05 Şubat 2017

Film Raporları - 4

The General: 

        1926 ABD yapımı, Buster Keaton-Clyde Bruckman filmi. (Bruckman, 1955'te Keaton'dan ödünç aldığı silahla intihar etmiş.) Yine,komik sahneler,  bolca kaçma kovalama, saf bir başkarakter, aşık olunan absürd istekleri olan bir kadın, iletişimsizlik sorunu ve çekimi zor sahneler. Amerika iç savaşı anlatılıyor sanırım. Sevgilisinin gönüllü asker olmasını isteyen aptal bir kadın var. "O üniformayı giydiğini görene kadar seninle konuşmayacağım" diyebiliyor. Sinema öğrencisi olsaydım çok etkilenebilirdim ama sanırım bu tür geyik konulardan ibaret geldiği için Keaton filmlerinden sıkılmaya başladım. Umarım ilerleyen tarihlerde komediye biraz daha fikir katmıştır da gülerken düşünürüm. Görev edinip film izlemenin saçmalığı da burda işte, hiç komedi havamda olmadığım halde sırf sırada o var diye komedi izleyince böyle oluyor...


Die Abenteuer des Prinzen Achmed (The Adventures of Prince Ahmed):

         1926 Almanya yapımı, Carl Koch-Lotte Reiniger filmi. Çizgi film aslında. Gölge oyunu tadında. Konusu ise masal gibi. Prens Ahmed, Alaaddin ve sihirli lambası, Peri Banu. Çaresiz kadınlar ve onları kurtarmak için maceradan maceraya koşan erkekler, oryantalist motiflerle süslü sahneler.. Prens Ahmed'in güzelliğine aşık olduğu Peri Banu'yu vatanından kaçırması, sonra "istersen git" demesi ama Peri Banu'nun "yok senle kalcam, ben de sana aşık oldum" demesi, eski saçmalıkların romantizm sosuyla sunulmasına bir örnek daha. Ama napcan işte, izliyoruz. Tabi bi de 1926'da böyle bir çizgi film yapılmasına hayret ediyoruz.

Peri Banu hizmetçileri eşliğinde gölde yıkanmaya gelmiş, birazdan Prens Ahmed tarafından kaçırılacak. Sonra O'na aşık olacak. Kalp kalp kalp...

Metropolis:

          1927 Almanya yapımı, Fritz Lang filmi. İşte bu ilginçti. Kronolojik sırayla film izliycem diye tutturduğuma şükrettiğim filmlerden. Sanırım ilk bilim kurgu. Yıllar yıllar geçmiş ve Metropolis isminde bir şehir kurulmuş. Devasa gökdelenler, bol ışıklı eğlence kulüpleri... Bu zenginlik nereden geliyor peki? Tabi ki yeraltındaki fabrikalardan. Bir an bile durmadan çalışan işçiler, yeraltındaki fabrikalardan daha da aşağı inerek yeraltı şehirlerine ulaşıyorlar. Aileleri, çocukları var. Güneş görmüyorlar tabi ki, tavan ışıklandırması olan, devasa bi yeraltı şehri burası. Makineler anlık insan hatalarına toleranslı olmadığı için, bir saniye bile durmadan çalışmak zorunda işçi. Makine başında kalp krizi geçirenler oluyor bu yüzden. Fakat o kadar yorgunlar ki, itiraz edecek halleri yok. Elbette bir şekilde örgütleniyorlar. Maria adındaki genç bir kadının öncülüğünde, gizli gizli toplanıyorlar. 


         Film buraya kadar kapitalizmi yerden yere vuruyor gibi görünse de, buradan sonra yumuşuyor. İktidarın özgür bıraktığı bir bilim adamı, insan yerine geçebilecek bir robot üretiyor. Maria'nın kılığına sokuyor bu robotu. İşçiler, değişimi anlamıyor. Ve yeni Maria'nın "makineleri yok edin!" çağrısına uyuyorlar. Kitleleri durdurmak ne mümkün! Tüm makineleri haşat ediyorlar. Ve yeraltı şehirlerini su basıyor. İşçiler aptal, başlarındaki ne derse gaza geliyor. Halbuki gerçek Maria onlara hep barış içinde bir çözüm aramalarını öğütlüyordu, huzur veriyordu. Yenisi nefret saçıyor ve o kadar yorgun ve düşünme yetisinden uzaklar ki, bu değişimi fark eden olmuyor. 

        Filmin mottosu "Akıl ve elin arabulucusu kalptir." Akıl: işveren. El: İşçi. Peki kalp neyi temsil ediyor? Maria azize gibi tanıtıldığı için kalbin dini veya erdemi temsil ettiğini düşündüm, bildiğimiz anlamda sendikayı temsil etmediği kesin. İyimser bir senaryo, distopyadan ütopyaya doğru ilerliyor diyebiliriz. Her halükarda Chaplin'in Modern Zamanlar'ından da önce film sektöründe kapitalizm eleştirisi yapıldığını görmek etkileyici. 

          Tek sorun, Das Cabinet des Dr Caligari'deki gibi, dramatik sahnelerin yavaşlığı, oyuncuların bu sahneleri aşırı yavaş ve teatral oynamasıydı. Bu da o dönemin (belki de özellikle Alman sinemasının) modasıydı muhtemelen, eleştirecek değiliz. Zaten biz kim bokuz ki eleştirelim? Lakin çok önemli işleri olan neslimizin ileri ala ala izleme güdüsünü güçlendiriyor. Ama ben dayandım, sonuna kadar hiç ileri almadan izledim. Aferin bana.


The Proposal:

     2009 ABD romantik komedisi. Yönetmeni Anne Fletcher. Sandra Bullock oynadığı için, eğlencelik film niyetine izlenir. Lanet bi patron olmasına rağmen nefret edemiyor insan Sandra Bullock'un karakterinden. Neden? Çünkü 1. Komedi filmi değil, romantik komedi filmi. Dolayısıyla bu kötü karakterin bi noktadan sonra iyiye dönüşeceğini, içinde bi yerlerde bi iyinin gizli olduğunu biliyoruz. 2. Çünkü şimdiye kadar sevmediğim bi Bullock karakteri olmadı. Uyuşturucu filmlerden. You've Got a Mail kadar olmasa da, dönüp dönüp izlenebilecek basit bi film. 


The Holiday: 

          2006 ABD romantik komedisi. Komediden ziyade romantik. Erkeklerden ya da geçmişlerinden çok çeken iki kadın. Özgür olma yolunda adımlar atar, atarken bocalar. Bocalarken birer erkeğin kucağına düşer. Ve o erkekler aynı anda özgür ve  aşık olunabileceğini gösterir. Yani şimdiye kadar çektikleri acıların ödülüdür adeta bu erkekler. Beyaz atlı prens yıllar sonra sonunda karşılarına çıkmıştır. vs. vs... Böeh.. Kate Winslet tatlış yani yine mıy mıy ama Bridget Jones gibi O'nu da hoşgörebiliriz. Fakat Cameron Diaz-Jude Law çifti... İnsanı sinir ediyorlar yapay sevgi pıtırcıkları olarak. Yönetmen Nancy Meyers'miş, The Intern'ün yönetmeni ki O film kat kat daha iyiydi. Bu tam anlamıyla "kız filmi". Tiksiniyorum bu laftan da, böyle uyuşturuculardan da. Yok öyle bi erkek bacım, bekleme yapma, devam et. Bağlarından kurtulup özgürleşmeye çalışan kadınların kurtuluşu bi erkeğin kollarında değil de kendinde bulduğu filmler artık daha sempatik ve gerçekçi geliyor. Bunun için aşırı bireyci olup toplumun tüm değerlerine sırtını dönmek de gerekmiyor. Bkz: Queen. O'nun hakkında da söylenecek çok şey var ama bi yerde durmak gerek.


           Kıspetse bi sonraki yazıda görüşmek üzre..