her türlü kötülüğü bekliyoruz iktidardan. Fakat bir anneyi tamamen soymak? Bu hiç aklıma gelmezdi. Şüpheleniyorsan git orasını burasını elle ara, soymak ne demek? Üstelik arkasında bir erkek gardiyan bekliyor, kadının utanıp sıkılacağını bile bile... F tipi hakkında bilgi vermiyor film, "buna benzer şeyler oldu, bilmiyorsan öğren" diyor. Bilmiyorum gerçekten.




-----



3. Aradan saatler geçtikten sonra aklımdaki bir diğer filme başladım: İnşaat. Emre Kınay ve Şevket Çoruh'u severim, o yüzden yıllardır aklımdaydı bu film. Ama sürekli başka filmler geçti önüne. Sonunda kavuştuk. O da beklediğimden güzeldi, hem komik, hem dertli bi film. Suna Pekuysal'ın cadılıklarını özlemişim. Şevket Çoruh'un konuşmasına bittim, karakterleri çok iyi canlandırmışlar, oyuncu olduklarını neredeyse unutacaktım yani. Umut ve keder kısırdöngüsünü hatırlattı durdu film, her şey bir gün geçer, deyip durdu. 




-----

04 Mart 2016

Kitap: Öykü Sersemi

Sibel K. Türker'den Öykü Sersemi'ni buldum Amsterdam Merkez Kütüphanesi'nde, aldım okudum. Burada Türkçe kitap bölümü var, edebi eserler genellikle. Hiç tanımadığım isimlerle dolu. Kapağını görünce küçümsediğim türden kitaplarla dolu, hani filmi çıkınca günün birinde illaki izlediğimiz ama kitabını görünce burun kıvırdığımız kitaplar, beyaz yaka romantik komedileri, genç kızlık kitapları, çok satan aksiyonlar, dedektiflikler... Bi de bunun yanında Allah'a koşanlar var. Bu raflarla ilk karşılaştığımda, Türkçe kitap yokluğunda sırayla hepsini okumaya karar vermiştim. Hiç bilmediğim türler hakkında ahkam kesmeyi bırakacaktım böylece, ufkum genişleyecekti filan. Rastgele aldığım ve şimdi ismini hatırlayamadığım birkaç kitap acayip sıktığı için, kapattım bu bahsi.

Sözün özü, arada Can Yayınevi'ni görünce yazarı tanımasam bile, akrabalarla dolu düğün salonunda en az benim kadar huzursuz hisseden, yıllardır görüşmediğim kuzenimi görmüş gibi huzur doluyorum. Sibel K. Türker'i de hiç tanımazdım, aslında öykü okumayı pek sevmezdim, tam kurgunun içine girince bitecekmiş gibi korkuturdu kısalığı. Ama çok özlemişim edebiyatı. Tam olarak kalbimi fetheden edebiyatı özlemişim.

Günlük hayatta farkında olmadan yaptıklarımızı açıklayabilen, bunları yeterince tanımlayabilen, ünlem işaretli bir "evet" patlatmamıza sebep olan edebi eserleri seviyorum sanırım. Mutfaktan bilgisayar başına gelene kadar aklımdan neler geçiyor? Bazıları var ki, bunu benden iyi tanımlıyorlar. Ah be.. Nası kıskanıyorum sizi bi bilseniz... Bi tane yazabilsem rahat ölürdüm gibi geliyor. Büyük konuşmamak lazım tabi, insan dediğin doyumsuz olur...

Bu bir tanıtım yazısı değildir elbette. Bi öykü kitabı nasıl tanıtılır ki? Ne gerek var? Diyelim tanıtılır, bana mı kaldı bu görev? Ben bi zamanlar öyküden "kısa" olduğu için uzak duran insan, neyini-nasıl tanıtayım öykünün? Ayrıca, neye faydası var?

Ama bazen oluyor bu sevgili elbetbigünokur, bazen bi şeyleri okurken bi  taraftan yazma isteği bastırıyor. Bana hatırlattıkları mı, nedir bu defteri kalemi önüme çektiren dürtü, bilmiyorum. Yazacak bi şeyim de olmuyor çünkü, öööyle bakıyorum kağıda, tükenmez kaleme. Sorun tükenmez kalemde değil, bende. Beynimin bi yerlerinde gizleniyor, bulamıyorum. Ölene kadar bulamazsam ömür boşa gitmiş olacak. En çok ondan korkuyorum.

Aslında kitabın ismiyle çok fena uyumlu şu aptal ruh halim: Öykü sersemi oldum işte. Bu kadar basit.

İçimden geçen, her öyküyü tekrar okuyup, içimde uyandırdıklarını yazmaktı. Ama üşeniyorum. Ve bu üşenmeyi çok iyi biliyorum, yarım kalacaktır o yazı. O zaman, ne gerek var, neye faydası var? (Ferhan Şensoy izlemeyenler bu faydacı yaklaşımımdan sıkılmış olabilir, diğerlerine tanıdık gelecektir. Özümde bu kadar faydacı değilim. Yok aslında öyleyim. Boşver be güzelim, ne önemi var, neye faydası var!)







02 Mart 2016

Film: Spotlight

Spotlight'ı sonunda izledim. Oscar kazandı diye değil ha,sinemada fragmanını gördüğüm günden beri aklımdaydı. Tamam Oscar alması "hadi artık izle" diye arkamdan ittirmedi değil ama tek etkenin o olmadığını da biliniz lütfen.

Film malumunuz, bir gazetecilik hikayesi. Hayallerimizdeki gazetecilik. Boston Globe Gazetesi'ne yeni bir editör gelir. Baron yani Florida ve Miami'de çalışmış bu yeni adam göz korkutur, işten çıkarma olacak mı gibi sorular sordurtur gizli kapaklı. Sonra bir araştırma konusu verir bizim spotlight ekibine: Katolik kilisesi rahiplerinin tacizine uğrayan çocuklar. Harıl harıl araştırmaya başlar  bizimkiler. Araştırdıkça yeni kaynaklar keşfederler, yeni verilere ulaşırlar, her buldukları veride gittikçe daha çok şaşırırlar. Elbette sonunda haberi yaparlar. Bu söylediklerimin hiçbiri spoiler değil, fragmandan da çıkarılabiliyor. Buradan sonrası spoiler içerebilir.

Filmde canlandırılan karakterler ve hikaye gerçek. Filmin çekimi esnasında oyuncular gerçek spotlight ekibiyle sürekli görüşmüşler. Bunu filmi izlerken de anlayabiliyoruz, duygu sömürüsü yok. Bilgi edindikçe şok olan gazetecilerimizle birlikte birkaç saniye biz de şok oluyoruz. Ama o sırada arkadan daha da etkilenmemizi sağlayacak vurucu bir müzik gelmiyor mesela. Ya da öğrendiklerinden sonra sinirlerine hakim olamayıp iş arkadaşlarına çatan Rezendes'i çok iyi anlıyoruz ama diğer filmlerde bolca yaşadığımız empati sonucu gözyaşlarına boğulma durumunu burada yaşamıyoruz. Neredeyse hiç ağlatmıyor bu film. Ben biraz fazla sulugözüm, Kemal Sunal'ın Şaban filmlerinde bile gözlerim dolabiliyor hala. Yani benim azıcık gözüm dolduysa bu filmde, normal bir insan hiç ağlamaz.

Film, arkaplanda tabi ki Newsroom'u hatırlatıyor ama bunun sebebi gazetecilikle ilgili Spotlight'tan önce izlediğim tek dizinin/filmin Newsroom olması olabilir. Zira iki öykü arasında gerçeğe ulaşmak için çabalayan gazeteciler dışında bir benzerlik yok. Spotlight'ta öne çıkan tek bir karakter yok bir kere, başrolde kim var sorusunun en az 5 tane cevabı var. Ayrıca filmin renk tonları karamsar değil ama iç açıcı sayılacak kadar keskin hatlara da sahip değil. Bir duyguyu dikte etmeyen renkler kullanılmış, soluk, sarı tonları. Bu da bana yine "burada sinirlen, şurada gül, şurada kendini iyi hisset" gibi baskıların olmadığını hissettirdi, rahatlattı. Sanki karşımızda bir film yok da, arkadaşlarımızın hayatını izliyormuşuz gibiydi.

Newsroom ile Spotlight'ı karşılaştırıyorsak madem, bence en önemli fark, karakterlerin sıradan olmasıydı. Newsroom'daki karakterleri bilen bilir, hepsinde ayrı bi ışıltı vardır. Sezonlar izlense bitse bile, Charlie, Maggie, Will McAvoy, MacKanzie, Sampat, Jim Harper, Don Keeper, Sloan Sabbith isimlerini ne zaman duysak bi gülümseme yayılır yüzümüze, ah be deriz, Don nası bi pislikti başlarda da nası sevdirdi kendini eşşek... Tüm şebekliklerinin yanında öyle bi gazetecilik yaparlar, o stüdyoda olmak öyle bi sorumluluk gerektirir ki, hem şebek hem sorumlu insanlar olmaları onları adeta ulaşılmazlaştırır. Süper kahraman olurlar. Hem bizden biri gibidirler hem de değildirler.

Spotlight'taki gazetecilerimiz daha sıradan. Üstün zeka fışkıran esprileriyle ciddi bi konuşmanın ortasında güldürmezler bizi, romantik komedi havası yaratan tatlı aptallıkları da yoktur... Film bittiğinde fanlarından biri, oturup birbirine yakıştırdığı iki karakterin yer aldığı görüntüleri birbirine bağlayıp arkaya müzik eklemek suretiyle romantik bir Youtube videosu da hazırlamayacaktır. Newsroom'da bunun olması çok mümkündü, oldu da netekim. Demem o ki, Spotlight'ta karakterler işini seven, araştırdıkları konuya hayatını adayan ama çok da kahramanlaştırılmayan sıradan insanlardır. Aileleri vardır ama neredeyse hiç tanımayız. Rezendes'in kavgalı olduğu karısı kimdir? Carroll'un buzdolabının üzerine not bıraktığı çocukları ve karısı nasıl insanlardır? Hiç bilmeyiz. Ama buna gerek de duymayız, merak etmeyiz, ettirmez senarist. Karakterleri sevelim diye onlara şebeklik de yaptırmaz.
Gerçek Spotlight ekibi

Film sektöründe çok kullanılan çirkin bulduğum bir taktik var: Gerçek hikayeden uyarlanmış filmde bolca yalan söylemek. Amaç hikayeyi daha çekici kılmak. En son Meryl Streep'in Out of Africa'sında yaşamıştım bunu. Film bitiyor, duygu seli içinde boğuluyoruz, doyamıyoruz, hakkında bi şeyler okuyayım diyoruz, bi bakıyoruz ki filmin en salya sümük yerleri senaristin eklemesiymiş, gerçekte öyle şeyler olmamış. Stephan Hawking'in hayatını anlatan Theory of Everything için de aynı şey geçerli. Karısı filmde anlatılan bazı anları kabul etmiyor.

Aklımda kalan tek soru işareti, gazetecilerin araştırmalar sırasında -filmde yansıtıldığı gibi- hiç ciddi olarak tehdit almadığı doğru mu? Doğru bilgiye ulaşmakta zorlanıyorlar, kaynakları sürekli eksik bilgi veriyor, bu da işi uzatıyor, evet ama kendilerine ya da ailelerine hiç ölüm tehdidi gelmemiş olması tuhaf geliyor. Kurgu filmlerdeki abartılı senaryolara alıştığımdan ya da Türkiye'nin toprağına çok değdiğimden böyle şeyleri düşünüyor olabilirim elbette. Gerçek gazetecinin öldürülmesine, hiç olmazsa hapse atılmasına alışkınız biz.

Kısacası Spotlight, şimdiye kadar edindiğim bilgilere göre, seyirciyi kandıran bir film değil, en çok bu yönünü sevdim. İzleyiniz.

Gerçek Spotlight ekibi için şurayı didikleyebilirsiniz: http://www.historyvshollywood.com/reelfaces/spotlight/