YKY 1996 basımı
İlk baskı: Remzi Kitabevi, 1986
Yine sadece alıntıları yazıyorum buraya:
s.24
– (Tunç Okan'ın Otobüs filminden bahsediyor.)
Yapım,
bu yeni değeri, kendilerine güvenleri bilinen pek çok nedenle
sıfıra inmiş insanları 'barbar' sayan 'Batı'nın, burada sadece
kapitalist dünyanın gerçek barbarlığını, bencillik ve
yozluğunu iyi seçilmiş duraklarla üretiyor. (...) Yapımcı bu
asal dokuya ne kötümserlik damgası yemekten korkarak bol oranda
pembelik sürüştürmüş, ne de o güvensiz insanları, kitaplardan
derleme üç devrimci söz, beş demir yumrukla içine
fırlatıldıkları 'Avrupa değerleri'ni yere seren yüce
kahramanlar olarak göstermiş. (...) Otobüs'te, ilericilik,
devrimcilik adına devrim
ticareti yapmaya yer yok. (Sanatın Özgür Dili, 1977)
s.33
– İç tedirginliklerini yenmek, kendisiyle kavgasına dayanabilmek
için parasını türlü gezilere yatıran, geniş topraklarını
köylülere dağıtmaya kalkan, yazarlığı serüvenlerinden değil
de, serüvenleri yazar duyarlılığından kaynaklanan Kont
Tolstoy'u, aynı duyarlığın itisiyle çok çok sorular sorduğu
için sürgün edilen Puşkin'i, uslu uslu hukuk öğrenimi gördüğü
halde sağlığının kötülüğü nedeniyle Rouen yakınlarında,
annesinin dizinin dibinde oturup yazan Flaubert'i, başına bir
şeyler geldiyse yazdıklarından ötürü gelmiş olan Zola'yı,
beğensek de beğenmesek de yazınımızdan silip atamayacağımız
Y.K. Karaosmanoğlu'nu, A.H. Tanpınar'ı, M.Ş.E.'yi, R.N.
Gültekin'i; izlenebilecek en düz bürokrat çizgileri izlemiş bu
yazarlarımızı ne yapacağız? Yazar birikimi salt, yaşamın
niceliksel zenginlikler temeline mi dayanıyor? (Yazar Duyarlığı,
1977)
s.43
– Masaüstü'nden "geçerken" resmini ekle. (Benim
Yöntemim Nerdeyse Yöntemsizlik, 1977)
s.65
– Kore'ye katılışın ekonomik ve siyasal bağımlılıklarımızın
bir sonucu olduğu herhalde anlaşıldı. (Saf Okura Safiyane
Kitaplar, 1979)
s.70
– "Yalnız kalmamak için bütün gece aynanın önünde
oturdum," mu demiş Pavese? Birinci tür okur için, bunun da
altı çizilebilir. Ertesi sabah, yalnızlığından yakınan biri,
bir sorun gibi karşısına çıkarsa, "Sen ne diyorsun
kardeşim? Asıl yalnız olan benim! Öylesine yalnızım ki, bütün
gece aynanın karşısında oturdum," diyebilmek için. (Başucu
Kitapları, 1979)
s.71
– Hayat üniversitesinin okuru için Pavese'nin başucu olmasının,
"dün gece yalnız kalmamak amacıyla aynanın karşısında
oturdum"un anlamı başkadır. O, bu kitabı alır, sayfaları
açar, sözkonusu tümceyi okumadan görür neredeyse ve "Ee,
Pavese, dostum, nasılsın?" der. "Bu gece ben, gerçekten
yalnız olan birinin artık hiç yalnızlık duymayacağını
düşünmekteyim, ne dersin?" (Başucu Kitapları, 1979)
s.71
– O filmdeki küçük kız ne güzel bir şey söylüyordu: Siz
büyüklerin güldüğü her şeye ağlamak istiyorum, ağladığınız
her şeye de gülmek geliyor içimden. (Hangi film acaba?) (Başucu
Kitapları, 1979)
s.76
– Özveri, üretime katkı, yaratı, dürüstlük kavgası, kısaca
direnç; çok geçmeden çıkarcılık, ödüncülük, üretime
katkısızlık, kısacası dirençsizlik, her türlü uzlaşma ve
çıkarcılık önerilerine karşı durmamış olmakla eşdeğer
sayılacak; olumlu değerler de bireyin kendisine yabancılaştırılarak
genel görünüme uydurulacaksa, kişi ortadan silinmenin karşıtı
olan 'evet'i doğrulama gücünü, sürdürmek, yeniden başlamak
gücünü nereden, niçin alacaktır? "Gelecekten, geleceğe
duyduğu güvenden, tarihten..." demek, bu aşamada pek fazla
bir şey demek olmuyor artık. Çünkü, ne denli inanırsak inanalım
yarın, şimdide yaşanılanın tam karşıtı değil. Onun eşiti
değil. Şimdinin somutluğuna karşın, yarın henüz soyut.
Bilinçli ve dirençli dediğimiz insan, somut bir durumu, bu soyut
olanla yüklenmeye ve taşımaya çalışıyor. Günlük dilde
'direniş' buna diyoruz. Ama insan daha da bilinçlendiğinde,
aşkınlaştığında, 'evet'le uzlaşmayan 'mutlak ölümsüzlüğün'
peşine düşecek, dahası, herhalde onun ta kendisi olacaktır. (Bir
'Yenilgi'nin İrdelenmesi, 1979)
s.76
– Ülkemizde, dün son kerte devingen olmuş olan pek çok
sosyalistimizin bugün içine gömüldükleri sessizliği, salt
siyasal ve toplumsal koşulların sonucu, zorunlu ve çok bilinçli
bir bekleyiş olarak mı yorumlayalım? Yoksa örgütsüzlük ya da
örgütlerin üst katlarındaki çatlamalara karşı ödünsüz,
mutlak bir direniş olarak mı? (Bir 'Yenilgi'nin İrdelenmesi,
1979)
s.81
– Büyük, olağanüstü olayların desteğini seçmeden
izleyiciyi kendine çekebilen, onunla ortaklaşalık kurabilen
yapıtlar, yaratılmaları en güç yapıtlardır. (Edebiyatın
Kendi Olayı, 1980)
s.83
- (...) edebiyat yazılı anlatıma dayanmaktadır, yani dışlaştırma
yolu, kulak gibi, göz gibi -kuşkusuz çok, çok genel anlamda-
herkese eşit dağıtılmış algılama yollarından geçmez.
Edebiyat, görsel ve plastik sanatlar gibi, müzik gibi değil. Bize
'icazet'i verecek olanlara doğrudan ulaşamaz. Bir aracı
gerektirir. Onların diline çevrilmeyi gerektirir. Bu da, önünde
sonunda, İdil Biret'in piyanodaki parmaklarına başka parmakların
karışması, fırçayı tutan ele başka bir elin değmesi, topa
vuran ayağa başka ayakların sataşması demek...
Bir
bakınız, hala Batı'ya karşı aşağılık duygularımız içinde
nasıl garip şeyler oluyor: Dışarda, sözgelimi, kilise kadınları
derneği bizi şakşaklarsa, ülkece seviniyoruz; içerde edebiyat
adamlarımızla ciddi okur seçimine bile kuşkuyla bakıyoruz.
Venedik'te pohpohlanmaya evet, İstanbul'da kutlanmaya hayır. (...)
Dışarda bir başarı kazanılmışsa, sanki bunda büyük
sermayenin hiç parmağı yok; içerde bir başarı kazanılmışsa,
bunda mutlak büyük sermayenin parmağı var. Biz işte böyle,
içerde birbirimizi yer, dışarda da Türk bayrağını Mercedes
Benz kamyonunun önüne asıp garip numaralarla ve davulumuz
zurnamız, çarığımız mestimizle göze girmeye çalışırız.
(“Türk Romanının Bugünkü Görünümü?”, 1981)
s.85
– (Behçet Necatigil'den alıntı) Edebiyat anketini
düzenleyen acımasızdır. Yazmayı alışkanlık yapıp çıkmış
edebiyatçının beyanlarını yazıya geçirir, baskıya verir,
yayar ve bir suç belgesi gibi, dosyasına koyar edebiyatçının
söylediklerini. ("Kimleri Boşladım, Borçlarım Kimedir?",
1981)
s.86
– Biz, başkalarının sürçmelerine, ille suçlu olmalarına ve
paşa gönüller hoşnut kalsın diye suça itilmelerine; felaketi
mutlak kendi dışımızda bulmaya, yoksa yaratmaya düşkün bir
toplumuz. Bu yüzden çocuklarımızın daha suçlanmadan, hiç
suçlanmayacakları zamanlarda bile savunuya hazır halleri beni hep
düşündürmüştür. Tetikte, tetikte... Aman tetikte duralım!
("Kimleri Boşladım, Borçlarım Kimedir?", 1981)
s.90
– Bizde radyo oyun yazarlığı çok geç ortaya çıktı.
Çıkmasıyla bugünü arasında da önemli bir birikim sağlayamadı.
Bu alanda pek çok düzeysiz yayın, düzeyli çabaların da üstünü
örttü. Böylece, usta bir ozanımızın usta bir ozanımızın
radyo oyun yazarlığına verdiği emek üzerine eğilme gereği
görülmedi. (Necatigil'in Radyo Oyunlarını Kendi Şiirleriyle
Okumak..., 1982)
s.93
– (Necatigil'den bahsediyor.) Her birimiz bu yola onun
yarısı kadar emek verseydik, kimbilir, belki de çoğunluk bugün
TV yayınlarımızdaki düzeysizliğe daha güç katlanırdı.
(Necatigil'in Radyo Oyunlarını Kendi Şiirleriyle Okumak...,
1982)
s.100
– Yanılmıyorsam, "Roman öldü mü?" tartışmasını
ilk ve en yoğun biçimde başlatan Fransa; ardından da Almanya.
Oralara bakıyorsunuz: Uluslararası roman ödüllerine giderek en
çok yer açan ülkeler bunlar. Başka ülkelerden, egzotik
iklimlerden roman devşiren, seçen, çeviren de yine Batı dünyası.
Bizler de, bir III. Dünya edebiyatını bu çevirilerin
çevirilerinden izliyoruz. Kısacası, bu Batı denen dünya, sistemi
gereği, kendi pazarını da yaratıyor; o pazarda kullanabildiği
oranda romanı diriltiyor, yoksa öldürüyor. (Romanın Ölümü
Dirimi, 1982)
s.100
– (Fransa'da ortaya çıkan Yeni Roman anlayışından
bahsediyor.) (...)bu yeni akım, I. Dünya Savaşı sonrası
gelen akımların ucundan kıyısından yine de bağlı kaldığı
klasik roman anlayışının dışına çıkıyor. Karşısına
geçiyor, demeyeceğim; onu çoğaltmaya yanaşmıyor. Onu, ondan
kendine kattıklarıyla köklü bir değişime uğratmayı amaçlıyor.
Çünkü, özellikle Hiroşima'da atom bombasının patlatılmasından
sonra, Avrupa küçük burjuva aydını, bireyi bir nesne gibi
algılamış, onu çevreden yalıtarak kendi içindeki gizilgüçle
başbaşa bırakmış, bunun da anlatı biçimini geliştirmiştir.
Yönlendirilmesinde ve yönetilmesinde kendisinin payı bulunmadığı
bir dış dünyayı reddeder. Ne yönetenlerle, ne yönetilenlerle
bir uzlaşmaya girmek ister. Böylece, bu sınırlı "Roman öldü
mü, ölüyor mu?" tartışmasında, yaşlının uzlaşmasız
gence, geleneğin yeniye, en hafifinden kuşkuyla bakması sözkonusu.
(Romanın Ölümü Dirimi, 1982)
s.102
– Roman denince sorun, içdökme,özyaşam öyküsü, bilinenin
yeniden söylenmesi ise, bütün roman tarihi bunlarla dolu.
Anladığıma göre romanımız şimdi belki bir üst düzeyde, ama
yine konu, malzeme açılarından ele alınıyor. Bu konu, malzeme
romanlarımızda nasıl bir gerçekliğe
dönüştürülmüş/dönüştürülememiş; buna acaba Joyce'un
Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi'ne ya da Mann'ın
Venedik'te Ölüm'üne yaklaşır gibi, küçümsemeyi ve
güvensizliği bir an için olsun yenerek yaklaşmayı denedik mi?
Pek ender. Yabancı bir romanın çeviri diline gösterilen titiz
ilgi, kendi romanımızdan sakınılmıyor mu acaba? (Romanın
Ölümü Dirimi, 1982)
s.103
– Şimdi kaset hikaye çıktı. Pek yakında herhalde kaset
romanlar da çıkacak. Bir romanı bize kendi sesimiz değil, başka
bir ses okuyacak. Böylece, bu kez de kaset romanın insanı, kaset
romanın getirdiği sesin anlatımı üstüne sorgulayacağız.
(Romanın Ölümü Dirimi, 1982)
s.105
– Benim ülkemde, benim insanlarım, çoğunlukla kişinin yaşamdan
edinilmiş kendi bilgisine bile inanmıyor, ona kuşkuyla
bakıyorlardı. Toplumun, ta Tanzimat'la Batılılaşmaya adaylığını
koymasından sonra olmuştu bu herhalde. İşte ağrım, bu ağrı.
Birbirimizi sürekli denetim altında tutuyorduk. Karşımızdakinin
nasıl olsa bir "yanlış", bir "çürüklük"
yapacağından çok emin yaşıyorduk. Sanki, kişiliği ezilmiş,
kendine güveni sıfıra inmiş, her an, her şeyde "yanlış
yapan" insanlar ne kadar çoğalırsa, o kadar iyiydi.
("Bellenmişi Aşmak", 1982)
s.106
– (Yaşar Kemal'den alıntı) "... Eski, bellenmiş
tekniklerle karşılaştığım yeni ekonomik, sosyolojik, psikolojik
biçimleri, içinde bulunduğum, yaşadığım insanları
anlatamıyorum. Bunlar beni yeni bir tekniğe, yeni bir anlatışa
zorluyor. Eğer yeni gelişmeler, insanların karşılaştıkları
yeni olanaklar romancıları yeni dünyalar araştırmaya itiyorsa,
bu, edebiyat için bulunmaz bir şeydir. Bellenmiş romanı aşmak
bir zorunluluktur." ("Bellenmişi Aşmak",
1982)
s.107
– Gerikalmışlık, kendi dışında "suçlu" arayıp
durmak değilse, başka ne? ("Bellenmişi Aşmak", 1982)
s.116
– 'à part': Oyuncu başını usulca yana çevirir, karşısındakinin
işitemeyeceği varsayılarak, izleyicinin ise mutlak işitebileceği
bir biçimde söylenir söylenecek olan. (İki Nokta Üstüste,
1983)
s.119
– Yazar, her yazdığını her istediği zaman, kolayca
yayımlatamıyor. Yayımlatabilirse ve salt yayımlattığı ile
geçinmek isterse, o zaman da durmadan yazması ve yayımlatması
gerekiyor. Aynı neden: Türkiye'de kitap alıcısı sınırlı. Tek
ya da iki kitap, iyi satsa bile, kimseyi geçindirmiyor. Durmadan
üretmek zorunda kalan yazar da, yaratıcılığında yine özgür
kalamıyor. Kendini aşamıyor, yineliyor. (Yazarımızın Bugünkü
Durumu ve Okur Olmanın Önemi, 1983)
s.121
- 'Yazarımız' sözcüğü, genel görünüme bakınca, bugün
benim için yazarlıkla ilgili herhangi bir anlama gelmiyor. Gözümün
önünde, bildiğim o aydınlık yüz, yazarlık değerleriyle yüklü
o tek resim değil canlanan. İnsanlık, aşk, tutku, kültür, evet
kültür, kültür emperyalizmi, evet kültür emperyalizmi,
özgürlük, eşitlik, vbg., düşünmeden, derinine inmeden,olur
olmaz kullandığımız her kavram gibi, içi boş bir sözcükten
ibaret benim için bu 'yazarımız' sözcüğü. Gerçekten, kimdir
bu 'yazarımız'? (Yazarımızın Bugünkü Durumu ve Okur Olmanın
Önemi, 1983)
s.123
- (...) Marquez şunu söylemek istiyor: Yazarın sorunu, yaratının
sorunlarıdır. Yazarken yayımlanmayı düşünmez o. yayımlanmak
için yazmaz. Ne de kitabının nerede, nasıl basılacağı, kimler
tarafından nasıl okunacağı üstüne bir kaygısı vardır. Onun
ilk ve son kaygısı, yazdığı kitaptır. Bundan ötesi okurun
sorunudur. Özetle, okur yazarını kendisi arar bulur. Onu yaşatmak
da, öldürmek de, yüceltmek de, silmek de onun elinde. Okur sorunu
çözülmeden yazar sorunları (o kötü koşullar) ortadan kalkamaz.
Okurun durumu iyileşmeden, yazarın durumu iyileşemez. (Yazarımızın
Bugünkü Durumu ve Okur Olmanın Önemi, 1983)
s.124
– Sürekli metin denemeleri yapan genç bir arkadaşım bana; “Ben
iyi bir okur olmak için yazıyorum,” dedi. (Yazarımızın
Bugünkü Durumu ve Okur Olmanın Önemi, 1983)
s.131
– Çocukluğumda annem beni komşu gezmelerine, eş-dost
ziyaretlerine götürmezdi. Zaten kendisi de pek fazla konu komşu
gezmezdi. (...) Annemin beni de götürdüğü kadınlararası
toplantı günleri, roman okuma günleriydi. (Topluca
Dinleme Geleneği, 1983)
s.132 – Gerçekte ben kendi
kendime, bir romanın parçalarını yazarın sesinden dinlemek,
huzurunda dinlemek, değilse bir yorumcudan dinlemek, bu toplantılara
katılan okura ne kazandıracak? diye sorup duruyordum. (...) Okunan
parçalar ardından inceden inceye sorgulamalar başlıyor. Bu arada
siz de, bu izleyicinin, karşılaştığı yazar ve onun yazdıkları
üstüne elden geldiğince ön bilgilerle donanmış olduğunu
görüyorsunuz. Okuma/dinleme günlerinin izleyicisi bütün bunları
yapmadıkça, ilgilendiği yazarla sanki hiçbir yolculuğa
çıkmayacaktır. Onun bir yazar karşısındaki tavrı, hemens.
hemen, yöresel seçimler sırasında adaylar karşısındaki
tavrı...
Kısacası,
Batı'da roman nasıl ekinsel bir birikimin sonucu, bir gelenekse,
roman okumadan öte, onu dinlemek, yazarıyla tartışmak da ekinsel
birikimin sonucu. Roman geleneğinin doğal bir uzantısı. (Topluca
Dinleme Geleneği, 1983)
s.133 – Ülkemizde roman
gelenekleşti mi acaba? Gelenekleşti ise, 1935-40'lar arası küçük
bir ilçede tanık olunan okuma günlerinin sürekliliği nerede?
Topluca okumanın? Etkilenimler de süreklilik istiyor. (Topluca
Dinleme Geleneği, 1983)
s.134 - (...) kimi sanatçılar,
yazarlar, pazarla ilişkiye çarpıtılarak sokulmaktan kaçınmak
için kendilerine sağlam korunaklar seçerler. Bazen o denli
saklanırlar ki, pazarın günlük kullanım malı olmaktan
kurtulayım derken, insanla ilişkiden de uzak kalırlar. Kuşkusuz
bu, sanatçının, yazarın, “sanatın, edebiyatın yalnızca
toplumsal bir işlevi olduğu zaman sanat ve edebiyat olacağı”
görüşüne katılmamasından da doğabilir. Ama acaba böyle bir
işlevi yadsımanın temelinde yatan da, pazar ilişkilerinden
korunabilme isteği değil mi? Ancak ne kadar savaşımsız bir
'korunma', kısacası kaçış! (“Edeplice Erotik”, 1983)
s.135 – Sanat ve edebiyat
tarihi, pazar tarafından günübirlik tüketilmeden de insanla
ilişkiyi sağlayabilmiş örneklerle dolu. Ama bu örnekler
çoğunlukla resim, tiyatro, şiir alanlarında görülüyor.
Kuşkusuz müzikte de. Çünkü, sanatın bu türleri, tüketim
toplumları ortaya çıkmadan da vardı; pazar ilişkileri sanat
yapıtlarını da 'şeyleştirme' işlemine girişene dek, kendi
yerlerine, kendileri olarak sağlamca yerleşmiş bulunuyorlardı.
Bugünün pazarı Hamlet'i çarpıtsa çarpıtsa ne kadar
çarpıtabilir? (“Edeplice Erotik”, 1983)
s.141 – Gençtim. Yeni ufuklar
arıyor, insanlarla daha geniş, canlı ilişkiler kurmak istiyordum.
Gelenek buna izin vermiyordu. İçinde yaşadığım bu değişik
sürgün alanı bana Kafka'nın sürgünlüğünü anlamayı bile
yasaklıyordu. Duygularımı ve düşüncelerimi apaçık
paylaşabileceğim bir dostum olmasını isterdim. Hem de onun erkek
olmasını isterdim. Ondan yoksundum. Böylece, Milena'ya
Mektuplar'ın derinlerinde yatan parçalanmış, korkulu dünyayı
bile kendi gerçeğimli bağıntılı biçimde algılayamamam da
kendi gözümde neredeyse doğallaşmıştı. (...) Büyük bir
çocuksulukla itiraf edeyim ki, Milena gibi bir dostu, bir sevgilisi
-her şeyi- olan kişi, neden kendini korkulu bir yalnızlıkta duyar
acaba? diye düşünmüştüm. (Günümüz Gerçekliği ve Kafka,
1984)
s.142 – Sanki bireyin dış
etkenlerden bütünüyle bağımsız bir iç varlığı olabilirmiş
gibi... (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)
s.142 – Çoğu kez bizden uzak
olanı bütün insanlardan uzak sanırız. (Günümüz Gerçekliği
ve Kafka, 1984)
s.142 – Sonraları
düşüncelerimi açabildiğim yığınla Milena'm oldu, benim
ülkemin kendine has Kafka'ları da oldu; yine de geçmişte
yaşadığım yalnızlıkların bin beterini yaşadım. (Günümüz
Gerçekliği ve Kafka, 1984)
s.142 – Karanlık bizdeyse,
Kafka'yı karanlık ve anlaşılmaz bulmamız kaçınılmazdır.
Bununla birlikte kıyısından köşesinden yaklaşırız:
Çelişkileri salt geleneklerin, törenin, eğitimin bir sonucu
saymışızdır. Hacıyla hocayla, ekmek kavgası peşindeki
babamızla, çocuklarını doyurmaya, yıkayıp paklamaya savaşan
anamızla itişip kakışmışızdır. Onların da aynı karanlık
koşulların birer ürünü olduklarını görememişizdir. Böyle
olunca, Kafka'nın babasıyla çatışmasını severiz, onu
onaylarız. Eh işte, bir tek bu açıdan onu kendimize yakın
bulmaktayızdır. Ama Joseph K.? O kimdir? Bizimle ilgisi nedir?
Hayatımızda neyin yanıtıdır? Bunu hemen bulup çıkaramayız.
(Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)
s.144 – oysa bugün, II. Dünya
Savaşı'nda Nazilerin çizmeleri altında ezilmiş, fırınlarda
yakılmış insanlar, İsrail Devleti'ni kurar kurmaz Filistin'de
toplu kıyımları kararlaştırıyor ve gerçekleştiriyorlar.
Bundan hepimizin haberi var. Roger Garaudy de yakın bir tanıklıkla
bildiriyor: “...Suikastler: 1972'de Golda Meir'in emriyle Mossad
(İsrail Gizli Servisi) yabancı ülkelerdeki Filistin direniş
örgütünün liderlerini öldürdü.” Deir Yasin köyünde,
aralarında çocukların, kadınların, yaşlıların da bulunduğu
yüzlerce kişi toplu kıyıma uğradı. Peki, dünün gerçeği
nerede?kırk yıl öncesinin gerçeği, bugün ne durumda?bu toplu
kıyımlara karşı olması gereken İran ve Irak birbiriyle
çarpışmakta. Suriye ile Filistinliler birbirini öldürüyor.
Lübnan, kendi içinde birbirine kıyıyor. Filistinliler de kendi
içinde birbirleriyle çarpışıyorlar. Yıllardır bu Müslümanların
liderliğini yüklenen Mısır ise İsrail'le flört durumunda. Ama
acaba Suriye'de Suriye mi dövüşüyor? Yedi bin Sovyet uzmanına
karşı ABD uçakları Suriye topraklarına bombalar bırakıyor.
Gerçek nerede? İnsanları insanlar mı yönetiyor, çıkarlar mı?
Ama gerçeklik günümüzde insanın kendine bu kadar
yabancılaştırıldığı bir mercekten görülebiliyorsa, Kafka'nın
dünyasının özelliği, özenelliği, 'marazi'liği nerede? Deir
Yasin'de olup bitenleri TV'den seyretseydi, Bir Savaşın
Başlangıcı'nı o kadar soğukkanlı yazamazdı herhalde. (Günümüz
Gerçekliği ve Kafka, 1984)
s.144 – Kafka neden toplumsal
gerçekçi olduklarını önesüren kimi yöneticiler, eleştirmenler,
estetikçiler tarafından reddedilmek istenmiştir? (Günümüz
Gerçekliği ve Kafka, 1984)
s.145 – Marx'ın
yorumlanmasındaki çeşitlilikler neredeyse onun gerçekçilik
üstüne görüşlerini -gerçeğin değişken, koşullara göre
yeniden elde edilmesi ve değerlendirilmesi gereken bir şey olduğu
gerçeğini* bile unutturur görünmüştür. (Günümüz
Gerçekliği ve Kafka, 1984)
s.146 – Kapitalist dünyanın
yarattığı korku, öznel bir korku, küçükburjuvanın korkusu
ise, savaş silahları üretiminde çalışan işçinin savaştan
korkusu neyin göstergesidir? O da mı bir çarpıklığın korkusu,
yoksa çelişkilerdeki değişimin mi? (Günümüz Gerçekliği ve
Kafka, 1984)
s.147 – Hiroşima'da patlayan
bombanın seyircileriyiz. Deir Yasin köyünde olanların
seyircileriyiz. Şili'de olanları önleyemedik. Terör olaylarının
tedirgin, sancılı seyircileriyiz. Bankalar faizleri yükseltiyor,
faizleri düşürüyor. Silah ticareti günümüzün en örgütlü
ticareti durumunda. Sonra bembeyaz kotraları, meleksi gülüşleriyle
kıyılarımızdan bize bakıyorlar. Bizler onlara bakıyoruz.
Sattıkları silahlarla darmaduman edilecek evlerimizi, eşyalarımızı
gösteriyoruz onlara; satışlardan payımıza ne düştüyse onları,
gururla... Yükselttiğimiz her ses ustalıkla kısılıyor,
susturuluyor. (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)
s.155 – Barış, gerçekten
belalı bir konu. Her şeyi unutacak mıyızı? Neyi unutacağız,
neyi unutmayacağız? İşkence gören, işkenceyi unutamaz.
Unutmasın da. Ama gördüğü işkencenin acısını başkasından
çıkarsın diye değil, başkasına işkence etmek, acı çektirmek
elinden gelmesin diye... (Notlarımdan, 1986)
s.156 – Ülkenin yöneticileri
o kadar uzakta, o denli soyut durumdalar ki, halk onların elinden
somutta bir dilim ekmek almadığı için, sert eleştirilerin
haklılığına kolayca inanabilir, hatta, yüzyüze gelmeme
koşuluyla, onlara küfür edebilir. Ama kasaba ileri gelenleri, işte
şu anda kendilerine birer torba mısır dağırmaktadır. Onların
şimdide, somutlukta görünmeyen ihanetlerine kim inanır? Kim
inanır, kasabanın bütün çocukları ölmedikçe, içilen suyun
mikroplu olduğuna? (Notlarımdan, 1986)
s.159 – Gerçekte Adalet
Ağaoğlu'nun roman coğrafyasında dolanıp durmasından hoşnuttum.
Keyifli bir oyundu benim için. Öyleyse, yadırganır olmaktan
çekindim. Öyleyse, yazarken sandığım kadar da özgür
duymuyormuşum kendimi. (Notlarımdan, 1986)