31 Ekim 2016

bu yazının konusu yok.

herhangi birinin umrundaymış gibi oturup yazasım geldi yine. üstelik aklımda bir konu yok bu sefer. sadece 1 aydır yazmıyor oluşuma bi son vermek istiyorum. yeter. yazmadıkça yazılmıyor. ama yazmam gerek. hiçbi değeri olmasa da bi şeyler yazmam gerek. yoksa düşüncelerimi hizaya sokamıyorum. şimdi yazdıkça fark ediyorum ki yazmak düşüncelerimi düzenlememi sağlıyormuş. auguste comte okurken düzen ve ilerleme lafını eski kafalılık diye dalgaya almıştım ama kendimi tanıdıkça düzenin hayatımda ne kadar çok yer tuttuğunu anlıyorum (bkz:kınama, başına gelir). yaşlanıyorum azizim ya da hep yaşlıymışım. kıyafetlerimi, notlarımı, kitaplarımı, bulaşıkları düzenlemek psikopatça bi haz veriyor. bunun nesi psikopatça diyenler olacaktır, milyonlarca okur arasından illaki böyle psikopatlar çıkacaktır fakat söyler misin bana sevgili insan kardeşim, bu düzenlemeden alacağım hazzın az sonra biteceğini veya eninde sonunda bu düzenin bozulacağını bilmenin insanı hüzünlendirmesi normal midir? (normal neydi? normal, düzendi). hadi bunu da geçtim, dünya tarihinin kronolojisini çıkarmanın yeni yollarını arayıp durmak, sonunda yıllara göre dosya kağıtları hazırlayıp, vikipedi'den veya kitaplardan edindiğin bilgileri bu kağıtlara not etmek nedir? ilk akla gelen soru: ne işe yarayacak? evet, yazıp yazıp sonra unutacağım, dünya tarihi aklıma kaydedilmiş olmayacak. aslında ütopyam bu, tüm olayları birbirine bağlayıp bir sonuca ulaşabilmek. tarih okuması için hiç de sağlıklı, doğru bir yol olduğunu düşünmüyorum bunun ama sanki yapmam gereken buymuş gibi, okurken beni buna iten bi şeyler var. "çok boş kalmışsın" dediğinizi duyar gibiyim. bunu diyen milyonlarca azınlığa, affınızı dileyerek, "yürü git" diye cevap vermek istiyorum. herkesin hayatına kimse karışamaz. gitmeyebilirsiniz de, buradan bu sonuç çıkıyor. 

böyle konusuz, başıboş yazmak da tat vermiyor be sevgili okur. kısık sesle müzik dinlemek gibi, hiç dinleme daha iyi.

aslında yazacak çok şey var. çünkü dünya boktanlığına son hızla devam ediyor. türkiye de, dünyanın geri kalanı da aynı şekilde, bolca okuyup, düşünüp yazmayı gerektiriyor. fakat ben de çoğu insan gibi bolca okuma aşamasını atlayıp, panik içinde bolca düşünüp fikir üretmeye çalışanlar arasındayım. lakin ki bilgisiz fikir olmuyor. düşünceler içinde kıvranıp duruyorum. kafam diyor ki yaz, yaz hadi durma. üret bi şeyler. "senin de söyleyeceklerin var, susma!" parmaklarım direniyor. yazmadıkça içimde bi boşluk büyüyor. yazmak bilgi verme değil, düşünme aracım benim. sorularıma cevap veremesem de sorularımı netleştirmemi sağlıyor. yine de parmaklar soruyor, "ne yazayım? gerçekten yazmaya değer bi şeylerin var mı?" parmaklarla tartışmaya devam edersem, "yazsan ne olacak, ne işe yarayacak?" sorusu geliyor ardından. ve bilgisayar daha açılmadan kapanıyor. günlüklere sığınıyorum hemen ama olmuyor, yetmiyor. günlükle blog arasında büyük fark varmış meğer. uzun zamandır günlüğü sırf mızmızlanmak için kullanmayı bıraktım. oraya yazdığım şeylerin çoğu kamuya açık da yazılabilir, fakat hala günlükle blog arasında ince bir çizgi var ama ne? tam olarak bilmiyorum hala.

başkasının okuma ihtimali olduğunu bilerek yazmak, daha çok tıklansın diye yazma kısmını gözardı edersek, otosansürsüz olmuyor. gözardı etmek istediğim kısım zaten öyle boktan ki üstünde durmaya gerek duymadım, sıkıldım. yine de yazayım, olmadı öyle geçiştirmek. blog yazan herkes okunmak ister, bu bir gerçek. fakat sırf okunsun/tıklansın diye yazmak apayrı bir şey, ki bunu bi ara iş olarak yaptım. makyaj malzemeleri satan bir alışveriş sitesi için yazılar hazırlayıp oraya buraya sattım. reklamcılığın en saçma, en az para kazandıran versiyonu. reklam değilmişim gibi çek pampa, hali.

yani demem o ki,"başkasının okuma ihtimali olduğunu bilerek yazmak"tan kastım, "daha çok tıklansın diye yazmak" değil. bu ilk bahsettiğimin getirdiği otosansür de o kadar kötü bi şey değil. böyle lafı uzatmadan, zihnini toparlamanı sağlıyor. kendi kendine konuşmakla, toplum önünde konuşmak arasındaki fark gibi düşünülebilir. kendi kendine konuşmak nedir? mutlaka lazımdır, kendi derinlerine inmeni sağlar. ama dağılıp gidersin, daldan dala atlarsın, en ufak bi seste dikkatin dağılır, şarkı değişir, aklına başka bi şeyler gelir. ama karşında insanlar varsa, kendini anlatabilmek için dil bilmen yetmez, ağzından çıkanları sınıflandırman, sıraya sokman, gereksizleri çıkarman gerekir. bunun için önce aklındakileri düzenlemen gerekir. sanırım dışa doğru konuşmanın en büyük faydası bu, içini daha iyi anlamanı sağlar.

sanırım bu yazıyla "bilgin olmasa da yaz hüs" dedim kendi kendime. doğruluğu tartışılır. zaten doğru neydi? doğru kişinin kendine yakışanı giymesi değildi.