18 Mart 2016

Pembe Panjurlu Bir Film: The Intern



Kapitalizmin işine yarayacak eski ve yeni tüm unsurları duygusallık ve nostaljiyle harmanlayıp izleyiciye sunuyor.

1,5 yıl önce kurulmuş, taze bir e-ticaret şirketi. Birden patlamış, gittikçe büyüyor, çalışanları ve kurucusu bu büyümeye ayak uydurabilmek için gece gündüz çalışıyor.

Günümüz beyaz yakalarının ütopyası niteliğinde bir ofis. Herkesin masası ortalıkta, iletişim odaklı. Fakat çalışanlar üstlerinden çekinmedikleri için, gizli gizli facebooka girmek yerine, işlerine odaklanmayı sevdikleri için bu açık ofis ortamı kimse için problem değil. Dolayısıyla iletişim kolay, dolayısıyla verimlilik had safhada. 

Tüm çalışanlar genç,dinamik, neşeli. Gerçek dünyada saçma ve sıkıcı gelecek "instagramda takipçi sayımız bilmemkaçbini aştı, hadi kendimizi alkışlayalım" gibi şirket içi motivasyon zırvaları burada gerçekten işe yarıyor. Herkes gülümsüyor.


Ofis içinde hem yoğunluktan, hem de egzersiz olsun diye oradan oraya bisikletle giden bir patronumuz var: Jules (Anne Hathaway). Genç, şık, güzel ve anlayışlı, insan gibi insan bi patron. filmlerde görmeye alışkın olduğumuz işkadını modellerindeki gibi entrika peşinde de değil. İşini yapıyor, işini yapanı seviyor, o kadar. Kimseye kuyruk sallamıyor, aa ne kadar ilginç değil mi! Ehliyeti kasaptan almamış kadın sürücü görmüş gibi şaşkınız.

Şirket -doğal olarak- yeniliklere açık olduğundan durmadan yeni projeler geliştiriyor. bunlardan sonuncusu: Yaşlı stajyer alımı. Amacın ne olduğunu asla tam olarak anlayamıyoruz. Fikrin sahibi ... "işdünyasında 40 yılını geçirmiş biri, son 4 yıldır ... yapan birine göre şirkete neler katabilir bi düşünsene!" diye açıklıyor. Düşünüyoruz, e evet, tabi ki katabilir. O zaman neden stajyer olarak alıyorsunuz? "Hangi konuma yerleştireceğimizi tam olarak bilemiyoruz", diye cevap vereceğini hayal ediyoruz, "önce deneyip göreceğiz". Sistemin 40 sene aynı şirkette hatta sektörde çalışmanın modern insanı körelttiğini, 5 senede bir eleman değiştirmezse ölecek moduna girdiğini, esnek çalışmanın, gençliğin, dinamikliğin tercih edilmesi gerektiğini söyleyen sanki bu yeniyetme şirketler değil de bizdik, diye laf yetiştirip, boşveriyoruz.

Robert De Niro karizması ve tatlışlığı kılığında çıkıyor karşımıza eski kapitalizm. Telefon defteri üreten bir fabrikada üst makamlarda 40 yıl boyunca çalışmış. 40 YIL! 40 YIL! Yazıyla KIRK YIL! Filmde bunu duyan her karakterle birlikte biz de tekrar tekrar şaşırıyoruz. 

Eski model kapitalizm, işyerinde sadakatin önemini gösteriyor bize öncelikle. Bir stajyer, patron çıkmadan ofisten çıkmaz! Hiç işi olmasa, boş boş takılsa, hatta patronun O'nun ofiste olduğundan haberi olmasa bile çıkmaz. Çok şeker değil miii... İyi bir çalışan bir şey sorulmadan fikrini söylemez. İşini en iyi şekilde ve hızlı yapar, işyerinde önce iştir, geyik yapmaz. Ama gerektiğinde geyiğini de yapar, pozitiftir çünkü, surat asmaz. Neden? Çünkü işini sever, işyerini evi gibi görür. Bunu en çok nereden anlıyoruz biliyor musunuz? Stajyer olarak girdiği bu e-ticaret şirketi, eski çalıştığı telefon defteri fabrikasıdır! Arka taraftaki kocaman çınarların ekildiği günü hatırladığını söylediğinde...aman tanrııım, gözlerimiz dolar... Kalp kalp kalp... Sadakat işte budur. Fakat bunu yalnızca şimdiki işkolik patronu Jules'la konuşurken bir anlamı vardır çünkü O da hayatını bu yarattığı şeye adamıştır, adeta bu şirkete aşıktır. Fakat şirkette çalışan elemanlar için bu manyakça bi şeydir çünkü 40 YIL aynı yerde çalışmak zaten psikopat olmayı gerektirir, üstüne bir de sırf bina aynı diye tekrar aynı yerde işe girmek psycholuk bir durumdur, uzak durmak gerekir. Tabi ki De Niromuz o kadar sevimli, yardımsever ve mükemmeldir ki kimse uzak durmaz. 


Çalışanların -doğal olarak- kıyafet zorunluluğu yoktur. Ama kadınlar her zamanki gibi kendilerine işkence etmeye bayılırlar, topuklu ayakkabılar, yürümeyi zorlaştıracak darlıkta etekler giyer, gün boyu asla bozulmayan makyajla gezerler. Erkekler ise günümüz erkeklerindeki muhteşem özgürlükten hareketle takılırlar: Jules'un sarhoşken ağzından kaçırdığı sıfatla anlatırsak "çocuk gibi" giyinirler. Tişört üzeri gömlek veya kapşonlu hırka, altına sıradan bi pantolon, spor ayakkabı. İşte bu kadar. Saçını taramamak onları daha karizmatik yapar. 

Burada patronumuzun onları çocuk gibi diye tanımlamasından anlamışsınızdır, eski kapitalizmdeki o gentilmen erkeklere hasret kalmışızdır. Kadınların giyinme yoluyla kendilerine işkence etmesi yetmez, erkeklerin de her sabah (pazarları bile) traş olduğu, cep mendili taşıdığı, takım elbise giydiği o eski güzel günleri özlemle anarız. 

Eski kapitalizm bir de sakin olmayı öğretir bize. Deneyimsiz, dinamik olacağım diye götü oturak görmeyen biz cahillere arada bir kendine izin vermeyi, problemler karşısında panik yapmamayı, gözlemlemeyi, kriz anlarında sakin kalıp çözüme odaklanmayı, insanilişkilerinde başarılı olmayı öğütler. Her İK'nın aradığı mükemmel elemandır aslında bu. Tek sorunu "eski" olmasıdır. Yeni kapitalizm "eski" sözcüğünden hoşlanmaz, onun yerine "vintage"ı sever. Eski olanı moda haline getirmeyi sever. Sürekli yenilenmelidir her şey, insanlar, eşyalar, teknolojiler....

Tüm bu yeniliklerin arasında insan ilişkilerinde durmadan sabit kalmanın formülünü arayan insanın dramını da görürüz filmde. İlişkide değişiklik iyi bir şey değildir hala Hollywood'da. Çünkü sevgi saf ve sonsuza dek birlikte olmalıdır, seyirci bunu istiyor. bu konuda da eski kapitalizmimizin temsilcisi De Niro ders verir, adeta şirkettekilerin ilişki danışmanı olur. Zaten kendisinin de çocuğuyla arası iyidir, ölmeden önce karısıyla mükemmeldir (allah rahmet eylesin), iş arkadaşlarıyla iyidir, kadınlara nasıl davranılacağını bildiği için şirketteki diğer yaşlı çalışan masöz Fiona'nın gönlünü kazanır, fanfinifon olur... Her zaman, her yerde doğru bakışı atar, doğruyu söyler, hissedilmesi gereken neyse onu hisseder. Hiç kıskanmaz, durup dururken kızmaz, kimseden nefret etmez, dünya meseleleriyle kendini üzmez, özel hayatında problemleri yoktur... Tek derdi, emekli olduğundan ve karısı da öldüğünden canının sıkılmasıdır. Ciddi bi şeyler yapmak ister. Çalışmazsa kendini işe yarar hissetmez. 



Evet, çalışmazsa kendini işe yarar hissetmez. Hergün 7'de Starbucks'a gidip takım elbiseli, acelesi olan insanların arasında kahve içmesinin sebebi budur. 

Daha diyecek çok şey var muhtemelen. Lafı daha fazla uzatmadan, yazıyı gözden geçirmeden hemen yayınlayayım. Çünkü yeni nesildenim, etraflıca düşünüp, plan yapıp yazacak, sonra tekrar tekrar okuyup hatalarını düzeltecek değilim ya! Sıkılırım onlarla uğraşırken, internette bi şeylere dalar oyalanırım, sonra üşenir vazgeçerim yazıyı yayınlamaktan...

İzleyiniz efendim. Güzel film. Ekşi'de bolca dendiği gibi, battaniyenin altında, sıcak çikolatayla izlenecek sıcacık bi film. Fakat sadece bundan ibaret değil, görmek isteyen gözlere şüphesiz ki pek çok eleştirilecek nokta yaratmışlar.

Not: Filmde bir de çalışan kadının ev hayatını sağlıklı sürdürememesi, iş hayatında cinsiyetçilik, aldat-ıl-ma gibi pek çok ayrı altbaşlık var ki, şimdilik onlara giremedim.