20 Ağustos 2017

Kitap: Üç Beş Kişi (Adalet Ağaoğlu)


İlk Baskı: 1984
Everest Yayınları
1. Basım: Ekim 2014



"Yeni bir şeye başlamak, yeni bir hayat mıdır?"

Her pazartesi diyete başlamak, yeni bi deftere başlamak, yeni bi bloğa başlamak, zumbaya başlamak, yeni bir dil öğrenmeye başlamak, yeni bir işe başlamak, yeni bir okula başlamak...

Ya da eskileri bırakmak?

Eski kıyafetlerden kurtulmak, eski yeme alışkanlıklarını bırakmak, pineklemeyi bırakmak, sigarayı bırakmak, şekeri bırakmak, eski arkadaşları bırakmak, eski hastalıklı ilişkiyi bırakmak, bi yazarı sevmeyi bırakmak...


----

Söğüt ağaçlarını niye sevdiğimi fark etmemi sağlayan kitap.


----


7 - "Her sabah erken kalkmalıyız. Yüzümüzü yıkar yıkamaz kültürfizik yapmalıyız. Uzun uzun koşmalıyız. Gülle atmalıyız, engeller aşmalıyız; derin derin soluk almalıyız... En önemlisi de, paçamıza mızmızca sarılıp duran şeylere sırt dönmeliyiz..."

9 - Sanki koşunun en hızlı anında önlerine bir atlıaraba hiç çıkmadı, sanki hiç aşık olmadılar, sanki çok saydıkları bir dayının ihanetine hiç uğramadılar, günün birinde almamış gibi yapamayacakları bir telgrafı hiç almadılar...

13 - Deniz, ortadan ayırıp ensesine sıkıca topuz yaptığı saçları, çok ustaca boyandığı için hiç makyajsızmış izlenimi veren yüzüyle çok hoştu. Yine de insanda çekinme duygusu yaratıyprdu. Kocası gibi o da "kendine güven" denen şeyin bir simgesi.

17 - Her şeyi yaşadığını sanıp da, özlemle ilk kez ve pek yaman biçimde tanıştığını ele veren bir yüz.

19 - İnsanın yaşamında, hoşnut edilmeye değer üç beş kişinin kalmış olması az şey midir?

Murat da onları sevindirebilirdi. Onlar ise, bir kez olsun kendisine güvenebilirler. İçlerinden "Ya Murat olmasaydı?" diye geçebilir. Böylece, Murat'ın da bu yeryüzündeki varlık nedeni anlaşılmış olur. Dünyaya salt hayal denizlerinde yüzmek, kimseleri sevindirememek, somut hiçbir şey yapmamak için gelmemiştir; otuzlarında, -biraz geç de olsa- olağanüstü bir buluşmayı gerçekleştirmek için gelmiştir.

20 - ...fakat Ufuk'un kimbilir anlatacak ne çok şeyi vardır. Bizi kendi gözümüzde küçültecek, minicik toz zerreleri haline getirecek kadar çok.

21 - Fakat, önünde sonunda işte herkesin bir evi, yuvası, çoluğu çocuğu oldu. -Felsefe okuyan toparlak delikanlı da... Doktora yapmış, Tarih asistanı hanım hanımcık bir kızla evlenmiş.Ören'de yazlık ev almışlar.- Herkesin bir işi, toplumda bir yeri var. Hepsi yirmi beşlerini de geçti artık. Otuzlarına merdiven dayadı. Ben de işte neredeyse otuzumdayım. Dün küçümseniyordum, bugün de küçümseniyorum. Hep o 'doğru yol'un dışında...

22 - Hiç harcamadı ki, hep biriktirdi.

32 - Kızılderililerden sağ kalanlar olabilirdi. Kendilerine geldiklerinde tüylerini arayabilirlerdi. Tüylerinin yitmesinden, Murat'ın şorlayan kanını sorumlu tutabilirlerdi. Gelgelelim Murat yine yanılmıştı. Kızılderili'nin biri, kendine gelince, tüylere saldıran Murat'ı görmüş, onu yengin zamanların bir fırsatçısı sanıp, okunu sırtına doğrultmuştu. Murat, elinde bir demet Kızılderili tüyüyle geri döndüğü zaman, okun ucu tam göğsüne nişanlanmış oldu.

47 - ...Kısmet bu kenti yaşamadı. Uzaktan baktı, şaştı, öfkelendi, kırıldı, en kötüsü bu kentten ürktü.

49 - Neden sonra karısını uyandıracak, emekli öğretmen sesiyle, "Çocukçağız tehlikede miydi acaba? Darda mı kaldı? Alsa mıydım içeri?" diyecektir. Alsa bir türlü, almasa bir türlü. Zaten, alsa / almasa, olsa / olmasa arasında iş işten geçti.

57 - İlkyaz. Porsuk'a değen, o kirli suyu bile usul okşamalarıyla güzelleştiren söğütlerin ince, gümüşssü yaprakları.

61 - Hala öğrenci Murat... Bir fakülteden cayıp ötekine giderek: Artık hangisine puan tutturursa. Zaten ne fark eder? Hangisinde doğru dürüst ders yapılıyor ki?

61 - Demek, halk uyanmış, kadınlar da özgürlüklerine kavuşmuşlardı?

80 - Fazla yumuşaksın. Gözgöze geldiğin hiçbir canlıyı yok sayamazsın.

85 - Ne tuhaf, karçiçeklerinden onca duyarlı bir sesle sözaçan adamın tetiğe dokunan parmağı hiç titrememişti.

94 - Kardelen, Tahir'le Ufuk arasında bir karşılaştırmayı neden yaptığına şaşıyor. Ufuk'u çok özlediğini anlıyor, bundan ötürü Tahir'e karşı bir suç işleyip işlemediğini düşünüyor, ama hayır; Murat'ı yüreğinde bir dinginlikle anımsarken de, Ufuk'a derin bir özlem duyarken de, Tahir'e sevgisinde hiçbir eksilme olmadığını biraz şaşırarak anlıyor. Babası, Özgür ve ötekiler, hepsi şimdi burada olsalar; kim arkadaş, kim kardeş,  kim sevgili, kim anı; aynı yürekte hepsine bol bol yer var... En gençleri Özgür. Onunla biraz uğraşmak gerekiyor. Sevildiğine inanması...

97 - Yanlış bir şey yapmaktansa, hiçbir şey yapmaz... Nasılsa şarkılar besteler... Onlar da ürkek... Bunca bir burnu büyüklük.

99 - ...babam bile kırk yıllık dostuyla, onun sokaktaki adamla olduğu kadar yakın değildi.

107 - Kısmet, acımayla sevmeyi birbirine karıştırır durur.

111 - Kocasının altı çizilmiş satırlardan nem kapıp, abuk sabuk laflar ederek sinirlerini yerinden oynatmasını istemiyormuş.

149 - Deniz güzel konuşur. Ama hep heyecanlıdır. Bütün çizgiler, renkler 'harika'dır onun için. Her şey 'harika'! Büyükbaba nasıl? Ama ne yapılabilir ki? Çok yaşlı. Yaşamsa sürüyor. Ateşi nasıl? Demek normal. Harika. Akşamüstü döndüm, istediğim renkleri tutturabildiler. Desenler bir harika!.. O mavileri, yeşilleri bir görsen Kısmet! Sana da bir örneğini getirdim. Bayılacaksın. Banyolar, hatta mutfaklar için bile nefis!.. Ferit'le konuştum. Zeynep'i yatırdım. Kendim de bir duş aldım. Biraz uzandım. Yorgunluktan bitmişim. Yolda, günbatımı bir harikaydı!.. Sahi, saat kaç kuzum?

158 - Kimse okuduğunu işe yaratamaz, bu yaratıyor maşallah...

161 - "Siz köylüyü yerinde tutmak istersiniz, şehirde de kendiniz oturursunuz. Ben, köylüyü şehirli edeceğim"...

167 - ...Hacı Süleyman Çakır Caddesi...

183 - Noo, no efendim, bunlar sohbet için içmioorlar, içmek için sohbet eder görünüoorlar!..

188 - Batılılaşmayacak mıydı? İşte, yeni Türkiye Cumhuriyeti için, hazırına, sözde Batılılaşmış saray çevresi artıkları... Yabancı devlet adamlarının ziyaretlerinde, onlar onuruna verilen şölenlerde, balolarda bu topluluk gerekliydi. Uygarlık yarışının yüzakı topluluğu.

202 - ...büyük kentlerde bu türden kadınlarla 'aşk hayatı yaşamak', geçmişte gizlilikle yürütülen bu türden ilişkileri bu kentte, özellikle açık biçimde yaşayabilmek, en büyük özlemleriydi. Sanki bu, politik güçlerinin olduğu kadar, işadamlıklarının da zorunlu kıldığı bir şeydi, yeni konumlarının gereğiydi. Anneler, karıları, bıraktıkları yerde, başlarında kar gibi tülbentleri, sabah akşam, ölenler ve günahlar için dua etmeli, erkeklerinin yeni gömleklerini kolalamalıydılar.

214 - İşte Azra, özgürlüğünü kanıtlamak için, kocasını buzluktan buz çıkarmaya koşturuyor.

220 - "Bir mektuptan medet umup alanlarda ölmeyi göze alma romantizmi ne işe yarayabilirdi ki? Hiç... hiç... hepsi hiç!..."

221 - ...arabanın radyosunda bir kez daha devletin ürkek, kararsız, ancak 'huzur' diye inleyebilen cılız sesi işitiliyordu. De Gaulle, Amerika'ya, NATO'ya ve Avrupa Birliği'ne karşı tavır almıştı. Yılların katı ve tutucu askeri, Komünist Çin'i tek başına tanımaya kalkmıştı. Nükleer denemeleri durdurma anlaşmasına katılmayı reddederek vatandaşlarının bile kendisini anlamasını güçleştirmişti. (...) devlet radyosu, hala, Başkan Kennedy'nin kurban gittiği suikastı, hiç yorumsuz, bir polis olayı gibi veriyor; Kruşçev'in birdenbire düşürülüp tarihin karanlık sayfalarına sımsıkı kilitlenişi ardından, yedi sekiz yüz milyonluk Komünist Çin'in ilk atom bombasını patlatmasını, Kayseri Cezaevi'ndekilerindekilerin bir gecede boşaltılmasını ne kadar önemsiyorsa, o kadar önemsiyordu. NATO'ya, CENTO'ya nasıl olsa sımsıkı bağlıydık ve nasıl olsa ABD dış politikada izleyeceğimiz yolu bize gösterirdi. (...) Yeni anayasanın getirdiği bir takım yeni özgürlükler, ilkağızda, Kayseri Cezaevi'ne kapatılanların salıverilmeleriyle sonuçlanmıştı. Arabanın radyosunda spikerin nekadar şaşkın bir sesi vardı!

225 - Zengin bir adamın karısı olmaktan gelen özgürlük lüksü.

234 - İşte şimdi Kısmetçikten ne ayrımı kaldı Sedat'ın? Çok yetişmiş, çok ayrı yerlerde iki kişi, nasıl oluyor da aynı noktada buluşuyorlar!..

236 - -Hem Murat beni istemez ki. Onun...- Bir defasında gözleri dolmuş, "Murat'a ayak bağı olurum dayı" demişti inlercesine.

241 - Onun, kendini çeviren sınırları bir türlü aşıp dışına çıkmayacak ezik, küskün dünyası...

242 - Ferit, onun bu evecen açıklamalarda bulunurken şişen boyun damarlarına bakıyor: Bazı kadınlar güzel bir çilekli turta yapabilmiş de olmaktan acaba neden hep böyle korkarlar?

243 - İlk defa bu türden şakalaşmalarda bir tatsızlık, anlamsızlık; dayanılması güç bir yüzeysellik buluyor.

244 - Cinsel özgürlüğüne sahip çıktığını kanıtlamak adına, içine düştüğü çocuk beceriksizliği. Kafasındakiyle gövdesi, geçmişle şimdi arasında bir uyum sağlayabilmek için verdiği savaş.

244 - O ise fazla istekli, ha desen boşalacak da, benim gelmemi beklediği için boşalamıyormuş, boşalınca da bir daha duramayacakmış, hiç doyamayacakmış gibi; sözümona böyle azgın kadın rolüyle hep sahnededir.

245 - ...ne eksik, ne fazla; yeterince etli bir kadın gövdesi.

250 - Dostlarını olduğu gibi kabul edebilen, benim kendisine yapışıp durmama da hep saygı göstermiş olan Ferit, bakarsın bununla yetinmez, "Hepinizin canı cehenneme!" diye haykırabilir. Kapıyı vurup çıkabilir. Böylece o hoşgörülü, ozan yapılı Ferit efsanesi de sona erer. Denesem mi? Biraz daha dürtsem mi?

252 - Hiçbir şey yapmadığı halde, pek çok şeyi kötü yapan yalnız kendisiymiş, bundan ötürü de, bütün o kötü şeylerin hesabı kendisinden sorulacakmış gibi bir ürküntü, çekiniklik içinde yaşamıştır. Kendi bunalımını başkasının bunalımı gibi sunmamıştır.

261 - Ona, yeni anayasamızın bireye verdiği özgürlük benzeri özgürlükler öneriyorum. Gücünü kandan almayan... Kısmet'e tek başına kişi özgürlüğü uzatıyorum. Onu kullandığı zaman çekeceklerini de ben ödemeyeceğim üstelik.

262 - siz öyle dediniz, diye değil... Ben bazan böyle ağlarım... Neden, bilmiyorum...

264 - ...burada o kadar çok ayna var ki, gövdemi bir türlü bulamıyorum anne!..

268 - "Niçin sanayileşmek istedik? Ferit bu kadar yıl neden bunları anlatmaya çalıştı? Devlet eliyle kalkınmanın daha kötü bir yol olduğuna inandığı için mi, yoksa gerçekçi olduğu, sermaye işbirliğindeki devlet ayıbını örtmek için mi?"

269 - Başkentte, şimdi burada, toplumdaki konumları başkalarını aydınlatmak olan bütün bu eski okul arkadaşları, asıl onlar, sanki yabancı bir ülkede, bilmedikleri bir evde, pek çok ayna arasında gövdelerini yitirmiş de bulamıyor gibiler.

269 - Soluk renkler böyledir. Kendilerini gözümüze gözümüze sokmazlar. Arıçiçeklerini biz seçemeyiz, karçiçeklerini de. Azralar... Onlar ararsa, hemen koşarız. Pastelleri seçmekten nekadar uzağız.

271 - "Solcular vatan evlatlarımızı, adamlarımızı, işçilerimizi vuruyor" diye orada burada yaygarayı bastı şekerci de.

271 - Güç olan, bu zifir karanlıkta, elyordamıyla katilin tam kendisini bulmak.

276 - Gecenin sonuna doğru, oracıkta Selmin'i elinden tutup kaldırışım... Murat'ın şaşkın, yıkkın bakışları önünde, "Sonra görüşürüz" diye çekip gidişim. Selmin, sürükleniyordu. En küçük bir direnme göstermeksizin. Sonra Murat'ı alkol komasından hastaneye kaldırmışlar.

276 - Ben sadece insanım, diyor, gerçekçi bir insan!

306 - Bana gülmesini de göze almıştım. Yakın görünüşü altındaki uzaklığını...

306 - Beni aramadı. Benim de onları aramam gerekmiyor işte. Merak ederler, diye üzülmem, geri dönmem gerekmiyor. Dayım merak bile etmedi, beni aramadı. Hem sürekli unutlmak, hem sürekli göz önünde tutulmak. En kötüsü bu. Evet efendim, hiçbiri yoklar! Murat yok, dayım yok, eşim yok, annem de yok, halam, eniştem de yoklar... Evim yok, namusum...

310 - Beklemek. Eskişehir'de beklemek. Hep, yeni bir şey oldu, olacak umuduyla otuzuna gelmek ve geçmek.

319 - Ferit Dayı'mla ne hoş itişip kakışır. Her konuda ona laf yetiştirir. Düşüncelerini birbirlerine anlatabilmek için gerekirse horoz gibi dövüşürler. Onlara imrenirim. Ben hiçbir düşüncemi dışa vuramam, vursam da kimse dinlemez. O zaman böyle, hep içimden konuşa konuşa...

322 - Murat konuk mu? Yabancı mı? Gözümün bebeği. Asıl konuk, Orhan...

323 - ...sarışın teni renksiz, kupkuru, tozlu bir bozkır.

323 - Neden en sevinilecek anlarımızda bile sevinemedik?

325 - Kendisini çocukken sevdiğim, uğrunda ölebilecek kadar sevdiğim gibi sevmemem gerektiğini bilemezdi.

329 - Kendilerine gösterdikleri özen, orada ya fazla, ya eksikti sanki. Olmayan, tutmayan bir şey vardı.

331 - Oysa sabah olup ortalık aydınlanınca, günlük yaşam patlayınca, insan cayıyor, erteliyor. Yeniden 'yarın sabah' diyor; sabahla yüzyüze gelinince de geceleyin alınan kararlar uygulanamıyor.

331 - Gerçekte benim de bir süre yalnız kalmam gerekirdi. Kendi başıma bakalım, ne yapıyorum, ne yapamıyorum; elimden ne geliyor, ne gelmiyor; görmeli, öğrenmeliydim. Ben neyim? Gücüm ne? Bunu öğrenemedikten sonra, ha binmişim bu trene, ha binmemişim.

331 - Benim kendi gücüm ne? Bunu hiçbir zaman tam bilemeyeceğim demek?

332 - Ufuk, nekadar ayıplamıştı beni, "Kardeşin bile çok daha anlamlı bir şey yapıyor; sevdiği kadının peşinden gidiyor. Sen böyle bir şeyi de beceremeyeceksin Kısmet. Hep işin kolayına kaçacaksın. Yaşamak yürekliliğini gösteremeyeceksin. Evet, çünkü yaşamak zor zanaat. Bunu sonuna dek göze alamıyorsun. Zaten sevdiğinle de sonuna dek gidemiyorsun" demişti.

333 - Zaten benim bir işe girmem, gerçekten muhtaç birinin işsiz kalması demek değil midir? Ama herkes pasta yapamaz, ilik açamaz. Ben de onların işini yapamam... Fakat benim ardımda geçindirilecek kimsem yok, kimse bana muhtaç değil!..

334 - Kaç muhtaç insan varken iş aramaya, iş istemeye utanmıyor musunuz? Evlilik takılarınızı da çantanıza atıp nereye kaçıyorsunuz bakalım? O kadar aç, işsiz insan varken, sizin derdinizle uğraşacak değiliz. Dön geri!.. Duydunuz mu memur bey, kendini tanımak istiyormuş, anlamlı bir hayat istiyormuş; bu nerede bulunur, yenilir mi, içilir mi? Hah hah hah!..

334 - Okumalıymışım, ama okuduklarımı unutup gitmeliymişim! Üstümde hiç izi kalmamalıymış. O zamanlar da haykırmak isterdim: Dolmayı doldur, tatlıyı yap, salatayı hazırla, fakat yenmesin, öyle mi? Yemesene!..

339 - Çocuklar, Çıplak Kral'a ve terzisine çok güldükleri halde sevinçleri nekadar çabuk tükeniyor! -az sonra yine birbirleriyle itişip kakışmaya başlamışlardı...

346 - Kocaman bir akkuş olsa, kanatlarına binip gitsem! Ya Ufuk birlikte olduğumuzu, ona kendimi öptürdüğümü herkese söylerse?

349 - "Benimle gelsene. Yaşamın çok daha anlamlı olur."

349 - Şimdi otuz üçümdeyim ve iki yanımda hiç açılmamış kanatlarım.

350 - Beni hoş, temiz, fazla titiz ve uysal buluyorlar. Sonra çarçabuk unutuyorlar. Benim şarkım yok. Karçiçeklerim de yok.

351 - Kısmet o gün, kendisinin de bir işe yaradığını, hayatın bir anlamı olduğunu düşünmüştü. Mutluluğa benzer bir şey duymuştu yine. Bu duyguyu, yakaladığı her anda hemen yitiriyordu. Güven sürmüyordu. Ne kendisine, ne başkalarına.

351 - Azra Hanım, omlet sarmalı pilavın nasıl yapıldığını sormuştu Kısmet'e. Tarifini bir köşeye yazmıştı. Yazdığı kağıdı masada unutup gitmişti sonra.

352 - Ferit Dayısının biraraya getirdiği bütün bu insanlar da birbirlerine güvenmiyorlardı. (...) Ortak noktada birleşen iki kişi bile yoktu sanki.

355 - Kimini de yazarı elinden tutup çıkarırdı kuyusundan. Galiba tek başına kurtulanlar da hep yazarı tarafından kurtarılanlardı. Onlara fazla inanmadım. Ben en çok yeni hayatına ölümle başlayan roman kahramanlarını sevdim. İnsanın kendi kendine yeni bir hayatın içine doğru yürümesini, ölüme yürümekle eşdeğer, onun kadar gözüpeklik isteyen bir iş olarak gördüm. En fazla da bunları inandırıcı buldum.

356 - Yeni bir şeye başlamak yeni bir hayat mıdır?

356 - Trene, üç beş saatlik bir yolculuğa, geçmişteki üç beş kişiye belbağlayarak mı yeni bir hayatım olacak?


17 Ağustos 2017

Kitap: Dünyanın Sefaleti - 4. Kısım (Pierre Bourdieu vd.)


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: Devlet Elini Çekince

308 - ...gazetelerdeki köşelerinde "İslami başörtüsü" üzerine veya Paris veya Lyon'un şu veya bu kenar mahallesinde vuku bulan "olaylar" üzerine alimane bir şekilde yazıp duran gazeteciler ile gazeteci filozoflardan, kaydedip  analiz ettiklerini düşündükleri "olay"ın üretilmesine bizzat gazeteciliğin ne türden bir katkısı olduğunu sorgulamalarını bekleyebilir miyiz? (Devlet Elini Çekince, Pierre Bourdieu)

308 - Ekonomik kriz ile işsizliğin bir sonucu olarak en yoksul ve en dezavantajlı toplulukların yoğunlaştığı sürgün yerlerinin ya da varoşların ortaya çıkışının temel sebebi, devletin geri çekilmesi ve kamu konutlarının inşası için verilen sübvansiyonların kesilmesidir. 1970'lerde kamu konutlarının inşası için verilen sübvansiyonların yerini, bireylere sağlanan yardımlar almıştır. (Devlet Elini Çekince, Pierre Bourdieu)

309 - Ekonomik liberalizm siyasi özgürlüğün yeter şartı addedilerek devlet müdahaleciliği "totalitarizm"e indirgenir; sosyalizm Sovyetçilikle özdeşleştirilerek, eşitsizliklerin kaçınılmaz olduğu (bu durumun en iyilerin şevkini kaçırdığını belirtmekten de geri durmadan) ve her halükarda ancak özgürlük pahasına sürdürülebileceği iddia edilir; verimlilik ve modernlik özel sektörle, arkaizm ve hantallık da kamu sektörüyle bağdaştırılarak, ilişki kurulan kişinin artık kullanıcı olarak değil de daha eşitlikçi ve etkin bir ilişki kurmak adına müşteri olarak düşünülmesi istenir ve "modernleşme", kamu hizmetlerinden en karlı olanların özel sektöre devredilmesi, kamu sektöründeki "hantallık" ve verimsizlikten sorumlu tutulan alt kademe çalışanlarının da tasfiye edilmesi veya hizaya getirilmesiyle özdeşleştirilir. (Devlet Elini Çekince, Pierre Bourdieu)

310 - (Fransa'nın belli başlı okullarında eğitim görmüş yüksek devlet soylularını tanımlıyor) Bu kişiler, prim peşinde koşan ve tek harekette özel sektöre atlamak için hazır bekleyen yeni seçkinlerdir. 1960'lı yıllarda "kamu hizmeti" ruhu için (başkaları için) iman tazelemekten, özellikle 1980'den sonra ise şahsi teşebbüs kültüne methiyeler düzmekten bitap düştükten sonra, özellikle personel yönetimi hususunda (kötü) adetlerini taklit ettikleri kurumlarla özdeşleşmiş finansal veya şahsi kısıt ve risklerden kendileri azade olan bu kişiler, kamu hizmetlerini özel bir girişimi yönetir gibi yönetme iddiasını taşımaktalar. Kazanılmış sosyal hakların korporatist savunusu sayesinde sahip oldukları kaskatı statüleriyle, özel sektörün risklerinden korunan personele, bu tuzu kuru memurlara saldırmak amacıyla modernleşmenin mecburiyetlerinden dem vuran da onlardır, verimlilik adına iş gücünü kademe kademe azaltmaktan bahsetmedikleri zamanlarda iş esnekliğinin faydalarını saymakla bitiremeyen de. (Devlet Elini Çekince, Pierre Bourdieu)

311 - Verimlilik, randıman, rekabet gücü ya da düpedüz karın kendisi yüceltilirken, genelde belli bir mesleki çıkarsızlıkla, çoğunlukla inançlı bir kendini adamayla yerine getirilen görevlerin temelinin sarsılmakta olduğu nasıl görülmez(Devlet Elini Çekince, Pierre Bourdieu)

311 - Neoliberal yaklaşımla mükemmel bir uyum sağlayan doğrudan para yardımı, "dayanışmayı basit bir para yardımına indirger" ve tüketilebilmesini hedeflemekle yetinir (ya da daha fazla tüketimde bulunulmasını teşvik eder), ancak tüketimi yönlendirmeye ya da şekillendirmeye çalışmaz. Bu demek oluyor ki, dağıtımın bizzat yapılarını hedef alan devlet politikası, yerini, sadece ekonomik ve kültürel sermaye kaynaklarının eşitsiz dağılımının sonuçlarını düzeltmeye çalışmakla yetinen bir politikaya bırakıyor. Ortaya da "hak eden yoksulların" (deserving poors) faydalanabildiği, eski güzel günlerin dini hayırseverliğine benzer türden bir devlet hayırseverliği çıkıyor. (Devlet Elini Çekince, Pierre Bourdieu)

313 - ...okulun bir yandan körükleyip diğer yandan söndürdüğü beklentilerin iç uyumsuzluğu... (Devlet Elini Çekince, Pierre Bourdieu)

313 - Fakat okul, onları, kol emeğini, özellikle de fabrikalarda çalışmayı  ve genel olarak da işçi sınıfı koşullarını reddetmeye iterek, gençlerin, sahip olabilecekleri tek geleceği ellerinin tersiyle itmelerine neden olur; bunun yanı sıra, görünüşte vaat ettiği geleceği de hiçbir biçimde taahhüt etmez. (Devlet Elini Çekince, Pierre Bourdieu)

314 - Genelde söylenilenin aksine bu (siyasi ve sendikal) örgütler, eski "kızıl mahallelerde", sadece "isyanı yönlendirip düzenleme" işini yürütmez, aynı zamanda bütün bir hayatı kucaklayıp (sportif, kültürel ve sosyal faaliyetlerle) isyana, ama aynı zamanda tüm varlığa anlam katmaya yardımcı olurdu. (Devlet Elini Çekince, Pierre Bourdieu)

314 - Genç göçmenler için okul, bir yandan, Fransız toplumuna (ayrıca, az ya da çok açık bir biçimde bu toplumun demokratik kültürüne ve bu kültürün ürettiği ırkçılık karşıtlığı gibi evrenselci ideallere) hukuken tamamıyla mensup olduklarını, diğer yandan ise bu toplumdan bilfiil tamamıyla dışlandıklarını (okulun yargıları [notlar, karneler vb.] bunun ilanıdır) keşfedip deneyimledikleri yerdir. (Devlet Elini Çekince, Pierre Bourdieu)

337 - Bölge düzeyinde, siyasi görüşleriyle seçilmişler, meşrulaştırıcı belgeleri sunma işini yürüten birkaç uzman. (İmkansız Görev, Pierre Bourdieu)

342 - "İnfaz hakiminin verdiği her karar, en nihayetinde hapis cezasını vermiş olan hakimi sorgulamaktadır... Savcıyı da sorgulamaktadır çünkü savcı aslında gerçekten mutabık değildir ama bunu dile getirmeye cesaret edemez, yani... Hapishane müdürünü de sorgulamaktadır çünkü cezalı olup da bu cezasını dışarda çeken insanlarla uğraşmak müdürün hoşuna gitmez, çünkü kendi otoritesi altındadırlar. (...) Dolayısıyla ne kadar aktifseniz, [sistemi] o kadar sorgulamaktasınızdır." (Kurumsal Kötü Niyet, Pierre Bourdieu)

342 - (Kanunun sunduğu imkanların hayata geçirilmesine engel olan reel koşulların başında) kanunu uygulamakla sorumlu faillerin, hiyerarşiye bağlılık ve bu türden bir kast ruhu nedeniyle, gerçekliklerle, hatta dahası insanlarla -özellikle de kendilerinden daha ast konumdakilerle- doğrudan yüzleşmelerini engelleyen yatkınlıkları geliyor. (Kurumsal Kötü Niyet, Pierre Bourdieu)

343 - ...kurum, kuruma bağlı kalan ve kurumun olumlu potansiyellerini geliştirip görevini yerine getirmeye çabalayanları ödüllendirmez. (Kurumsal Kötü Niyet, Pierre Bourdieu)

343 - Sağ el -bu örnekte savcılık- "sosyal meseleler" ile ilgilenen aktör ve organların oluşturduğu sol elin ne yaptığını bilmek istemiyor. Sartre'ın yaptığı gibi, kötü niyeti, kişinin kendine yalan söylemesi olarak tanımlarsak burada da kurumsal bir kötü niyet söz konusu. Zira devlet kurumları devletin icra etmesi gereken resmi görevlerle gerçekten uyuşan eylem ve tedbirleri, kolektif olarak arkasında durulan bir tür ikili oyun ve ikili bilinçle reddetme veya zora sokma eğilimindedirler. (Kurumsal Kötü Niyet, Pierre Bourdieu)

346 - Bir anlamda "sokak eğitmeni" olarak iktidarı sokağa taşıyor; fakat muktedirlere de sokağın gücünü sürekli hatırlatıyor. (Çifte Kısıt, Pierre Bourdieu ve Gabrielle Balazs)

348 - "Ve aslında kurum aracılığıyla hareket ettiğinizde, bağımlıları bir doktora veya bununla ilgili derneklere göndermek istediğinizde onların tedavi görmeden önce bir sürü mülakattan geçmeleri gerekiyordu. Oysa bağımlılar uyuşturucuyu bırakmak istediklerinde derhal harekete geçilmeli. Uyuşturucunun etkisinde dahi olsalar, her zaman [vurguluyor] derhal harekete geçilmesi gerekir..." (Çifte Kısıt, Pierre Bourdieu ve Gabrielle Balazs)

348 - "Ağzı laf yapan bir bağımlıydım onlara göre. Aslında ağzı laf yapan, belli bir güç sahibi bir bağımlıydım..." (Çifte Kısıt, Pierre Bourdieu ve Gabrielle Balazs)

351 - "HLM'ler, şimdi onları yıkıp yerine güzel ofisler inşa etmeye koyulmuşlar. Belediye Başkanı'nın, "zaten sadece 50 kilometre öteye taşınmaları gerekecek," dediğini duydum." (Çifte Kısıt, Pierre Bourdieu ve Gabrielle Balazs)

352 - "Onları bir günde değiştiremem ya! Adama iş verdim diye bir günde melek olacağı yok yani.  Yani bir geçiş aşaması gerekiyordu. Şırınga mı istiyor, gider çalar. Demek ki uyuşturucuyu bırakmamış. Ama bir gün onu hastaneye yatırabilirsen, hırsızlık yaptığı yerde kalmış olacak." (Çifte Kısıt, Pierre Bourdieu ve Gabrielle Balazs)

353 - "Kendilerinden daha büyük bir güce bir şeyler katanların her zaman daha az güçlü olanlar olması tuhaf. Çünkü bundan belediye kazançlı çıkıyor. Siyasi olarak kazançlı çıkıyor... Belediye Başkanı... Tüm iktidar yapıları, az güçlü olanlara bağlı; az güçlü olanlar da işlerine devam edebilmek için iktidardakilere bağlı." (Çifte Kısıt, Pierre Bourdieu ve Gabrielle Balazs)

354 - "...onlarla aynı hayatı yaşamadığımı çok iyi bilirler. Ama onlara yardım edebileceğimi anlamaları için beni biri ya da bir şeyle özdeşleştirmeleri gerekir." (Çifte Kısıt, Pierre Bourdieu ve Gabrielle Balazs)

356 - Bu yorumlar sadece bu sorunlarla ilgisi olmayanlara değil, kendilerinin de az çok kafa karışıklığı ile sezdiği ama meşru bir söylem bulamadıkları için dile getiremedikleri bir sorun hakkında meşru bir söyleme kavuşan, ilgili taraflara da dayatılır. (Devletin Bakış Açısı, Patrick Champagne)

356 - Bu kamusal söylem, gücünü, ortak kanıya çok yakın durmasından ötürü herkese malum şeylerden bahsediyormuş gibi görünmekten almasından ötürü daha da perdeleyici niteliktedir. (Devletin Bakış Açısı, Patrick Champagne)

358 - Anketlerle yapılan kamuoyu araştırmaları, hem kamuoyu hem de gazeteciler tarafından -hatta bazı uzmanlarca da- "bilimsel" addediliyor; zira "bilimsellik" görüntüsü verecek tüm işaretlere sahipler: temsili örneklemler (sanki asıl mesele buymuş gibi), soru formları, oran ve grafiklerle sunulan yanıtlar vb. Dahası bu araştırmalarla birlikte, sosyoloğun hem varlığı hem de ampirik olarak yürütülen çalışmayı genişletip onun ötesine geçerek toplumsal mekanizmaları analiz etmek amacıyla tasarladığı sorular ortadan kayboluyor. Bu kamuoyu araştırmaları, birkaç satırla özetlenmesi zor ya da imkansız olan karmaşık yorumlara yer vermedikleri ve verdikleri bilgilerin çabuk işlenebilir halde olmasından ötürü özellikle de gazetecilerce çok rağbet görür. (Devletin Bakış Açısı, Patrick Champagne)

359 - Son 10 yıldaki değişimle ilgili bir fikri olması pek mümkün görünmeyen genç insanların rastgele verdikleri cevaplarla ne yapılabilir? (Devletin Bakış Açısı, Patrick Champagne)

361 - Bu tipik "siyaset mantığındaki" soru, tam da cevap verenlerin çoğu bir şey bilmediği için "bildiğiniz gibi" ifadesiyle başlıyor. Soru daha basit, masum bir cümleyle başlayıp aslında mali hukukla ilgili bir soruya evriliyor (uzmanlar, yerel vergilerin, hakkında çok şey yazılmış olan karmaşık bir mesele olduğunu bilir) ve hükümetin projesini öyle bir şekilde sunuyor ki ona karşıt olmak zor görünüyor. (Devletin Bakış Açısı, Patrick Champagne)

362 - ...bu analizin, üretildiği toplumsal koşullardan kaynaklanan kısıtlılıkları da mevcut. Tespite, yani asıl olarak sorunlu mahallelerdeki durumu anlamaya yönelik kısma ayrılan yer nispeten kısa. (...) Dahası, bu yüksek bürokratlara verilen görevin esasen siyasi nitelikte olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Ama bizzat analizin kendisi de, entelektüelden ziyade siyasi bir mantığa riayet etme eğilimi gösteriyor. Bu yüksek bürokratlar, titiz ve kesin bir entelektüel inşaya neredeyse hiçbir zaman uygun olmayan bir uzmanların fikirlerini alma mantığına göre, herkesi, demokratik ve "tarafsız" biçimde dinlemek durumundadırlar. Kendilerinden genellikle bağlamından koparılmış kısa analizler alıntılanan yazarlar, hayli heterojen (aslında birbirleriyle çatışan) dünyalara aitlerdir (raporda bahsi geçen yazarların listesini, bir sosyoloğun neredeyse manasız bulması mümkündür...). Bu belgenin hazırlanışındaki mantık, açıklamaktan ziyade tasvirde bulunuyor. (Devletin Bakış Açısı, Patrick Champagne)

364 - Bu türden raporlar, medyada önceden inşa edilmiş sorunsaldan gerçek anlamda kopamazlar; zira asli işlevleri onlara cevap vermektir. Raporu yazan kişi, analiz edilmesi gerekenin, toplumsal grupların uzama nasıl kazındığı olduğunu; sorgulanması gerekenin, bu grupların toplumsal yeniden üretimleri ve bireylerin izledikleri güzergah olduğunu; ölçülebilmesi gerekenin, gayrimenkul piyasası, eğitim sistemi ile emek piayasasına ilişkin kamu politikalarının bu grupları nasıl etkilediği olduğunu görmemektedir. Çözümün "kenar mahallelerin" kendilerinde bulunamayacağını anlamak için, bu "kenar mahallelerde" çalışan insanları, sosyal hizmet görevlilerini, devlet istihdam bürolarının müdürleri ile geçici istihdam kurumlarının yöneticilerini gerçek anlamda dinlemek yeterli olacaktır. Zira söz konusu sorunların asıl sebepleri sitelerde değil, çoğunlukla devletin ta kalbindedir. (Devletin Bakış Açısı, Patrick Champagne)

370 - Hakimlerin toplumsal kökenleri, genelde emniyet müdürlerininkinden, cezaevi müdürlerininkinden ve özellikle de jandarma personelininkinden daha üst seviyededir... (Düzenin Koruyucuları Arasında Kargaşa, Remi Lenoir)

373 - ...hakimlerin egemen sınıf içindeki konumu, muhtemelen kamudan ziyade (öte yandan finansal saikler artık kamuda da üstündür) özel sektörde başka mesleklerin yükselişe geçmesiyle beraber gerilemiştir. (Düzenin Koruyucuları Arasında Kargaşa, Remi Lenoir)

378 - ...konuşmaya ikna olan kadınlar (kadın polisler), "polis değerlerini" içselleştirmiş olmakla birlikte, geleneksel tarzda konuşma zorunluluğunu daha az hisseder ve daha özgür ve dürüst bir biçimde, hatta bazen iğneleyici bir mizahla konuşurlar. (Kadın ve Polis, Remi Lenoir)

379 - ..."durağan" her şeyden, yani ona "ailesini" -özellikle de akrabalarını- hatırlatan her şeyden nefret etmesi. (Kadın ve Polis, Remi Lenoir)

380 - Agnes'in ironik bir berraklık ve bir nebze kötümserlikle konuşmasının nedeni, şüphesiz, emniyetin içinde bulunduğu boşluk ve atalettir çünkü bu kurum, Agnes'in içinde bulunduğu çevreden kurtulmasını sağlayan enerjisini dizginliyor. (Kadın ve Polis, Remi Lenoir)

390 - "Zorunlu kamu hizmeti cezası bir işe yaramıyor. (...) mesela, zorunlu bir kamu hizmetinde çalışarak cezalarını çekmek isteyen 1000 kişi var ama 1000 tane yer yok, üstelik oralarda ne yaptıkları da meçhul." (Kadın ve Polis, Remi Lenoir)

391 - (Memleketime dönmek) "İstiyorum, havası için falan ama yaşlı komiserlerle ilişki kurmam gerekeceğini düşündüğümde istemiyorum. Kıdemleri mesele değil de zihniyetleriyle uğraşamam." (Kadın ve Polis, Remi Lenoir)

397 - Oysa kendi içinde kapalı hiçbir zümrede -yargı erki de bunlardan biri- iyi ilişkiler olmaksızın hızlı ilerleme elde etmek mümkün değildir. (Canlı Bir Sitem, Remi Lenoir)

399 - Sürekli taşınma ve yeniden yerleşmeler neticesinde, aceleyle hep sil baştan düzen kurmaya çalışmış, yalnız kalmış, kendine ve başkalarına olan güvenini yitirmiş... (Canlı Bir Sitem, Remi Lenoir)

402 - Her şeyden evvel Andre, kurumun saygınlığının ("yargılama meşruiyetinin") onarılmasının tek yolunu -"yargıcın aslında yaptığı işe", bu işi ne "kapsamda" ve "kalitede" yaptığına ve işin tüm faillerce (meslektaşlar, avukatlar, polis memurları ve hatta ilgilendiği hükümlüler) nasıl değerlendirildiğine bakılmalı- etkileyici bir biçimde anlatırken bu alanın gerçek işleyiş mantığını, reddettiği şeyler üzerinden aslında nasıl işlediğini, neleri varsaydığını bize hatırlatıyor. (Canlı Bir Sitem, Remi Lenoir)

405 - "Avukatlıkta da canımı sıkan iki şey var; biri, düşündüğünün aksine şeyler söylemek; çünkü bazen avukatların, tamamen aynı fikirde olmadıkları konumları savunmak zorunda kaldıkları oluyor, buna değer bir durum olsa bile..." (Canlı Bir Sitem, Remi Lenoir)

405 - "Benim zamanımda insanlar, bir patronun emrinde çalışmak istemezdi; kamu hizmetleri kavramı önemliydi; çok para kazanmak umrunda değildi, aksine bu istek beni çok şaşırtırdı; başka insanlardan para almak istemezdim ama kamu hizmeti vermek için, kamu yararına hizmet etmek için bir maaşının olması iyi bir şey." (Canlı Bir Sitem, Remi Lenoir)

408 - "...insanım sonuçta; insanların adalete saygı duymasını isterim ama karşılarında insanlıktan nasibini almamış, kendilerine acı çektirmek isteyen biri olduğunu düşünmelerini de istemem." (Canlı Bir Sitem, Remi Lenoir)

409 - "Yargıçlar (...) "Başımızı belaya sokmayalım, mahkumiyet verelim gitsin!" diyorlar; verdikleri karara gerekçe sunmaktan acizler." (Canlı Bir Sitem, Remi Lenoir)

409 - "...çok sayıda yargıcın hiçbir şey yapmadığı gerçeğinin üzerinin grevle kapatılması yanlış, kimse (sendika) bununla mücadele etmek istemiyor." (Canlı Bir Sitem, Remi Lenoir)

409 - "Düşüncelerin yenilikçi olunca, şimdi burada yapıp ettiklerin hakkında düşünme zahmetinden kurtuluyorsun. Artık pek aktivist değilim, belli şeyler yapıyorum, belirli ilkeler adına bir şeyler yapıyorum; sendikalara sitemimin nedeni, mesele bağımsızlık olunca, "Ah ama önce bağımsızlığı tehdit eden bir eyleme maruz kalan mağdurun kendisinin mücadele edip yardım talebinde bulunmasını beklemek lazım..." demeleri. Bence böyle olmaz; bağımsızlık, saldırıya uğrayan kişi adına değil, bir ilke olarak savunulmalı. Sayın X, Y ya da Z'yi savunmak değil mesele; mesele, katiyetle gözetilmesi gereken bir ilkeyi savunmak..." (Canlı Bir Sitem, Remi Lenoir)

410 - "...yargıç kendisine saygı duyulmasını istiyorsa poliste tanıdıkları olacak." (Canlı Bir Sitem, Remi Lenoir)

411 - "Bence seni kimlerin takdir ettiğini, birlikte çalıştığın insanların takdir edip etmediğini bilmek en önemli şeylerden biri. (...) özellikle de hapse attıklarım bana saygı duyardı." (Canlı Bir Sitem, Remi Lenoir)

412 - "Gerçekliğe uymayan, tırnak içinde yanlış bir "ölçü" kullanılıyor; yani mesela bir patronu hapse atarsanız insanlar, "Bu da ölçüsüz oldu, doğru değil!" diyorlar. Uyguladığı şiddet yüzünden bir polise dava açarsanız, "Hayır, bu doğru değil!" diyorlar. Kısacası, sana bildiriyorlar, sonra bunun tersine, kabahat işleyen sıradan insanların acılarını paylaşmaya kalkarsan da seni hassaslıkla, duygusallıkla falan suçluyorlar." (Canlı Bir Sitem, Remi Lenoir)







14 Ağustos 2017

Kitap: Down and Out in Paris and London (George Orwell)



Amsterdam'da ikinciel dükkanlarından birinde, sırtında sadece kocaman puntolarla GEORGE ORWELL yazan 800 küsur sayfalık bir kitap buldum. Türkçe baskılarından tanıdığım Down and Out in Paris and London (Paris ve Londra'da Beş Parasız) ve Homage to Catalonia (Katalonya'ya Selam) ile birlikte ilk kez duyduğum The Road to Wigan Pier ve 1931-1949 arası gazete makalelerini de içeriyor. Ah be dedim, şunu okuyacak İngilizce olsaydı bende... Yine de alsam mı? İlerde okurum belki... Hem Zorba'yı okumuştum! Zorba'nın aslı İngilizce miydi akıllım, Virgina Woolf'u okuyabildin mi? Amaaan, hem kimbilir kaçadır, ilerde okurum diye o kadar para verilir mi kitaba, sen önce evdekileri oku... diye kendi kendime ktartışırken, bi taraftan da göz atmaya başladım. Göz attıkça anlayabildiğimi fark ettim, burun kıvıran kendime nanik yaptım. Sonra ön sayfasında 2euro yazdığını gördüm (Türkiye'deki sahaflar gibi, burda da bazılarında kitabın ön sayfasına fiyat yazıyorlar, tabii kurşun kalemle). Yok canım, dedim, yanlıştır, yıllar öncesinin fiyatıdır o. 

Sonuç olarak fiyatın doğru olduğunu öğrenir öğrenmez aldım ve tüm kitabı bir çırpıda bitirmek zorunda olmadığıma kendimi ikna edince, başladım okumaya.

İlkinden yani başlığa konu olan kitaptan başladım, zira uzun zamandır merak ediyordum. Roman olduğunu sanıyordum. Değilmiş, anı üslubuyla yazılmış. Kitap boyunca gerçekten anı mı, yoksa kurgu mu, emin olamadım. Gerçek olması ihtimaline inanamıyor insan. Çünkü Paris'te ve Londra'da günlerce aç kaldığından ve modern kölelik sayılacak işler yaptığından bahsediyor. Kurguysa da öyle bir anlatıyor ki, okurunu kandırmış olacağı için Orwell'e sinirleniyorum, O'na bunu yakıştıramıyorum. Gerçeği hala bilmiyorum. Araştırırken tatmin olup, yazma isteğimi kaybederim korkusuyla, önce içimi buraya döküyorum, sonunda araştıracağım, küçük bi ekleme yaparım belki. 

Kitap, Paris'te bir sokak tasviriyle başlıyor. En ucuz otellerle, işsizlerle, orda burda köpek gibi çalışıp kazandıkları parayı içkiye yatıranlarla dolu bir sokak. Orwell, hem onlardan biri, hem de onları izliyor. Sanki sırf deneyim olsun diye kendini oraya atmış, insanların arasına sızmış gibi. (Gönlübol'daki Filiz Akın gibi). İngilizce dersleri veriyor durumu iyi olan Fransızlara, çocuklarına, arada bir de gazeteler için yazdığı yazılardan para kazanıyor. Başka mahareti yok. Sonunda bu işlerden para kazanamaz oluyor ve günlerce aç kalıyor. Diğer parasızlarla takıldıkça onlarla birlikte iş buluyor. Bir otelde bulaşıkçı, her işe koşturan eleman oluyor. Parasızlık içinde kıvranmasına rağmen, ne kadar kederli bir hayatı olduğunu vurgulamıyor, sadece o durumu açıklamaya çalışıyor. Bütün derdi, okurlarına o ruh halini anlatabilmek. Çevresindeki kişilerin hayatlarından örnekler vererek yapıyor bunu. Sonra bir bölümde (kitapta toplam 38 bölüm var) olayların tamamen dışına çıkıp, sebebini, sonucunu irdeliyor. Otel bulaşıkçılığı nasıl bir meslektir? İnsan neden bu şartlarda çalışır? 

Paris'te daha iyi koşullarda yaşayamayacağını anlayınca Londra'ya gitmeye karar veriyor. İngiliz bir arkadaşından iş bulmasını rica ediyor, o da buluyor. Bu geçiş bölümünde, Orwell dayanamadığı için adeta seviniyorum. Çünkü belgesel çeker gibi başkalarının hayatlarını bize aktarıp duruyordu, işte, O da dayanamadı, O'nun da içine işledi çektiği filmdeki acılar. Gerçek mi, kurgu mu hala emin değilim ya, psikopatça seviniyorum. 

Londra'ya gittiğinde, işin 1 ay sonra başlayacağını öğreniyor. Kalacak yeri, parası yok. (Nasıl olmaz, İngiliz değil mi bu adam? Hiç mi tanıdığı yok? Kurgu olduğundan adeta emin oluyorum bu noktada.) Londra'da parasız yaşamanın nasıl mümkün olduğunu anlatıyor sonra, bir taraftan kendisi de öğreniyor. Fransa'yla farkından bahsediyor. En basitinden, Londra'da kaldırımda uyumak demek hapse girmekle eş anlamlıyken, Paris'te istediği yerde rahatça yatabiliyor evsizler. Londra kısmının sonundaki kıssadan hisse, sebep-sonuç irdelemesi yaptığı bölümlerde ise sokak serserisi deyip geçtiğimiz insanların nasıl ve neden o halde olduklarını, aslında nasıl bi yaşamları olduğunu, onların çalışan sınıftan ne farkı olduğunu filan anlatıyor olabilecek en net cümlelerle. 

Sosyologla edebiyatçı arası bu adamı neden sevdiğimi bu kitapla hatırlamış oluyorum ben de. Şimdi alıntı zamanı: 

21 - You discover, for instance, the secrecy attaching to poverty. At a sudden stroke you have been reduced to an income of six francs a day. But of course you dare not admit it - you have got to pretend that you are living quite as usual. From the start it tangles you in a net of lies, and even with the lies you can hardly manage it. 

52 - The moral is, never be sorry for a waiter. Sometimes when you sit in a restaurant, still stuffing yourself half an hour after closing time, you feel that the tired waiter at your side must surely be despising you. But he is not. He is not thinking as he looks at you, 'What an overfed lout'; he is thinking, 'One day, when I have saved enough money, I shall be able to imitate that man.' He is ministering to a kind of pleasure he thoroughly understands and admires. And that is why waiters are seldom Socialists, have no effective trade union, and will work twelve hours a day - they work fifteen hours seven days a week, in many cafes. They are snobs, and they find the servile nature of their work rather congenial. 

60 - The queer thing about Furex was that, though he was a Communist when sober, he turned violently patriotic when drunk. He started the evening with good Communist principles, but after four or five litres he was a rampent Chauvinist, denouncing spies, challenging all foreigners to fight, and, if he was not prevented, throwing bottles.

71 - The question I am raising is why this life goes on - what purpose it serves, and who wants it to continue, and why. I am not taking the merely rebellious, faineant attitude. I am trying to consider the social significance of a plongeur's life.

71 - If plongeurs thought at all, they would long ago have formed a union and gone on strike for better treatment. But they do not think, because they have no leisure for it; their life has made slaves of them. 

The question is, why does this slavery continue? People have a way of taking it for granted that all work is done for a sound purpose. They see somebody else doing a disagreeable job, and think that they have solved things by saying that the job is necessary. Coal-mining, for example, is hard work, but it is necessary - we must have coal. Working in the sewers is unpleasant, but somebody must work in the sewers. And similarly with a plongeur's work. Some people must feed in restaurants, and so other people must swab dishes for eighty hours a week. It is the work of civilization, therefore unquestionable. 

72 - These are instances of unnecessary work, for there is no real need for gharries and rickshaws; they only exist because Orientals consider it vulgar to walk. They are luxuries, and, as anyone who has ridden in them knows, very poor luxuries. They afford a small amount of convenience, which cannot possibly balance the suffering of the men and animals. 

73 - A rich man who happens to be intellectually honest, if he is questioned about the improvement of working conditions, usually says something like this: 'We know that poverty is unpleasant; in fact, since it is so remote, we rather enjoy harrowing ourselves with the thought of its unpleasantness. But don't expect us to do anything about it. We are sorry for you lower classes, just as we are sorry for a cat with the mange, but we will fight like devils against any improvement of your condition. We feel that you are much safer as you are. The present state of affairs suits us, and we are not going to take the risk of setting you free, even by an extra hour a day. So, dear brothers, since evidently you must sweat to pay for our trips to Italy, sweat and be damned to you.'

This is particularly the attitude of intelligent, cultivated people; one can read the substance of it in a hundred essays. Very few cultivated people have less than (say) four hundred pounds a year, and naturally they side with the rich, because they imagine that any liberty conceded to the poor is a threat to their own liberty. Foreseeing some dismal Marxian Utopia as the alternative, the educated man prefers to keep things as they are. Possibly he does not like his fellow-rich very much, but he supposes that even the vulgarest of them are less inimical to his pleasures, more his kind of people, than the poor, and that he had better stand by them. It is this fear of a supposedly dangerous mob that makes nearly all intelligent people conservative in their opinions. 

100 - Then the question arises, Why are beggars despised? - for they are despised, universally. I believe it is for the simple reason that they fail to earn a decent living. In practice nobody cares whether work is useful or useless, productive or parasitic; the sole thing demanded is that it shall be profitable. 

104 - It is curious how people take it for granted that they have a right to preach at you and pray over you as soon as your income falls below a certain level.

113 - I imagine there are quite a lot of tramps who thank God they are not tramps. 

114 - A tramp tramps, not because he likes it, but for the same reason as a car keeps to the left; because there happens to be a law compelling him to do so. 

115 - The reasons are not worth discussing, but there is no doubt that women never, or hardly ever, condescend to men who are much poorer than themselves. A tramp, therefore, is a celibate from the moment when he takes to the road.


Ek: Wikipedia'dan öğrendiğime göre kitap yazmak için bu parasız hayata girişmiş yazar. Gerçekten tüm parasını çaldırdığı olmuş ama birilerinden borç isteyebilirmiş, hatta istemiş de ama biz bunları bilmiyoruz tabi okurken. Bu deneysel yazma girişimlerine kılım. Röntgenci gibi insanların hayatına sızıp, rol yapıp kandırmak, üstelik onların parasızlığını anlatarak para kazanmak, nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan alçakça... O yazmasaydı biz de bu kadar net bilgiler edinemezdik deyip boğazımızda düğümle diğer kitaplarına geçelim bari.

09 Ağustos 2017

Film: The Big Sick (ve bizim büyük çaresizliğimiz)



Uzun zamandır sinemaya gitmemiştim. Kontrol ettim, (cineville sizin yerinize kaydeder) haziran başından beri gitmemişim. Arada tatile gittik taşındık, gezegenler arası geçiş yaptık falan derken sinema hep ekstra, hep fazla lüks göründü. Sonra eve döndük, yerleştik, böcekler yok oldu, evim oldu tekrar, sakinleştim, nerde kalmıştık, dedim kendime... Sinemaya sıra geldi çok şükür. Fakat evden çıkmak bazı insanlar için çok zordur. Hadi dünya senin etrafında dönmüyor kedicik her insan için hayatlarının bazı döneminde çok zordur. Onu biliyoruz, lakin demek istediğim, benim için, çoğu zaman çok zordur. O yüzden bi türlü sinemaya gidemedim. Bazen tam moda girmişim, yağmur başladı, ya da günün herhangi bi saatinde yağacağını öğrendim kutsal Buienradar'dan. Bazen o gün çok güzel kitap okuyasım geldi kaçırmak istemedim, bazen kargo bekledim, bazen sadece evden çıkmak istemiyorum işte, dedim, kabullendim. Bunlar hep psikolog önerilerine aykırı şeyler ama neyseki psikologla ilişkime de mecburen ara vermiştim.

Sadede gelirsek, bugün evden çıkmak zorundaydım. Çıktım. Çıkarken de dedim ki kendime, hemen eve dönmeyeceksin, ya sinemaya gideceksin ya da başka ne bulursan onu yapacaksın. Dönüş yolunda bi ara kendimi kandıracak gibi oldumsa da, neyseki yol üstünde sinema vardı, hem de en sevdiklerimden, üniversiteye yakın olanından, içi üniversiteli ya da benzer kafada yaşlılarla dolu olanından (bkz: Kriterion)... Canımın çektiği herhangi bi film yoktu. 7 civarı seansında çok fazla seçenek de yoktu. Aksiyon filmi olanla daha önce izlediğim belgesel olanını çıkarınca geriye Hint komedisi kaldı, tamam dedim, aldım. Severim Hint filmlerini.

1 saat önceden bileti aldım (ki kaçamayayım), geçtim oturdum. Konusuna baktım. Meğersem afişte görünen başrol Hintli değil, Pakiymiş. Film de aslen Amerikan filmiymiş, yani bi tek başrol oyuncusu esmermiş. (bkz: afişe götüyle bakmak) Yine de büyük beklentim olmadan girdim. 

Sonuçta filme girdim. Komedi. Ama ben yine salya sümük tabi. Artık kabullendim bu halimi. Arkadaşlarla birlikte Sherlock izlerken, duygusal sahnelerde kimsenin gözleri dolmazken benim selpak yetiştiremediğimi fark ettiğimde anlamıştım ki, ben böyleymişim demek. Yaş olmuş otuz. Ağla be, boşver, koyver gitsin.

Bu filmde tek olay benim salya sümüklüğüm değil ama. Aslında bahsetmek istediğim de bu tarafı. 

Pakistanlı, Müslüman bi ailenin çocuğu olan başrolümüzün, Amerikalı, beyaz bi kıza aşık olması, bu aşkın karşılıklı olması ve bizim oğlanın (tabi ki oğlan bizim) ailesine bunu açıklayamaması. Çünkü Müslüman bi Paki kızla evlenmesini beklemeleri. Düzenli olarak namazını kıldığını sanmaları. Yani çocuğu hiç tanımamaları.

Konuya girip tek tek anlatmayayım. Tek bi replik kaldı aklımda, "Ben 400 yıllık gelenekle mücadele ediyorum, senin tek derdinse lisede çirkinmişsin". Bağlamdan kopuk olunca bi şey anlaşılmasa da, bu cümle vurdu beni. Burdaki insanlarla aramızdaki uçurum. Bunu aşıp yolumuza devam edebilmekteki güçlük. 

Geçmiş ya da aile ya da gelenekler büyük bi pranga ayağımızda. Çıkartabiliriz, aileyle bağları koparmadan da yapabiliriz bunu, ama çok zor. Çok fena göt istiyor. Ve biz onlarla uğraşırken yaşıtımız olan bazı insanlar, bazı batılılar, bazı Türkler de dahil, özgürce kişiliğini oturtuyor, en kötü ihtimalle kendini ararken intihar ediyor. Ama kendilerini aramak için bi şansları var. Biz, kendimizi ararken bi taraftan formaliteleri uygulamaya ya da uygular gibi görünmeye çalışıyoruz. Senelerimiz gidiyor. Bi bakmışız, hoop 30 yaşımızdayız.

Neyseki kadınlarımız erkeklerimizden daha çabuk kendini buluyor ya da kendini bulmak için adım atıyor (eğer buna niyetleri varsa). Ya da savaş veriyor. Çünkü çok daha net baskı var üzerlerinde. Başörtüsü örtmek istemediğini dile getirecek göt varsa mesela hanımkızımızda, başka şeyleri de konuşuyor o arada. Gidebildiği kadar gidiyor. Aile bu, az buçuk makulse, gelenekleri bi yana bırakıp kızını dinleme inceliği gösterebiliyor. Ama erkekler ... Neden bilmiyorum, ya da buna kafa yoracak halim yok, erteliyorlar sürekli bu konuşmaları. Filmdeki karakter de öyleydi, bu tezimi doğruladı.

Nitekim, salon bol bol güldü, hislendi de. Ama sanmıyorum ki (dikkat spoiler ama çok da şey değil) benim kadar anlayabilsinler annesi namaz kıl diye içeri yolladığında Müslüman çocuğun içinden geçenleri. Seccadeyi serip, saati kurup, beş dakka geçene kadar telefonda oyun oynamasının ne anlam ifade ettiğini. (spoiler bitti). Ya da 400 yıllık gelenekle ilgili alıntıladığım cümleyi... 

Yani evde bira içmekle dışarda bira içmek arasındaki farkı. Ya da (one night stand demiyorum) gönlünün kaydığı biriyle yatabilmenin ne demek olduğunu. Ya da inandığın yüce varlıkla arandaki ilişkinin, ibadetlerinin o varlık tarafından değil de aile tarafından sorgulanmasını... Ya da azıcık açık bi kıyafetle sokakta gezinmenin ne demek olduğunu... Ya da.. 

Daha uzar gider bu.. Anlattıkça da anlamsızlaşır. Anlattıkça "hadi canım, abartıyosun" denir. Ya da doğunun acılarından ilham alan batılılar empati yapmaya çalışır belki. Ama imkansızdır bence, arada aşılmaz bi dağ var ve bu dağın yıkılması sadece savaşan kişinin elinde. Başka kimse yardım edemez.

İşte The Big Sick de böyle bi filmdi. Cineville yine beni şaşırtmadı (aslında bu defa şaşırttı). Dandirik görünen bi film yine vurucu çıktı. (Hadi hadi... Sen de vurulmaya pek meraklısın). Doğru.


Ek: Ah kızın anne-babasındaki o datlışlık...


07 Ağustos 2017

Bu sıralar...

 - Son günlerde Hollanda kültürüyle ilgili yeni bir şey öğrendim: Puzzle yapmak yaşlı insanlar için bir aktivite sayılıyormuş. Neden bu kadar dışa dönük insanlar olduklarına şaşmamalı. Halbuki tek başına oturup parçaları birleştirmek zihni dinlendirmenin bir yolu bence. Örgü örmek gibi. Hadi kabul, örgü örmekten çok daha az yaratıcı bir eylem. Sadece parçaları birleştirmekten ibaret. Sonuçta oluşturduğun ürün sanatı geçtim, zanaatın da bir sonucu değil. Fakat Türkçe'deki karşılığı olan "yapboz" sözcüğünün anlamına tam da uygun olarak, bu aktivitede önemli olan bir şey yaratmak yani sonuç değil ki, sadece yapmak, parçaları birleştirmek ve bunun getirdiği dinginlik, tatmin hissiyatı. O yüzden yapıp çerçeveleyip asmak değil aslında beklenen, yapıp bozmak, sonra tekrar yapmak. İnsan, sanki yapbozda resmedilen tablo ya da fotoğraf kendi eseriymişçesine, çoğu zaman bozmaya kıyamasa da, aslında amaç bu, yani bozmak. Çerçeveleyip asmak insanın kendini şımartma, kendini sevme yollarından biri sadece.

- Zamanın birinde Youtube'da "Daha sonra izle" diye işaretlediğim videolardan birini izledim geçen hafta: "Havada Bulut". Sait Faik Abasıyanık'ın öykülerinden birinin TRT tarafından 2002 yılında dizileştirilmiş hali. İnsanı okumaya teşvik eden diziler varmış eskiden. Edebiyat televizyon denen aptal kutusuna ancak bu kadar yakışabilirdi. Keşke benzerlerini bulsam da izlesem. Sait Faik'i yeterince okumamış olmanın pişmanlığı düştü içime. Ülkemin en güzel yanı, edebiyatı. Çok özlüyorum, bu yaşıma kadar uzak kaldığımız her an için kendisinden özür diliyorum, arayı elimden geldiğince kapatmaya çalışıyorum.


- Ve yine Adalet Hanım'la içli dışlıyız bu aralar. Günlüklerinin (Damla Damla Günler) ilkini okumuştum. İnternetten sipariş verip arkadaşlarıma aldırttığım ikincisi ve dördüncüsüne başlayayım dedim bir iki hafta önce (üçüncüsü yoktu piyasada). Baktım ikincisi yerine yine birincisini ama bu kez Everest yayınlarından çıkan son baskısını aldırtmışım. İnternet alışverişinin zararları. Yine de iyi oldu, Everest'teki önsözünde günlükleri basıma hazırlama sürecini anlatmış, "Bir insan yaşadığı sırada neden günlüklerini yayımlatır ki?" sorularıma cevap buldum. Neyse, sonuç olarak ben de dördüncüye başladım, 1990-96 arası olana. Günlük okumaktan bu kadar zevk aldığımı hatırlamıyorum. Doksanlara nasıl baktığını hep merak ediyordum, öğrendim. Sanırım, kim ne derse desin, hatta kendisi ne derse desin, bu yazarla aramızdaki ilişki hiç bozulmayacak. Günlükleriyle tanımaya başladım O'nu, (sonradan edebiyatıyla haşır neşir oldum), bundan mıdır, nedendir bilmem, kendi kendiyle konuşmalarını, kendine kızmasını, eleştirmesini, arada bir şımartmasını, haklı çıkarmasını, yaşadıklarıyla fikirlerinin çelişkisiyle mücadele etmesini, her şeyini olmasa da pek çok kavgasını gördüm kitaplarında. Romanlarında da eksik kalan yerleri tamamlıyorum yavaş yavaş. Asla tamamen tanıyamam elbette O'nu, kimseyi, en yakınımı bile. Bir insan bir insanı ne kadar tanıyabilir, bir insan kendini dışarıya, hatta kendine bile ne kadar tanıtabilir ki? Yine de Adalet'i (yaşına ya da tanışmayışımıza hürmeten Hanım demem gerekiyor ama içimden gelmiyor. Yazarlarla kankiymişiz gibi konuşulmasından da hoşlanmam halbuki. Sonuna bir şey getirip isminin karizmasını çizmek istemiyorum sanırım..) öyle bir benimsedim ki, bir yazarı ne anne, ne abla, ne arkadaş, ne kadın olarak değil, sadece yazar olarak da yürekten bir yakınlıkla benimseyebileceğimi öğrendim. İnsanı durmadan okumaya ve sakince, koşturmadan, kendi kendine mırıldanır gibi yazmaya teşvik ediyor. Bir yerlerde yayımlatma telaşına girmeden yani... Daha ne olsun ki?

Şimdi elimde günlük kalmadı. Eskişehir'de geçen romanı Üç Beş Kişi'ye başlayacağım. Belki de biraz ara verip Füruzan'ın Parasız Yatılısı'na girerim.

- Hamamböceklerimiz bitti. Evi beş defa ilaçlatmak, sonuncusunda bütün binayı ilaçlatmak işe yaradı demek ki. Artık gerçekten yerim yurdum varmış gibi hissediyorum. Uzak kaldığımda özlediğim bi kapalı kutum var. Kendi evinde misafir gibi hissetmek bi tuhaftı. Hayatta daha derinlere kök salabiliyorum sanki artık, o zamanlar hep misafirdim dünyada. Tam olarak ancak bu cümleyle anlatabilirim böceğin ruh halime etkisini. Küçücük yaratıkların iğrenmek dışında böyle duygular uyandırması saçma ama yaşayan bilir ki, gerçek.

- Burada her ayın ilk pazartesi öğlen 12'de bir dakika boyunca siren çalıyor. Doğal felaketlere ya da savaş durumuna karşı tatbikat amaçlı. Çok enteresan. Yakınlarımızda mültecilerin kaldığı bir yer var. Acaba oradakiler bu felaket tellalı sesi duyunca ne düşünüyorlar? Ben ilk duyduğumda tırsmıştım mesela. İnsan merak ediyor. Ama gidip soramıyor. Neden? Bir, yapı meselesi, her merak ettiğini soran biri değilsin, hele ki hiç tanımadığın insanlara, röportaj yapar gibi yanaşıp konuşamazsın. İki, ki içini asıl kurcalayan bu, mesafe yakın ama aslında uzak.

- Kendi kendine konuşarak, hatta çekişerek yazmak, Adalet Hanım'dan kalan hatıra. 

Şimdilik bu kadar...