07 Ağustos 2017

Bu sıralar...

 - Son günlerde Hollanda kültürüyle ilgili yeni bir şey öğrendim: Puzzle yapmak yaşlı insanlar için bir aktivite sayılıyormuş. Neden bu kadar dışa dönük insanlar olduklarına şaşmamalı. Halbuki tek başına oturup parçaları birleştirmek zihni dinlendirmenin bir yolu bence. Örgü örmek gibi. Hadi kabul, örgü örmekten çok daha az yaratıcı bir eylem. Sadece parçaları birleştirmekten ibaret. Sonuçta oluşturduğun ürün sanatı geçtim, zanaatın da bir sonucu değil. Fakat Türkçe'deki karşılığı olan "yapboz" sözcüğünün anlamına tam da uygun olarak, bu aktivitede önemli olan bir şey yaratmak yani sonuç değil ki, sadece yapmak, parçaları birleştirmek ve bunun getirdiği dinginlik, tatmin hissiyatı. O yüzden yapıp çerçeveleyip asmak değil aslında beklenen, yapıp bozmak, sonra tekrar yapmak. İnsan, sanki yapbozda resmedilen tablo ya da fotoğraf kendi eseriymişçesine, çoğu zaman bozmaya kıyamasa da, aslında amaç bu, yani bozmak. Çerçeveleyip asmak insanın kendini şımartma, kendini sevme yollarından biri sadece.

- Zamanın birinde Youtube'da "Daha sonra izle" diye işaretlediğim videolardan birini izledim geçen hafta: "Havada Bulut". Sait Faik Abasıyanık'ın öykülerinden birinin TRT tarafından 2002 yılında dizileştirilmiş hali. İnsanı okumaya teşvik eden diziler varmış eskiden. Edebiyat televizyon denen aptal kutusuna ancak bu kadar yakışabilirdi. Keşke benzerlerini bulsam da izlesem. Sait Faik'i yeterince okumamış olmanın pişmanlığı düştü içime. Ülkemin en güzel yanı, edebiyatı. Çok özlüyorum, bu yaşıma kadar uzak kaldığımız her an için kendisinden özür diliyorum, arayı elimden geldiğince kapatmaya çalışıyorum.


- Ve yine Adalet Hanım'la içli dışlıyız bu aralar. Günlüklerinin (Damla Damla Günler) ilkini okumuştum. İnternetten sipariş verip arkadaşlarıma aldırttığım ikincisi ve dördüncüsüne başlayayım dedim bir iki hafta önce (üçüncüsü yoktu piyasada). Baktım ikincisi yerine yine birincisini ama bu kez Everest yayınlarından çıkan son baskısını aldırtmışım. İnternet alışverişinin zararları. Yine de iyi oldu, Everest'teki önsözünde günlükleri basıma hazırlama sürecini anlatmış, "Bir insan yaşadığı sırada neden günlüklerini yayımlatır ki?" sorularıma cevap buldum. Neyse, sonuç olarak ben de dördüncüye başladım, 1990-96 arası olana. Günlük okumaktan bu kadar zevk aldığımı hatırlamıyorum. Doksanlara nasıl baktığını hep merak ediyordum, öğrendim. Sanırım, kim ne derse desin, hatta kendisi ne derse desin, bu yazarla aramızdaki ilişki hiç bozulmayacak. Günlükleriyle tanımaya başladım O'nu, (sonradan edebiyatıyla haşır neşir oldum), bundan mıdır, nedendir bilmem, kendi kendiyle konuşmalarını, kendine kızmasını, eleştirmesini, arada bir şımartmasını, haklı çıkarmasını, yaşadıklarıyla fikirlerinin çelişkisiyle mücadele etmesini, her şeyini olmasa da pek çok kavgasını gördüm kitaplarında. Romanlarında da eksik kalan yerleri tamamlıyorum yavaş yavaş. Asla tamamen tanıyamam elbette O'nu, kimseyi, en yakınımı bile. Bir insan bir insanı ne kadar tanıyabilir, bir insan kendini dışarıya, hatta kendine bile ne kadar tanıtabilir ki? Yine de Adalet'i (yaşına ya da tanışmayışımıza hürmeten Hanım demem gerekiyor ama içimden gelmiyor. Yazarlarla kankiymişiz gibi konuşulmasından da hoşlanmam halbuki. Sonuna bir şey getirip isminin karizmasını çizmek istemiyorum sanırım..) öyle bir benimsedim ki, bir yazarı ne anne, ne abla, ne arkadaş, ne kadın olarak değil, sadece yazar olarak da yürekten bir yakınlıkla benimseyebileceğimi öğrendim. İnsanı durmadan okumaya ve sakince, koşturmadan, kendi kendine mırıldanır gibi yazmaya teşvik ediyor. Bir yerlerde yayımlatma telaşına girmeden yani... Daha ne olsun ki?

Şimdi elimde günlük kalmadı. Eskişehir'de geçen romanı Üç Beş Kişi'ye başlayacağım. Belki de biraz ara verip Füruzan'ın Parasız Yatılısı'na girerim.

- Hamamböceklerimiz bitti. Evi beş defa ilaçlatmak, sonuncusunda bütün binayı ilaçlatmak işe yaradı demek ki. Artık gerçekten yerim yurdum varmış gibi hissediyorum. Uzak kaldığımda özlediğim bi kapalı kutum var. Kendi evinde misafir gibi hissetmek bi tuhaftı. Hayatta daha derinlere kök salabiliyorum sanki artık, o zamanlar hep misafirdim dünyada. Tam olarak ancak bu cümleyle anlatabilirim böceğin ruh halime etkisini. Küçücük yaratıkların iğrenmek dışında böyle duygular uyandırması saçma ama yaşayan bilir ki, gerçek.

- Burada her ayın ilk pazartesi öğlen 12'de bir dakika boyunca siren çalıyor. Doğal felaketlere ya da savaş durumuna karşı tatbikat amaçlı. Çok enteresan. Yakınlarımızda mültecilerin kaldığı bir yer var. Acaba oradakiler bu felaket tellalı sesi duyunca ne düşünüyorlar? Ben ilk duyduğumda tırsmıştım mesela. İnsan merak ediyor. Ama gidip soramıyor. Neden? Bir, yapı meselesi, her merak ettiğini soran biri değilsin, hele ki hiç tanımadığın insanlara, röportaj yapar gibi yanaşıp konuşamazsın. İki, ki içini asıl kurcalayan bu, mesafe yakın ama aslında uzak.

- Kendi kendine konuşarak, hatta çekişerek yazmak, Adalet Hanım'dan kalan hatıra. 

Şimdilik bu kadar...