20 Şubat 2017

Kitap: Asılacak Kadın (Pınar Kür)

Everest Yayınları
10. Baskı, 2004
İlk Baskı: 1979 


Bu kitabın filmini izlemiştim son yıllarda. Hayal meyal hatırlıyorum. Çok etkilenmiştim. Kitap uyarlaması olduğunu sonradan öğrenmiştim. Bi sahafta kitapla karşılaşınca kavuşma zamanımızın geldiğini anladım. 

Kitabı filme çok iyi aktardıklarını düşündüm okudukça. Bu kitap ancak öyle aktarılabilirdi sanki. Karakterlerin kendi kendine konuşması, Melek'in ürkek, vahşi tavırları, Hüsrev Bey'in kibarlık sosuyla zenginleştirilmiş zorbalıkları... Oyunculuklar müthişti. Senaryoya aktarması çok zor bi kitap gibi görünüyor. İşin erbabları daha iyi bilir tabi. 

Romanın gerçek bir davaya dayandığını öğrenince daha da şaşırdım. Yalı Cinayeti diye gazetelere konu olmuş bir davadan etkilenmiş yazar. İnsan merak ediyor tabi, Melek ve Yalçın'a ne oldu, romanda belirtilen cezaları aldılar mı? Yalçın, hapisteyken Pınar Kür'le iletişime geçti mi hiç? Aklından geçenleri yazdığı bölüm tamamen Pınar Kür'ün hayal gücüne mi ait, yoksa gerçeklik payı var mı? Romana itiraz etti mi ya da yazarken Kür'e rehberlik etti mi hiç? Peki ya hakimlerden kadın olanı? Ne yapıyor şimdi? Kitabı okudu mu? Ne düşündü? Melek'e ne oldu, öldürülene kadar, aklından geçenleri anlattığı biri çıktı mı hiç? Mahkemede yargılanmayan gerçek suça ortak olanlar ne yaptılar sonra? Şimdi mutlu mesut yaşamlarına devam ediyorlar mı?

İnternette yaptığım kısa aramada kesin cevaplara ulaşamadım. Bulabilirsem, bu yazının altına eklerim. Şimdilik alıntılar:



İthaf - Ezilmişliği meslek edinmiş olanlar için...

s.22 - Be çocuk bana bir bütün simit alsana. Bütün simit istiyorum. Hepsi benim olsun istiyorum. (...) Kimseye bir lokma koklatmadan hepsini yiyip bitirmek.

s.28 - Asillerin akrabalık bağları kuvvetli olur.

s.43 - Bubamı geberten beni ne deyi sağ bırakmış tanrım ben zati usanmışım bu candan alıvereymişin te bebecikken (...) (Tanrım? Melek'e hiç yakışıyor mu "tanrım" demek?)

s.45 - BAĞIRACAK BİTTABİ. TEMAS GÖRMEMİŞ BAKİRE... DAHA DAHA CANHIRAŞHANE BAĞIRMALI Kİ... SEN DURMA, İŞİNE BAK. BÖYLESİNİ NEREDEN BULACAKSIN BİR DAHA?

s.83 - Gariptir, benzerlerimle, uzak Boğaz semtinin yaz-kış oturanlarının yoksul çocuklarıyla okula giderken varlıklı paşa torunluğuna heves ederdim de, özendiğim sınıfın çocuklarıyla okumaya başladıktan sonra bu özentim azaldı, bir süre sonra da geçti, hatta tersine döndü. Hiçbir zaman onlara benzeyemeyeceğimi anladığım için mi? Yaşım büyüdüğü, aklım başıma gelmeye başladığı için onlara benzemenin iyi bir şey olmadığını kavradığımdan mı? Bilmiyorum.

s.90 - Oysa iki yıl sonra yeniden karşılaştığımızda onun tek tek kişilerin değil de toplumun, içine doğduğu ekonomik ve toplumsal koşullarının kurbanı olduğunu bilmiyor muydum? Biliyordum elbet. Kendisine anlatmaya bile çalıştım bunu. Bilmediğim şey 'toplum'un olduğumuzdu. O sıra hala soyut bir kavramdı benim için; ya da, kendimi de, çevremizi de, hatta Melek'i de toplumdan soyutlamıştım. İşte onun için bir zorbayı öldürmekle onu kurtarabileceğime inandım herhalde. O tek zorbayı tüm zorbaların, hatta zorbalığın simgesi olarak gördüm de ondan, değil mi? Gerçeklerle değil de simgelerle uğraştığım için (Melek de bir simgeydi çünkü önünde sonunda), bir simgeyi ortadan kaldırmaya çalıştığım için yanıldım ve Melek hepsinden çok benim, kurtarmasını bilmeyen bir kurtarıcının, bir simgesel düşüncenin kurbanı oldu...

s.106 - Geçen yaz, lise son sınıfa geçmiş, 'bilinçlenmiş', çevremdekileri bilinçlendirmekle 'görevli' olarak mahalleye döndüğümde yalıda olan bitenleri benden başka bilmeyen yoktu sanırım. Ancak tüm mahalleli gizli bir suç bağlaşması içindeydi sanki. ortak suçun, ortak utancın getirdiği suskunluk... Kuşkulu bakışlar... Yabancıya, bilmeyene karşı birleşme... Belki benim de bildiğimi sanıyorlardı, ya da bilmediğimi, bilmemem gerektiğini annemden öğrenmişlerdi. İkisi de olabilirdi. Ancak, konuyu kendi aralarında bile konuşmadıklarına eminim. Dedikodu dönemi çoktan aşılmış, susma, yalnızca bakışlarla anlaşma dönemi başlamıştı. Koskoca bir mahallenin, kadınlı erkekli, böylesine korkunç, böylesine çirkin bir olaya göz yumması, suça (kimisi yalnızca susarak da olsa) katılması nasıl açıklanabilir? 

s.107 - Sokakta gülümsemeden verilen kaçamak selamlar, kahveye girdiğimde meydana gelen kısa ama belirgin sessizlikler, ahbapça sorularıma gözüme bakmadan verilen kuru karşılıklar, bir ucuna sandalye çektiğim masaların çabucak boşalıvermesi...

s.113 - Şimdi düşünüyorum da o ilk anda bana en korkunç gelen Melek'e yapılanlar değil de, bunu birçok kişinin yapabilmesi, birçok kişinin de yapılmasına göz yummasıydı sanırım. 

s.118 - Neden hiç aklına gelmez bu gibilerin bir gün öldürülecekleri? Neden hep yaşayacaklarına, hep egemen olacaklarına kesinkes inanırlar? Başkalarını da inandırırlar üstelik?

s.118 - Oysa onlar geceleri ihtiyarın yoluna çıkmamayı çoktan öğrenmişlerdi kuşkusuz.

s.119 - Kemikleri camlaşmış, beyni sulanmış, etleri erimiş bir ihtiyarın hala istediği ölçüde egemen olması... Koca bir mahalleyi susta durdurması... Bir sıkımlık canı vardı kendimi bildiğimden beri;  ama o bir sıkımlık can bir türlü çıkmıyordu işte. Öğrendiğim tüm bilimsel gerçeklere aykırı bir direnç. Ya da değil. İhtiyara direnme gücünü veren, güçsüzlüğünün zorbalığa dönüşmesine yardımcı olan bir şey vardı elbet. Yüzyıllar... Yüzyılların birikimi. Çevredekilere o çürümüş, tüm güzelliğini, işlevini yitirmiş yalının yıkılamayacağını sandıran; moruğun zorbalığını olağan saydıran birikim... Dışardakilerde boyun eğme, içerdekinde ise boyun eğdirme alışkanlığı... Kolay kurtulunmaz bu tür alışkanlıklardan. Oysa gün gelecek yıkılacaktır elbet, Yalı da moruk da, simgesi oldukları yoz düzenle birlikte.

s.123 - Bize her şeyi yanlış öğrettiler belki; belki de yanlış anladık, eksik anladık. Başımıza gelen tüm akla sığmaz şeyler kaçınılmaz mıydı gerçekten? Bilmediğimiz, daha öğrenemediğimiz yasalara göre? Kaçınılmaz olan yapılandır, kişinin şu ya da bu etkenle yaptığı. Olmuş, gerçekleşmiş, artık olmaması düşünülemeyen. Akla sığmayan ise yapılmayan, yapılamayan, kişinin belki yıllarca düşleyip de yapmadığı. Düşünüldüğü zaman bile gerçekleşmeyeceği kaydıyla düşünülen... Oysa benim Melek'le yaptıklarım -o gece, ondan sonraki geceler, gündüzleri bahçede, başka gecelerde düşlerimde- hem kaçınılmazdı hem de akla sığmaz. Ya da akla sığmazın birden kaçınılmazlaşması...

Ama öldürmem öyle değil. Daha çocuk yaşta yıkmak üzere yola çıktığım bir düzenin en yakın simgesini öldürmemin akla sığmaz bir yanı yok.

s.123 - O zaman benim kayda değer tek yanım, yani tek gerçeğim, tek gerçekliğim, benden geriye kalan tek şey adam öldürmüşlüğüm mü olacak?

s.125 - Oysa, dalından koparılmış, vazoda soldurulmuş bir çiçeği ne kurtarabilir? 

s.126 - Onu yalnızca kendime ayırmak, başkalarının el süremeyeceği bir yere götürüp saklamak isteği miydi beni öldürmenin gerekliliğine inandıran? Bir tür iyelik güdüsü? İyelik kavramına bile karşı çıkmayı ilke edindiğim, ülkü edindiğim halde o duygu muydu, beni öldürmeye sürükleyen?

s.126 - Kafası karmakarışık bir çocuktum. Romantizmle materyalizmi bağdaştırmaya çalışan...

s.127 - Şimdi anlar gibiyim bunu. Öldürmeyi, öldürtmeyi düşünemezdi. Çünkü düşünmezdi. Çünkü baskıya karşı çıkmamak üzere yetiştirilmişti. Bilmiyordu başkaldırabileceğini; baskıyı, zorbalığı yaşamın doğal bir öğesi bellemişti. Bu baskıyı erkeklerin kurması, her bakımdan kurması daha doğaldı onun için. Çünkü güçlü olanonlardı; hep başta olan, her şeye egemen olan. Ben de onlardan biriydim. Daha genç, daha beceriksiz belki. Ama erkek. Nasıl güvenebilirdi bana? Üstelik benimle olan ilişkisi ötekilerle olandan ayrı değildi ki. Bahçede yıllarca önce oynadığımız o bir tek koşmaca oyunu dışında ne farkım vardı başka erkeklerden? Zorla, zorbalıkla kurulan, kendisinin hiç katılmadığı cinsel bir ilişkinin üstte olan kişisi... Bütün bunları anlamadım zamanında. Tam tersini anladım hatta. Beni seviyor musun sorularıma yalnızca şaşkın ve ürkek bakışlarla karşılık vermeyi sürdürdükçe korktuğuna inandım. Beni sevdiğini söylemeye korkuyor; hayır, daha da ötesi beni sevmeye korkuyor dedim. Sonra da yeni ve eşsiz bir buluşmuş gibi özgür olmayan kişinin sevemeyeceğine karar verdim. Melek'i kölelikten, Hüsrev Bey'in korkunç boyunduruğundan kurtarmakla ona sevmek olanağını da armağan edeceğimi sanıyordum. Ancak ben kurtarırsam gerçekten yaşamaya başlayacağına inanmıştım. 

s.133- Öte yandan, hayal gücü kıt, düşünme ve karar verme yeteneği zayıf kişilerden oluşmuş bir toplumun ilerleyemeyeceği, bir koyun sürüsü kadar kolay yönetileceği de bir başka gerçektir. Düşünce özgürlüğünü bir kavram olarak bile ortadan kaldırmanın en iyi yolu, düşünmeyi bilmeyen kuşaklar yetiştirmektir. İşte bu yönden, bir süredir, bu ülkede okuyan, bağımsız düşünebilen insanların sayısını azaltmaya, gittikçe yok etmeye yönelik bir kültür politikası güdülmektedir. Toplumu, yalnızca boğazını düşünen bir koyun sürüsüne dönüştürme amacıyla izlenen bu politikanın yöntemlerinden biri de, kitap düşmanlığı ve okuma korkusu yaratmak; yazarı, sanatçıyı, okuru yıldırmaktır. Papaz'ın Karısı, Doymayan Bakire, Çılgın Kolejliler ve benzeri, yabancı dilden çevrilmiş ve gerçekten cinsel istekleri kamçılamak amacıyla yazılmış bir sürü kitap piyasada rahatça satılırken, benim çok başka mesajlar taşıyan ve edebi değeri yurtiçinde ve dışında kabul edilmiş iki önemli romanımın birden imhasının istenmesi, asıl amacın politik olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Sürdürülen bu politikanın gerisinde yatan ölümcül zihniyetin seçtiği örnek kurbanlardan biri de benim, ama, sonuçta, asıl hedeflenen kurban, Türk halkıdır. (11 Şubat 1988)