Alkım Yayınevi
Birinci Baskı, 2004
27 Mayıs'ın bir
zamanlar tatil olduğunu Kültür Bakanlığı'nın 1971'de
kurulduğunu öğrendiğim kitap. Adalet Ağaoğlu'nun günlüklerinden 1969-1977 kısmının yer aldığı kitap. Altını çizdiğim yerleri buraya aktarıyorum. Bir kitap için yapılacak en anlamsız iş olabilir bu yaptığım ama bi şekilde bana iyi geliyor. Bir sonraki yazıda da yine Ağaoğlu'nun Geçerken'inden notları yer alacak. Şimdilik buralarda dursunlar. Yazarın roman serisinin ilk iki kitabı yarın yola çıkıp ulaşacak elime. Parçalar birleşecek.
s.56 – Hani sanki
memlekette CHP aradan çıksa, ortada kala kala akla kara, sağla sol
kalsa bulanıklıklar açılabilir, çaresizliğin yeri çare olur
çıkar gibilerden, salakça konformist bir düşünce geçiverdi
aklımdan. (Eylül 1969)
s.57 – Söylentiler
bize göre değilse de, aileyi yaz tatili yapmak üzere Alanya
Alaaddin Motel'e yerleşmiş görünce bütçesini düzelttiğini,
bizim de cepteki son maaşların suyunu çektiğini düşünmüş,
Durand Bulvarı'nın çok sevildiğinden bahsedilirken: “Benim
çeviri hakkımdan bir 500 TL versen iyi olur” diyebilmiştim. “Yok
ki” yanıtı aldım. Karısı da o sırada Halime'e araba almak
istediklerini, hangi markadan almalarının iyi olacağını sormasın
mı? (Eylül 1969)
s.63 – Güner, bugün
genel provası olduğu için dün uğrayıp bana Maxime Rodinson'un
Hasret-i Muhammet adlı kitabını armağan etmişti. Çok ilginç.
İnsan sanki bir islam sosyalizmi olabilirmiş sanıyor. (Batı'nın
Doğu bakışı.) (Ekim1969)
Bir
yanda Marcuse, bir yanda Maoizm. Bir yanda da Maxime Rodinson;
Hepsinin üstünde ülkede türlü biçimde yorumlanan Marx ve her
derde şifa Atatürk! Gramsci'nin ne zaman, nerde Gerçek
her zaman devrimcidir, dediğini
biliyorum. Bilginin de yaşamdaki yerini, karşılığını bulmak,
bilgiyi hayatla denetlemek, denetlenmemiş hiçbir kuramı da gerçek
saymamak gerek. (Ekim1969)
s.64
– Türkiye'nin Kalbi Ankara filmini iki yıl önce görmüştüm.
Hem de elin kültür merkezlerinden birinde. Vakti zamanında
Sovyetlere çektirilmiş iyi bir dokümanter. Kurtuluştan sonraki
ilk 10 yılın öyküsü ve haritası. Kuşkusuz Cumhuriyet'in 10.
yılında o zamana kadar yapılanları dünyaya tanıtmak, TC'yi
başta halk, yabancıların gözüne sokmak amacıyla çektirilmiş
bir film. Hem canım, bu film Mustafa Kemal Atatürk'ün isteği
üzerine onun onayıyla çekilmiş bir film değil mi? Nazım
Hikmet'e öyle yapıldı: Şimdi Mustafa Kemal'e de böyle mi
yapılmak isteniyor. Kurucusu bulunduğu CHP'nin gözündeki Atatürk
buymuş demek: “Kimseye göstermeyin yaptırdığı şu 10. yıl
tören filmini!” (Ekim-Kasım 1969)
s.79
– “Sizin gibi hayatını tek yumurtalıkla geçirmeye mahkum bir
kadının radyo yayınları başkanlığından bu memlekete ne hayır
gelir” benzeri provakatör laflar... (Şubat 1970)
s.81
– “Projeler çok değerli, yayınlarda bu önerilerinizin
gözönünde tutulması elbette çok gerekli sayın konuklar, fakat
acaba, özellikle Güneydoğu illerinin radyo yayınlarını hangi
dilde yapmalıyız? Herhalde Kürtçe değil mi? Oraları hep sınırın
öteki yakasındaki Kürtçe Barzani falan yayınlarını
dinlemekteler de” diye sormak cehaletini gösterdim. Elbette yine
gayr-ı muhatap oldum. Nedense, Kürtçe lafının bile yasak olduğu
aklıma gelmemişti... Başkanlığa tayinim üstüne tebrik
ziyaretime ilk gelenlerin reklamcılarla en kibarından üniformalı
iki binbaşı olduğunu unutmasaydım bari... (Mart 1970)
s.108
– Devrimcilik, toplumculuk, sanat, sanatçılar... hepsinin bu
derece yozlaşmış olabileceğine inanamıyorum. İnsanlığını
zaten yitirmiş tutuculardan, tek hedefleri çıkarları olan
sağcılardan sözetmiyorum. (Eylül 1970)
s.109
– Bu 1970 yılı boydan boya bir ölüler yılı oldu. Maddi ve
manevi anlamda kayıplar yılı. Orhan Kemal öldü. Sermet Çağan
öldü. Refik Ahmet Sevengil öldü. Gençler, öğrenciler öldü.
Vurulanlar, kaybolanlar ve benim açımdan sağken ölmüş
bulunanlar... Cahilleri çarçabuk doyuma ulaştıran sloganlardan
bezginim. (Eylül 1970)
s.109
– 3 Ekimde AST'da yapılan basın toplantısı bana
'emperyalistlikle işbirlikçilik' manzarasını ayan beyan göstermiş
oldu. Hani “Güner Sümer 'patronla' elele oldu, bize tek kuruş
koklatmıyorlar” deniyordu? 'Milli Sermaye' böyle kurulacaksa
kurulmasın gitsin, daha iyi. Ahh, Mao'nun kırmızı kitabını
kutsal kitap sayan 'veriliye' muhalif kardeşlerim ahhh! Evrensel
değerleri de göz kapamadan yakıp yıkanların aydınlık (!)
neferleri ahhh! (Ekim 1970)
s.110
– Bu da benim kendimi aşamadığıma en güzel örnek. İçin
için: Olur mu canım, hem Çatıdaki Çatlak gibi bir oyun yaz,
oynansın -1964-65,- hem de kalk orda yüzleri üretim dünyasında
hiç görünmeyen fakat 'halkına' “gönlümüz sizinledir”
telgrafları çekenler sınıfı kadınlarından biri ol. Halim
Adana'dan dönünce: “Gitmediğin için ayıp ettin” diyecek,
eminim. “Zaten ayıp olmasın diye öldük hakim bey”
dedirttiydim Evcilik Oyunu'nun kahramanlarından KADIN olanına.
(Ekim 1970)
s.112
– Proleter devrimciler, 'Sanat politikanın emrindedir” diyorlar.
Bense sanat, sanatçının devrimidir; onun 'o olması'
politikasıdır, diyorum. Bu yüzden 'dostlarla' daha çok kavgalar
vereceğiz. Hiçbir 'izm'in boyunduruğuna girme hevesinde değilim,
'kendim' olabilme arayışının yollarındayım. (Ekim 1970)
s.118
– Epeydir yapmadığım şey: Evi temizleyip süslemeye koyuldum.
(...) Fakat şu krem ipekliden zambak işlemeli örtüyü yemek
örtüsü olarak 'sanatçı dostlar'ın baskınlarından birinde
kullanabilirim. Evlerinin her yanını kilimler, tahta kaşıklar,
patates basması yazmalar ve işlemeli yün çoraplarla donatmaları
beni sinirlendirmeye başladı. Eyüpoğlu'ların birer deniz 'Reis'i
lakabıyla köy sanatına sahip çıkma ekollerine heveskar
bulunanlara işte bu Osmanlı dokuması örtü farklı bir yanıt
olsun. (Aralık 1970)
s.119
– (Ruhsal ve fiziksel çöküntü.) Bütün gece TRT'deki
rezaletleri sayıp dökmenin yanısıra Pir Sultan Abdal çalındı,
söylendi, ardından içimizden biri: “Şşışşt! Susun gülmeyin,
dinleyin, saygısızlığa lüzum yok!” dedi diye intiharı
düşünür mü insan? (Aralık 1970)
s.120
– Simone de Beauvoir'ın Kadın'ını okudum: Bağımsızlığa
Doğru. Bağımsızlık gelecek; geldi bile: Yeni bağımlılıklarla.
Fransızın küçük burjuva aydını Simone, Sartre'la elele
kolkola... Ne kadar bağımsız! Onun kitabındaki ölçülerle
tartılamaz bizim 'bağımsızlığa doğru' verdiğimiz omuzlar.
Uzatma Adalet, hadi sen git kendi Aysel'inle hesaplaş. (Aralık
1970)
s.121
– Hep kadının özgürleşmesinin erkeği özgürleştireceğini
düşündüm. Erkeği 'kendinden kurtarmadan' bize kurtuluş yok.
Bugün, bir kavganın tam orta yerinde durdum. Durdum. Geri
gitmiyorum, ama ileri de gitmiyorum. Yeni adımlar için çok düşünür
oldum. Yoruldum mu, yoksa daha mı bilinçliyim?
Öyle
çok şeye inandık ki, gele gele inançsızlığın tam göbeğine
düştük galiba. Machiavel'in Prens'inin yakasına yağışmanın
tam zamanı. Nerdeyse on yıl oldu okuyalı. “Her şey güçlüden
yana” manasını tam dört asır önceden kıvırdığı için
fellik fellik kaçtım ondan. Dönüp yeniden okusam, kaldırabilir
miyim acaba? (Aralık 1970)
s.127
– Olabilir mi, her şeye kör ve sağır kalınabilir mi? Bizim
kuşak, gerçek mutluluğun mutsuzluğu olduğunu öğreniyor. Öfkeyi
ne biler artık, onu ne, nasıl diriltip şahlandırır? Çaresizliğin
altından ancak öfkeyle kalkabiliriz? (Ocak 1971)
s.132
– İşte şimdi ben de, bir odanın içine yangelmiş, bugünün
gençliğinde, öğrencilerinde at koşturuyormuş gibi yapmanın
heyecanı ile sorumluluktan doğma inancın enginliğini içiçe
geçmiş-birleşmiş görmekteyim. Daha yorulmadan tuzağa
düşürülmelerinden korkuyorum. Anlık acemilikleri sevimlidir;
severek anlaşılabilirler belki. Henüz yeni bıraktılar tahta
atlarını, değnekten kılıçlarını kırmadan... (Ocak 1971)
s.133
– Ankara günlerdir çalkalanıyor. Basın, hele TRT muhabirleri
nerdeyse birer polis hafiyesi konumundalar. İş Bankası Emek
Şubesi'ni Deniz Gezmiş'le Yusuf Aslan'ın soyduğu söyleniyor.
Canım, Amerikan filmleri kahramanı değil herhalde onlar. MİT
ajanları da boş durmuyorlardır ha? Bu kimin, neye hazırlığı.
Ah ortada yaptığı ettiği apaçık bir devlet olsaydı!.. (Ocak
1971)
s.134
– Gece, yani Cumartesi gecesi Mümtaz Soysal'ın dairesi önünde
bomba patlamış. Dinamit belki. (...) Olan biten, her şey iyice
sarpa sarmış durumda. Polis mi, MİT mi? Ülkü Ocakları var
üstelik. (Ocak 1971)
s.136
– Yataktan şarkılar söyleyerek kalktım. Halim de bu işe pek
sevindi. Hem de Ayhan'ımızın doğum günü bugün. Babaevine
gidilecek. Yer-içeriz; yer-içeriz. Annemin Halim'i kendine aşık
eden yemekleri; Fuat'a 'Hacı' diye seslenen babamızla
'atışmalarımız' ve tabi atıştırmalarımız: İşte Hayat! Buna
şimdilerde korunmuş küçük burjuva hayatı diyorlar.
Sanki
Karl Marx bunun büyüğündenmiş gibi... Küçük burjuvalık
iyidir; iki arada bir derede, sürekli sınırdadır. Arayışa,
dolayısıyla yaratıya açık bir hal... (Şubat 1971)
s.138
– -Tarihi bütün gerçeğiyle bilebilmek için bireyin iç
tarihinin bütün dönemeçlerini, her anını da içimizle yaşamış
olmak gerekiyor.- Bu da Türkün Ateşle İmtihanı'nı yeni baştan
okumamdan doğma en taze yumurtam...
Tarihçiler,
anı yazarları geçmişi bilgilerimize sunarken ne ölçüde
objektif olabilirler? Acaba ne ölçüde kişisel duygu ve
düşüncelerinden sıyrılabilmektedirler. Belgeler, denebilir
tabii. Belgelerin verdiği ışıkta görülenler. Peki, belgelerin
de belgelenmesi gerekmez mi? Ismarlanmış tarihler, zorla
yazdırılmış raporlar ya da 'göze girmek üzre' adamına göre
uydurulmuş istatistikler her zaman gerçeklerin belgesi midir?
Mesela şu son iki yılımızı, 1970'lerden buyana akan zamanı
gelecekte değerlendirecek olanlar için yığınla belge var, ama
biz, bu zamanın taiçinde yaşamış olanlar, bu belgelerin egemen
elllerce hasıl kendilerine yabancılaştırıldığının
tanıklarıyız ama, yarına tanıklık edebilecek değiliz. (Şubat
1971)
s.139
– Kozalarını kendileri öre öre ipekböceği haline gelmiş
'özel mülklerinin koruyucusu' kadınlar Kozalarını delebilseler,
kelebek olup uçacaklar... (Şubat 1971)
s.142
– Halim, iki gündür kapkaranlık. Bugün açıkladı. Yeni işinde
de sağın baskısı. Öyle şeyler oluyormuş ki, bunları göre
göre çalışmak onuruna dokunuyormuş. Kargaşayı değerlendirmekte
güçlük çekiyoruz. Her şeyin mümkün olabileceği bir dönem.
Bir gerilla savaşı, iç savaş ya da cuntanın egemenlik
hazırlığı... gençlerin yalnız başlarına, sağda solda
yokedilip gitmesinden korkuyorum. (Şubat 1971)
s.143
– Ayla (Algan) spor salonunda “Dünyanın Bütün Kadınları
Birleşiniz!” programında söyledi şarkısını. İşçilere
nazire ama, kendime bu ırk ayrımı gibi bir ayrımdan
hoşlanmadığımı itiraf ettim. İnsanın özgürlüğü,
dolayısıyla bütünleşmesi için dayanışmaya daha yakınlık
duyuyorum. Erkeğin erkekliğine tutsaklığı gibi bir sorun da
olmasa kadın, Simone de Beauvoir'ın Le Deuxieme Sexe'ine konu
teşkil etmeyebilirdi. Yine de, tez tezdir. Karşısına bir inceleme
kitabı koymadan konuşmam boştur. (Mart1971)
s.145
– Nihat Erim kabinesi parlamentodan güven oyu alacak mı,
almayacak mı? Süngünün ucunu görünce tası tarağı toplayıp
dört bir yana kaçanlar sanki yavaş yavaş ayılmaya başladılar.
Erim hükümeti güven oyu alsa ne olur, almasa ne olur? Göstermelik
bir parlamento sanki yeniden 'varmışa' getirilmek isteniyor.
Üretimsiz devlet adamlığı; tükenmez maaşlar, uslu uysal
çocuklar. Cumhuriyet'in en iyi başardığı sıtma savaşının
ardında başardığı şey bu işte: Devlet babaya karşı başı
kıldan ince uysal çocuklar yetiştirmiş olmak. Çıktık açık
alın'sız yetiştik. Ölümüyle yani hayatıyla hesaplaşan otel
odasındaki kadının romanı. Bu kuşak adına tek teselli noktası
Bülent Ecevit; o sessizce inatlaşan çocuk. (Nisan 1971)
s.150
– İstedikleri kadar kışkırtsınlar, susacağım. Susun susun:
Suskunluk korkutur faşizmi: Le Despotisme est un paradoxe=Despotluk
akılsızlıktır, gülünçtür, saçmadır. Anlaşıldı mı?
(Mayıs 1971)
s.152
– Menderes'in mezarından fırlayıp nihayet “Olmaaaz, yapmayın!”
diye bağıracağını umuyorum. Bu ses İnönü Paşa'dan gelecek,
lakin onu kim dinleyecek, bulamıyorum. Daha iki ay önce, memleketi
herkesten çok sevenler ekibinden bazıları, hak hukuk diye yürüyen
öğrenciler için: “Alacaksın bunları, bir ikisini
sallandıracaksın, bu iş biter!” dilyenler değil herhalde. Umut
bitmez. Toplum ses verir belki. (Mayıs 1971)
s.153
– Meclis'ten 'makabiline şamil' kanun çıkarılıyor. Dün, İlhan
Selçuk'un Selimiye'de, askeri mahkemede ilk sorgusu yapıldı.
(Askeri mahkemeymiş... Sanıklar sivil yahu!.. Heey!..) (Mayıs
1971)
s.155
– Bana böyle böyle 'ihbar maddeleri' döktüren önden
varsaydığımız yargı sistemine güvensizliğim mi, yoksa varla
yok arası toplum bilincine güvensizliğim mi, bilemiyorum. Hoş bu
da zaten, tavuk mu yumurtadan, yumurta mu tavuktan, gibi bir mesele!
Herhalde eline tek kurşunluk silah almamışların insan haklarının
bu derece hiçsenmesi beni böyle yaptı. Sakin olalım.
Çıldırmayalım. Leman gibi duralım. Kaniş köpeklerini Kuğulu
Park'ta işetmeye çıkanlara sakın kötü gözle bakmayalım.
(Mayıs 1971)
s.156
- (...) babamın 'hiç çaktırmadığı' telaşı, evdeki
kitaplarımdan ötürü bana yönelik kaygıları içime dokunuyor.
Kendisini avutma tarzı, sinek kovalar gibi bir korunma tarzı:
Gülmemeye çalışıyorum:
“Kızım,
sen solcu musun?” “Ne gibi baba?” “İşte öyle canım,
diyorlar ya; sağcı-solcu. Solcu musun?” “Evet baba.” “Aaaa,
yok canım, değilsin değilsin...” Başıma bir şey gelirse,
inatçı huyumdan ötürü, değilse kitaplarım yüzünden
gelecektir diye işkilleniyor olmalı. (Mayıs 1971)
s.157
– Deniz Gezmiş'ler, Sinan Cemgil'ler... Üstlerine yürüyen koca
bir ordunun elde kılıç tek hedefi kurak yerde fışkırmış bu
filizler... Sanki gençler ceplerini doldurmak, makam sahibi olmak
falan için duydular başkaldırı ihtiyacını da... Üniversite
yönetiminde söz sahibi olmak istek ve önerileri anlayışla
karşılansaydı, bu önerilerinin anlamı bu kadar istismar
edilebilir miydi? (Mayıs 1971)
s.158
– Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın Alanya'dan tuttuğu bir motorla
-yanında iki kişi daha- Kıbrıs'a geçmeyi, oradan da Suriye ya da
Irak'a kaçmayı başardığı söyleniyor. Mihri Belli'den hiç
haber yok. 'Proleter Aydınlıkçılar'ın bir grubundan da haber
yok. Sıkıyönetim'in dili, asmakla, kesmekle, sosyalistlerin kökünü
kazıyacağız'larla dolu. Yüzbaşıymış, binbaşıymış,
generalmiş; sanki kelleyi koltuğa almışlar için bu rütbelerin
bir anlamı kalmışmış gibi. Bu bir 'ihtilal'se, her şeyin anlamı
tersine dönmüştür. Yarın değişimciler, bozuk sisteme karşı
yürüyenler halk desteğiyle iktidar olurlarsa, omuzlardaki
yıldızların ne anlamı kalacaktır? Sivil bir darbe olursa?
Olursa, 'Stalincilikten', yaşanmış askeri darbelerden ders alınmış
olarak olmalı, diyorum. Aydın aşkınlığına, toplum bilincinin
olgunluğuna dayanarak olmuş olmalı... (Mayıs1971)
s.161
– Pazar gecesi Halim'le yanyana Ankara'ya döndük. Eş eşe,
peşpeşe hayatımız tam 17 yıllık... Bu da her gün kendimizi
biraz daha aşma talimi, yapmakla geçti. İkili birliktelik ancak
böyle sürebiliyor. Yoksa herkes sadece tek'tir. Sevişmenin bir adı
da dayanışma. Dayanışma ise, her bireyin kendini aşması yol ve
yordamının bitmez tükenmez dilencisi. (Haziran 1971)
s.168
– Büyüdüm. Çocukluğum ancak kırkımdan sonra bitebildi: Kadın
oldum. Evi terkedip üç dört günlüğüne bir otel odasına
sığındığımdan beri eski sarsak, şaşkın, yıkıntıların ne
olduğundan habersiz saf safalak biri değilim. Dayanıklıyım.
(Temmuz 1971)
s.169
– Bodrum'lu olmuş bulunan İlhan Berk'imizden mektup aldım. İlhan
benden aldığı mektupları öve öve bitiremiyor, nedense. Okurken
kahkahalar savuruyormuş. “Sen bir günce tutsan, herhalde çok iyi
bir şey yapmış olursun; 'büyük' bir yazarın güncesi olmalı”
diyor. 'Büyük' diye dalgasını geçmeseydi, iki yıldır böyle
bir şey yaptığımı bildirirdim; ama şimdi artık tabii
bildirmeyeceğim. (Temmuz 1971)
s.170
– (Bekir Yıldız'dan bahsediyor.) Ona ben, pornografiden
hiç hoşlanmadığım halde, edebiyat kanalında yazarlık nasıl
olurmuş Henry Miller'in Seksus'unu oku da gör desem, beni asabilir.
(Temmuz 1971)
s.170
– Dün gece rüyamda Aleksi Zorba ile karşı karşıya geldim. Kan
ter içinde uyandım. Zorba, kara-kıllı ve kazma gibi kirli
dişlerle korkutucu, üstüme üstüme geliyor; ben de “Yetiş Viva
Zapata, yetiş Viva Zapata!” diye haykırabilmeye uğraşıyor, bir
türlü haykıramıyor; kaçmaya çalışıyor, tek adım atamıyorum.
Terliyim, perişanım, feci yorgun. (Temmuz 1971)
s.171
– İlk gün savcı uzun bir iddianame okumuştu. Deniz Gezmiş,
İnan ve arkadaşlarının Anayasaya ve Parlamentoya kasdetmek niyeti
taşıdıklarını söylüyor, bunun cezası idamdır, diyor. Gençler
de sorgulanmalarında büzülüp kekelemeden inançlarından hiç
sapmadıklarını, demokrat bir Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu
adına bugün de aynıı fikirleri taşıdıklarını belirtiyor,
Savcı'nın iddiasını reddederek: Eylemlerinin hiçbir şekilde
Parlamentoyu reddetmek amacı taşımadığını söylüyorlar... Bir
aydır 'hücre tutuklusu' onlar. Gazetelerde türlü işkencelere
uğradıkları yazılıyor: Böyle neşriyatta bulunan kapatılıyor;
çare kulaktan kulağa haberleşmeye kalıyor. (Temmuz 1971)
s.174
– Halil'le Güner'in hayalini kurdukları yeni bir tiyatroyu Haldun
Taner İstanbul'da açtı. (Temmuz 1971)
s.175
– İçinde bulunduğumuz şartlar altında en doğal şeyin
'erkeklik'ten, 'yiğitlik'ten sayılması da azımsanacak sorunlardan
değil. İşte, Yaşar'ın ardından Emil, Mamak'tan, Barış'ta
çıkan yazım üstüne yazmış bana: “Burda İlhami, Mümtaz,
Fakir oturduk, yazını birlikte okuduk ve bazı kadınların bazı
erkeklerden daha erkek olduğuna karar verdik” diyor. (Eylül
1971)
s.183
– Gele gele geldik Elmas Fabrikası'na... Elmas işleyen işçiler.
Bunalr artık mecburen ya ihtilal eyleyecekler, ya hırsız
olacaklar: Aklıma başka bir şey gelmedi. (Kasım 1971)
s.191
– 'Notetmek' yazmak değil ki. 'Günlük tutmak' da, yazmak
istediğini istediğin kıvamda yazamamak demek. Günlerin bu gününde
de yumurtanın kabuğunu böyle bir gaga vuruşla delmiş olayım.
(Temmuz 1972)
s.204
– İlk yayıyını Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı (Sinan
Yayınları'ndan bahsediyor). Her yeni kitabı hemen okuduğumuz
gibi, bunu da okumuş: “Ahh işte romanımız bellenmişin,
birbirini tekrarın ötesinde böyle bir şey olmalı!” diye iç
geçirmiştim. İç geçirdim, çünkü bunun benim ilk romandan önce
yayınlanmasını hafifçe kıskandım. (Eylül 1971)
s.205
– Hayati'ye gittiğimde Oğuz Atay da çıkageldi. Tanıştık.
Uzunboylu konuştuk. Basının ilgisizliğine karşı öfkelenmiş
görünüyordu. (Eylül 1971)
s.206
– Ankara'da Sevgi Leyla'yı çekiştirir, İstanbul'da Leyla
Sevgi'yi. Aman bu kadın hikayecilerin birbirlerinden nerdeyse
nefreti! (Eylül 1971)
s.206
– Cezaevi'nden dönüşte eve kapandım. Toz pislik içinde her
yan. Derleyip topladım. Halim'in kirli çorapları çok birikmiş.
Bu iyi, bu kötü; şuna değmiş, buna değmemiş, diye diye ancak
yarısını yıkayabildim. Ne olsa şantiye çalışanından mühendis
çorapları bunlar. Adana'dan az sonra gelmesini bekliyorum.
Kolayından biraz yemek, temiz ev, temiz çorap... Daha ne olsun?
Romanımın kahramanına bu açıdan da baktım mı, o Cumhuriyet'in
aydın kadınına? Baktım canım, baktım... Hani Üniversitedeki
dersinden çıkınca eşinin sevdiği şeylerden alıp gelmiyor muydu
eve? (Eylül 1971)
s.210
– 12 Mart'tan buyana insanların insanlık haklarına yapılan
tecavüzlerin unutulmasından korkuyorum. 'Vatansever milletin' bu
çağdışı tutumu olağan karşılamasından korkuyorum. Gemisini
kurtaranın kaptan olmasından. (Kasım 1971)
s.211
– Türkiye'nin McCarthy'si diye tanınan T. Feyzioğlu, Ecevit'i 6
maddelik bildirisiyle dikta rejim sahiplerine jurnal ediyor. Atı
çizgi çizgi boyayarak zebra diye satankardan değil mi o da,
faşizmi yeni doğmuş temiz bebek, goncaları umut dolu gül gibi
milletin kucağına uzatıyor. Millet de gözünü açacaksa açsın
artık. Onun daha güzel yarınları adına kimler kendini kurban
etmedi, kimler intiharın eşiğine kadar gelmedi? Bir ses olsun da
bari vicdan borcu ödensin. Millet derin sularda boğulmak üzre olan
insanın, kendisini hayata çekmeye çalışana da asıla asıla
ikisini birlikte derin sularda yok eden cahillik korkağı sanki.
Çıkardığı davetiye yüzüdnen ekmek parasından da oldu işte.
(Ah şu Jandarma-muhtar korkusu aaahhh!) (Kasım 1971)
s.213
– (Çatıdaki Çatlak
oyunundan bahsediyor.) Sansür yetmemiş, sağcı
gazetelerden birinde de “Bu oyunun yazarı evde kalmış,
erkeksizliği başına vurmuş bir kadındır. Piyeste 'orospu
emekliliği' falan gibi laflar geçiyor; yüzüne kimsenin bakmaması
başına vurmuş belli ki” gibi pek 'derinlikli' bir yazı
patlatmıştır. O günler Ankaralı yazar arkadaşlardan çoğunun,
kendiliklerinden direnişimin yanında yer almalarını unutamam.
Unutulmamalı. “Hürriyet ne için satınalmak istiyor bu oyunu
Ergun?””Kelebek ekinde fotoromanı yayınlanmak isteniyor abla.”
Fena mı, halka yayılacağız işte. Fakat halkımızdan kaç tanesi
gazete alıp okuyor acaba? Biz onun yanına ineceğimize o buyana
çıksa, daha iyi olmaz mı? (Kasım1971)
s.215
– Uğur Alacakaptan 6 yıla, Uğur Mumcu 5 yıla mahkum edildi.
Hemen yenibaştan tutuklandılar. Alacakaptan Mümtaz'ın avukatı.
Onu savunamasın diye yapmışlardır bunu. (Aralık 1971)
s.216
– 'Yarına umutlu bakmak' edebiyatı da canımı sıkıyor
artık.TÖS davasında Fakir ve arkadaşları 8-10 yıl arası
yemişler. Gazeteler çoktan birer baykuş olup çıktı. Umut nerde?
(Aralık 1971)
s.216
– Demek Cağaloğlu yayıncılarında önden rezervasyon yapmak
gerekiyor. Ya da kuyruğa girip beklemek. Bol bol çeviri kitaplar
yayınlanıyor; yerliye sıra geç geliyor belki. Halim, oyun yazarı
olarak sırtta taşınırken romanla hesaplaşmaya kalkmama pek
olumlu bakmıyordu. Haklıymış demek. (Aralık 1971)
s.218
– Her şey böyle sarsıcı değil canım. Mesela dün dergi A'da
Ergin Günçe'nin 'Pi Sayısı ve Özgürlük' başlıklı yazısını
okudum; çok çok sevdim. Düşüncenin bukadar iyi, bukadar
derinlikli anlatılmış olması beni heyecanlandırdı. Erdal Öz'ün
Güvercin adlı öyküsünde, anlattığı şeyden çok, anlatma
biçimi rahatsız etti beni. Yapay, acemi, nasıl desem, şey işte,
aşınmış, evet aşınmış bir üslup ve kurgu. Oldu, uygun söz
tam bu: Aşınmışlık. (Ocak 1973)
s.219
– Ellerimizde kadehlerle kurtların tahtalarını kırt kırt
kemirip durduğu eskinin eskisi berjer koltuklara yangelince, insanın
kendini Amerikan 'home life'lı filmlerin başrolünde hissetmemesi
mümkün değil!.. (Ocak 1973)
s.220-
Köylüden halkımızla kaynaşamadık, İstanbul'dan yazarlıkla
kaynaşıp kaynaşamayacağım ise muğlak. Sahi yahu, Cağaloğlu
Ankara yazarını bir türlü ciddiye almamıştır. Ya Batı'dan,
yani İstanbul'dan olacaksın, ya iyice Doğu'dan. (Ocak 1973)
s.221
– Zaten buluştuğumuzda da öteki kadınlardan tek farkımız,
birbirine yemek tarifleri yapmak yerine, ne gibi bir şey yazmanın
tasarlandığının anlatılması. Anlatan anlatana, ama ortada somut
bir şey yok. (Ocak 1973)
s.226
- Oğuz Atay'la edebiyatımızın roman bölümü üstüne,
geçmişten yarına açılan güzel bir sohbetimiz oldu.
Tutunamayanlar'la benim yayınlanamayan roman arasında tuhaf bir
benzerlik olduğuna da değindim. Bu ikimizin de resmi ideolojiyi
ironik biçimde sorgulayışımızdı. Kendisine de açıkladığım
gibi, Oğuz bu sorgulamayı yer yer oyun ve karnaval havasına
taşıyarak da yapıyor; ironinin sınırlarını grotesk ya da ironi
boyutlarına kadar rahatça genişletiyor. Kurgusundaki 'kimlik'lerin
sözde değişimi yazarın bilincindeki kada; kahramanların
hayalleri ve düşleri ya da -anlatıcısına bağlanabilecek soydan-
kendi kendileriyle 'dalga geçmeleri' daha az. Sahnede seyrek görünen
bir şey de kadın kahramanların iç dünyaları. Bütün 'erkek'
yazarlarımızın hiç kadınsız edemezken, bir yandan da, için
için ondan yaka silkmeleri... Bu, Atay'da da biraz farklı renkte,
ama yine var. Tabii bunlar bir yazar-okur olarak benim ilk
izlenimlerim. (...) Bendeki 'fark'ın ne olduğuna pek merak
göstermedi. Onun o sıradaki büyük ve taze acısı, 'kritikler'
tarafından romanına beklediği önem ve ilginin gösterilmemesinden
doğma. Beni hala heyecanlandıran ise, resmi ideolojinin at gözlüğü
takılmış biçimde tek yönlü rap-raplaşmasından duyulan
tedirginliğin edebiyatımızda 'sivilciler çıkarmaya başlamış
bulunması'. Sivilce iyidir. Hem 'sivil'dir, hem 'ce'dir; gözle
görülmektedir ve gecikmeden tedaviyi gerektirir. (Şubat 1973)
s.228
– Şafak (Aydınlıkçılar) davası da başladı. Sistemin
değişmesinden yana olanlar kendi aralarında dahi bir bütün
olamadıklarına göre, Böl Yönet mekanizması iyi çalışmış
demek, diye düşünmemek elde değil. (Şubat 1973)
s.230
– Bir gün her şey düzelebilir; rejim kurtulabilir; göstermelik
'demokrasi' geri gelmiş olabilir, ama gittikçe genelleşen ahlaki
çöküntü, bilmiyorum artık kaç nesilde onarılabilir. (Mart
1973)
s.232
– Yazar olarak benim bunları düşünmeye 'mecbur' bırakılmış
olmam ayrı bir sorun. Yazarken kendimi nasıl da 'kendini aşmış'
duyuyordum; yayınlatma meselesi dert olup çıktı. İnceleme
sonucunda kitap 'sakıncalı' bulunursa, bu yazara böyle
açıklanmayacaktır herhalde. Nezaketen “Hernekadar ilgi çekici
bir kitapsa da, yazık yayınlayamayacağız” denecek, “'Bu İŞ'de
burada bitecektir. Oyun yazarı, diye iyilik sağlıkla dolu adımın
kaale alınabileceğine birazcık güvenmek istiyorum ama, o da
devrin Kültür Müsteşarı ağzından 'bu yazar evde kalmış,
cinsel bunalım içinde çirkin bir kadındıré damgasıyla
damgalanmış bulunmakta. İyi oldu da 'darbe oldu', bu da ordan
yuvarlandı gitti işte, bile diyemiyorum. Bunların namına
utanmaktan yorgunum. (Mart 1973)
s.234
– Demokrasisi olmazsa olsun, yeter ki 'Laik Cumhuriyet'e parmak
ucuyla dahi dokunulmasın? Cumhurumuz büyüdü, şişmanladı, torun
torba sahibi oldu; Meclis'in çatısı çatırdıyor, ailesinin
geleceğini sivilinden uzman ellere bırakalım,
ölçsünler-biçsinler... diyen falan olmasın, sakın haaa! (Mart
1973)
s.235
– Benim derdim, birbirinin tekrarı her şeyden uzak durmak.
Kendimi bile tekrarlayamam ben. Arayış. Yaratının anlamı bu:
Arayış. (Nisan 1973)
s.242 – (Dominique Lapierre'in kitabı Kudüs Ey Kudüs'ten
bahsediyor.) Kafamda yepyeni sorular yaratıyor. Adları sık sık
anılan Filistinliler, örgütler, Arap-Filistin çatışmaları
yanısıra beni en fazla etkileyen bölüm, İsrail kurulmadan çok
önce, ABD ve Almanya'dan gizlice gönderilen, denizden karaya da
gizlice çıkarılan 'koli koli' montaja hazır silah fabrikası
parçaları. İsrail, Filistin'e karşı varlığını sürdürmek
için demek ta ne zamandan silah fabrikaları sahibi kılınmış?
Hani burda çeşitli 'sol'cularımızın İsrail devletini
'Sosyalist-Komünist bir devlet kurulmuşçasına alkışladıkları,
kendi adıma benim de Güneydoğumuzun derinlerinde emperyalizme
karşı bir devletin varlığına sevinmiş bulunduğum İsrail.
(Haziran 1973)
s.248 – Kentli heyecanı yanıltır. Burda görülen 'orda', ötede
başka olabilir. (Ekim 1973)
s.254 – (Ernst Fischer'in Sanatın Gerekliliği kitabından
alıntılıyor.) Sınıf çatışmasının daha da yoğunlaştığı
günümüzün burjuva düzeninde sanat toplumsal düşüncelerden
kopma, bireyi kendi umutsuz yabancılaşmasına doğru daha çok
itme, güçsüz bir bencilliği kışkırtma ve gerçekliği, yanlış
tanrıların büyü törenleriyle dolu aldatıcı bir efsaneye
dönüştürme eğilimindedir. Günümüzün toplumcu düzeninde ise
sanat belirli toplumsal gereklere uyma, açık seçik bir aydınlanma
ve düşünce yayma aracı olma eğilimini göstermektedir. Ama
üçüncü bir döneme varıldığında sanatın başlıca görevi ne
büyü, ne de toplumu aydınlatma olacaktır. (Ocak-Mart 1974)
s. 254 - (Ernst Fischer'in Sanatın Gerekliliği kitabından
alıntıya devam) Sanatçılık yaşantısı bir ayrıcalık
değil, özgür ve çalışan insanın doğal bir niteliği
olacaktır. Bir başka deyişle, 'toplumsal dehaya' kavuştuğumuz
bir dönem olacaktır (...) (Ocak-Mart 1974)
s.255 – Sanatın insanı insan kılacağına, bu yüzden
gerekliliğine elbette inanıyorum; insanı hayvandan ayıran tek
şey, bu yaratıcılık. Yaratıcılığın yeryüzüne ateşi
getirmek demeye geldiğini damarlarımda hissediyorum. Ama
yaratısıyla 'Büyük Tanrı'yı kızdıran bir yaratıcının bunun
borcunu ödemeye yargılı kılınmasına ne demeli? Taşı yukarı
taşı, geri yuvarlansın. (...) Bu 'sabrın', bu 'sonsuz' katlanışın
önümüze hümanizma elleriyle nerdeyse yepyeni bir büyük tanrı
gibi öne sürülmesinden, bu 'katlanış simgesinin'
mitleştirilmesinden hoşlanmıyorum.
Hoşlanmıyorsun çünkü, Prometheus'un üstünde 'Büyük Tanrı'
buyruğu olmasaydı, ta başta şu 'küçük tanrı'katlanışı
olmayacaktı. Taşı neden 'yenilmeme' gururuyla habire yukarı,
dağın tepesine taşıma 'cezasına katlanılıyor' da 'Büyük
Tanrı'yı aşağı indirip yoketme bilincine sahip olunamıyor?
Üstelik sonuçta 'brand new' bir 'Büyük Güç' olacaksa? Zeus'un
kellesini uçurmak gerekmez. 'Büyük Güç' kavramıyla kedinin
fareyle oynaması gibi oynayarak üstün gücü hiçlemek yeter.
Dokunulmaz kahramanlığı dokunulur kılmak yeter. (Ocak-Mart
1974)
s.259 – Bu rol değişimine ilk sebep: 'Kadın yazar' ünvanından
dörtnala kaçmam. Üstelik her kadından hikaye, roman yazarının
anakahramanı nerdeyse hep kendi cinsinden seçilme. Böylece, bu
ünvana seve seve çanak tutulmasına karşı, hem de Aysel'i içi
boşaltılmış bir kadın kahramanlar kadrosuna ilhak eyledikten
sonra bu sefer 'erkek' cinsi üstünden genelin geneli 'insan'cinsi
aleminde 'O'nu bu 'O' yapan etkenler pusulasıyla dolaşmak. Mademki
sen, kapitalist ilişkilerin kendine yabancılaştırdığı
insanoğlunu, onun bu parçalanışını kucaklamak istiyordun,
kendini 'erkek yazar' türünde deneyebilirsin. Demek ki bu yolculuğa
bir 'erkek gözü' uydurarak çıkacaksın (!) Ama hangi, nerde,
nasıl bir erkek? (İpek ticareti yaptırdığım kadın çöp
sepetini boyladı. Yerine sakal bıyık takınmış bir 'dublör'
bulunamadı.) Bir şey lazım. Aydınlatıcı bir dürtü. Bir an.
(Ocak-Mart 1974)
s.262 - Aktarmalı seferim boyunca yol haritası çıkarıyordum.
Tabii Bayram'ımın haritasını da. Arada dokunulmamış-bakire
Balkız'ın ırzına memleketin nerelerinde nasıl geçilirse 'iyi
olur'u hesap ettim durdum. (Mayıs1974)
s.263 – Sahi, Virginia Woolf'un Türkçe'ye çevrilmiş bir kitabı
var mı acaba? Olsa, bilmek için her şey yapılacağına göre,
bilirdin canım! Hayret, bugüne kadar böyle bir şeye rastlamadım.
Kızılay'a inip Remzi'ye sormalıyım. Mayıs1974)
s.271 – Hikaye kitabım Yüksek Gerilim çıktı. Umarım 'kadın
öykü yazarları' mahallesinin kötü komşusu bana da düşman
kesilmez. Son bir iki yıldır yeni yeni hikayeciler. Dergilerde her
zaman varlar, ama bu sıralar çoğu kitaplanmış durumda. Çoğu
çok taze. Yeni yaklaşımlar.
Ben Sevgi Soysal'ın Tutkulu Perçem'inde bu yeni esintiyi alnımda
hissetmişimdir. Yeni Dergi'de Tank ve Çocuk öyküsü çıktığı
zaman sarılıp öptüm onu. Öyküde hayli verimli bir dönem.
Özellikle son iki üç yıldan beri. Füruzan da iyi. Çok da
övülüyor, ama Sevgi'nin muziplikleri, dramın altındaki 'fiyesta'
onda yok. Daha iyi. Herkes kendine mahsus. Tekrar yok. Çoğaltmacılık
yok. Yine 'öykü'deyip duruyoru. Artık bende böyle yerleşti.
Benim dilimde hikaye'nin yeri hala daha büyük ve sağlam. (Kasım
1974)
s.283 – Sovyetler'in Balkanlar'daki 'emperyalist istilası' beni
onların 'sol Cumhuriye'lerinden soğutmuştur... (Aralık 1976)
s.284 – Lenin ödülü sahibi Kazak-Sovyet şairi Olcas
Süleymonov'un kendilerinin Türkçe kökenli dillerinin Rusça
altında kasten yokedildiği üstüne bir inceleme kitabı yazdı,
diye ödülünün elinden alındığını bir yerlerde okumuştum.
Çok irkiltici geldiydi bana. (...) ... ne olsa biz, siyasa adına
göre göre siyasal baskılar, kitap toplanmalar, yasaklar filan
görmüş bulunurkern, yukarda, Sosyalist Rejim Cumhuriyeti'nde öyle
değildir sanıyorduk. (Aralık 1976)
s.289 – Yanımda benden bir kuşak öncesinin, Cumhuriyet'in ilk
okumuş kadınlarından elektronik mühendisi Seniha Hanım da var.
baktım, hıçkıra hıçkıra ağlamakta. “Neyiniz var Seniha
Hanım?” “Atatürk'ün naşını Dolmabahçe'den uğurlarken
hislerim neyse, öyleyim. Atatürk'e bağlılığımızın ifadesi de
böyleydi. Onun yokluğunu duyuyorum yine. Halkı Mao'yu bu kadar
seviyorsa, ben de seviyorum.” (Ocak 1977)
s.291 – Biz kadınlar, çarlık Rusyası üst tabaka kadınlarının
kılık kıyafetleri, tuvaletleri, manşonlu mantoları, baş
süsleri, çanta ve takıları çevresinde dönüp durmadan
edemezdik. Öyle oldu. (Ocak 1977)
s.293 – (Ekber Babayev) Bir ara kulağıma eğilip: “Nazım
tam zamanında öldü” dedi. Şaşkın bakışımdan anlamış
olmalı, ekledi: “Yönetim kendisiyle uğraşmaya başlamıştı.
Gözden düşmüştü.” Ne denir? Dilim tutuldu diyebilirsin. Gıkım
çıkmadı. (Ocak 1977)
s.294 – Ekber ayrıntı veriyor: Nazım Hikmet kulakları delik
kadınları severmiş. Bu deliklere küpe takanları... Anneleri,
büyükanneleri hep öyle olduğu için. Memleketimin kadınları
küpelerini hep delik kulaklara takarlardı deyince, Vera da
delirmiş. (Ocak 1977)
s.296 – Köpeğin ağzından çıkmış eldiveni nereye koyacağımı
şaşırmış durumdayım, ama tam 'canım Nazım'ın köpeğinin
salyası, olsun varsın'diye bir teselli bulmuştum ki, Vera bu
köpeği iki yıl önce aldığını söyledi. (...) Taptığımız
bir sanatçının hayatından etkilenme falan değil, büyülenme
buna denir işte! (Ocak 1977)