31 Ağustos 2018

Köy, bayram ve çelınc

Selam millet,

Tatil bitti, sonunda. Son zamanlarda kendimden sıkılacak kadar evde oturamadım bi türlü. Resmen özledim boş kalmayı, depresif düşüncelere dalmayı. Sonuçta bi şeyler üretsem neyse, yoğunluk dediğin genelde öyle olur, ne bileyim iş yerinde yoğun olur insan, projesi vardır, ya da öğrencidir, ödevi vardır... Benimki öyle de değil. Şikayet etmiyorum fakat zaman elimden kayıp gidiyor hissini de durduramıyorum bi türlü. Bi şeyler üretmeden öylesine durmak bi yerden sonra batıyor. Sırf bana değil, çoğumuza batıyor. Modern insanız malum, bi sürü aktivite var elimizin altında, hepsini yapmamız lazım. Sonra yaptığımızı herkese duyurmamız lazım. Öte yandan ölümlüyüz, zamanımız kısıtlı, bunca şeyi nasıl sığdıracağız kısacık ömrümüze? Vs vs...

Dil meselesi...

2 hafta sonra  Hollandaca kursu başlıyor. Ücretli gittiğim kurs. Bu hafta kütüphanedeki okuma grubu başladı. Geçen dönem benim gidemediğim derslerde Nasreddin Hoca fıkralarına başlamışlar, kalanını okuduk. Çok güldüler. Çocukken bu kadar çok gülmemiştim ben bu adama. Bazen kendimi gerçekten uzaylı gibi hissediyorum insanların arasında. Gerçekten komik mi buluyorlar, yoksa muhabbet olsun, zaman geçsin diye, gergin sessizliklere mahal vermemek için mi gülüyorlar, çözemiyorum. Yabancılar, espri anlayışlarımız illaki farklı, tamam. Ama bazen Türkler arasında da oluyor böyle. Gülesim yokken yanımdakiler kahkaha atınca mecburen ben de gülmeye zorluyorum kendimi. Çok zor bi şey ağız kaslarını kahkaha şekline sokmak. Gülmek böyle durumlarda bulaşıcı falan da olmuyor, insan bi yerden sonra gülümseme pozisyonuna geçip, karşıdakinin kahkahasının bitmesini beklemek zorunda kalıyor. İki tarafta da saçma bi özür dileme hali sonra... Biri çok güldüğü için, biri tam gülemediği için... Neyse, demem o ki, Nasreddin Hoca'yı çok sevdi yabancılar. Bayrakları asabiliriz.

Hollandaca kafasından epey uzaklaşmışım. Gittiğim konuşma grubunda hoca, tatilde çalışabileceğimiz kaynakları, dili unutmamak için yapabileceğimiz aktiviteleri listeleyen bi A4 vermişti. Kağıdı dosyaya koydum, bi daha da açmadım. Şimdi yeni seneye başlayacak, tatil ödevlerine daha hiç girişmemiş öğrenci gibi panik halindeyim. Unuttum mu acaba her şeyi? Tekrar etmem lazım ama öyle bi büyüyor ki gözümde, hiçbi şey yapmak istemiyorum. Biraz dalsam, tekrar zevk almaya başlayacağımı da biliyorum. Şu Taalcoach'a karşı mahcup olmasam haftaya, yetecek aslında.  Onunla da 1 senemizi dolduruyoruz, sonra bırakacak beni, baştan anlaşmamız böyleydi. Ne kadar ilerledim? Kesinlikle daha iyiyim ama daha iyi olabilirdim gibime geliyor. Ekstradan çalışmadım hiç, hep olağan akışına bıraktım.

Neyse, her işin başında olduğu gibi yine panik halindeyim, zamanla geçer, o yüzden çok sallamıyorum şu anki ruh halimi.

Bayramlar mübarek fln..

Bayramda Türkiye'ye gittik geldik. Havaalanından U.ın ailesinin köyüne geçtik, ordan da doğruca bizim köye. Hiç büyük şehirlere uğramadan döndük. Maksat tamamen ailelerin gönlünü almaktı. Sevindiler, sevindik, arada biraz sıkılsak da kalp kırmadan geldik. Kadın-erkek eşitsizliklerine, insanların cahilken bilmiş bilmiş davranmasına çok fazla sinirlenmedim bu kez. Kendi olgunlaşmama bağlamak isterdim bu sakinliğimi ama büyük ihtimalle asıl sebep daha az akraba ziyaretine gitmiş olmamızdı. Aman da babamın teyzesini mutlaka ziyaret etmeliyim moduna girmedik. Geçen senelerde de girmemiştik ama bi şekilde mecbur kalmıştık. Bu sefer çekirdek ailemiz de çok zorlamadı nedense. Dolayısıyla "daha az insan = daha rahat kafa" formulü sayesinde huzurluyduk. Bol bol bulaşık yıkadım tabi ki. İkinci çoğul kişiden birinci tekil kişiye geçtiğime dikkatinizi çekerim. Çünkü bulaşığı kadın yıkar, malumunuz. Neyse ki U.ın ailesinde çay koyma görevi erkeklerde. Muhtemelen yine cinsiyetçi bi kafayla başlamış olsa da (kadının erkeklerin bulunduğu odada çay dağıtmasının uygun görülmemesi gibi), bu gelenekten çok memnunum. Evdeki bi işi de onların yapması, ne yalan söyleyeyim, içimin yağlarını eritiyor. Okumuş gelin olmamdan dolayı yemek işleri bana emanet edilmiyor, ki çok mantıklı, beceremem de hakkaten. Ama sebze doğrama, salata yapma ve özellikle bulaşık konusunda elimden geldiğince yardımcı oldum eltilerime. Evet, 3 tane eltim var. Üçü de köyde büyümüş, dolayısıyla tarhanadır, kurban kesmedir, salçadır, bulgur kaynatmadır, ekmek yapmadır... Her konuda bilgileri var. Kendi aileleri de aynı köyde. Dolayısıyla hop bizim evde çalışıyorlar, hop koşup kendi ailelerine çalışıyorlar... Arada da çocukların saçma sapan isteklerine yetişiyorlar. Bu sırada kocaları çoğunlukla geziyor. Kocalar (kayınbiraderim oluyorlar sanırım) özlerinde iyi insanlar, seviyorum hakkaten fakat geleneksel kültürde yetişmiş her erkek gibi bu durumun, yani eşlerinin 7/24 ve ömür boyu çalıştığının farkında değiller. Onlara göre şimdi erkekler tatilde, kadınlar İstanbul'a varınca zaten sürekli tatil yapıyor. Lan! diye bağırasım geliyor. Bağırmıyorum tabi ki, sadece katılmadığımı belirtiyorum sakin bi şekilde. Bağırsam ne değişecek? Yengelerin böyle kaynana evinde olmasa da başbaşayken haklarını arayacaklarına inanıyorum. Severek evlenmişler çünkü. Bi bağ var aralarında. Konuşabiliyorlar. Neyse, şimdilik, durup sinirden tırnaklarımı yememek benim için büyük başarı.

Benzer şeyler benim ailem için de geçerli tabi. Küçüklüğümden beri bağırıp durdum bulaşığı sürekli ablamla benim yıkamak zorunda oluşuma, abimin gidip içerde babamla haberleri seyretme özgürlüğüne... Üstelik üçümüz de öğrenciyken/çalışıyorken, hiçbirimiz "evhanımı" değilken bu eşitsizliğe maruz kalışımıza. Başlarının etini yedim, kavga ettim, çoğu zaman ciddiye alınmadım, "hakkını arayan küçük kızkardeş" muamelesi gördüm. Sempati duydular ama gerçek bi iyileşme olmadı. Sonuçta bulaşıkları yine biz yıkıyoruz. Ama yılmadım, bıdı bıdı konuşmaya devam ediyorum. Bizden sonraki nesiller için bu normal sayılmayacak, sayılmamalı. (Demek hala insanlığa dair bazı ideallerim var. Tüh bak, hala tam akıllanmamışım.)

Bi an önce çocuk yapmamız gerektiğiyle ilgili nasihatleri de görmezden gelmeyi başardık. Eskiden daha çok "Sanane?" diyesim gelirdi, bu kez daha çok gülüp geçtim. Böyle durumlarda cevap almamayı, olumsuz cevap almaya tercih ediyor insanlar. Senede 1 gün gördüğüm insanlarla tartışma tehlikesini atlatmış oluyorum böylece. Çok ilginç, kendi ailelerimiz başkaları kadar sormuyor şu çocuk meselesini. Samimiyet azizim, çok yanlış anlaşılıyor toplumumuzda... Anadolu insanı samimiyeti, misafirperverliği falan diyorlar ya, onların arkaplanında yatan duyguları görmezden gelebilirsen evet, çok şeker. Fakat özlerine inecek kadar içinde bulunma şansın (!) varsa bu insanlarla, aha işte o zaman tiksinmek büyük ihtimal... "Avrupa'da yolda biri ölse kimse dönüp bakmıyomuş, doğru mu?" sorusuna "Evet, doğru" diyeyim istiyor bazı sevgili akrabalarım ama üzgünüm, doğru değil. Burda da insanlar var, Anadolu'da da hayvanların olduğu gibi.

Neyse, netekim köyü sevmiyorum. Köy kafasını sevmiyorum. Doğayla da çok alakam yok. Gittiğimiz gün bahçede 2 metrelik bi yılan olduğu ortaya çıktı. Komşu ve tüfeği çağrıldı, yılana ateş edildi, vurulamadı. Bikaç gün sonra ekmeklik evi civarında görüldü. Yapacak bi şey yoktu. Kaldığımız odada bi geler (küçük kertenkele) gezinip duruyordu. İlk başta korktum ama bi müddet sonra arkadaş olduk, muhabbet ettik. En azından ben ettim, onun tarafında nasıl bi karşılık buldu, bilemiyorum. Ev kalabalık olmasa aynı derecede sakin kalabilir miydim, bilemiyorum. Ordan burdan yılan veya akrep çıkacak diye bakınır dururdum heralde. He bi de pirelendik. Komşunun davarlarından kaptık. Maaile kaşınıp durduk. Öbür köye, hatta Hollanda'ya kadar taşırım diye korktum ama neyse ki pire öyle yattığı yerde sabit duran bi hayvan değilmiş.

Ömründe köy gömemiş, doğayla içiçe bi köy hayatı yaşamak isteyen beyaz yakalara da kıl oluyorum. Köy hayatı dediğin böyle bi şey, her türlü yaratık bulunur. İkide bi sular kesilir, elektrik kesilir, evler dandik olur, sürekli bi yerleri akar... Yolları bozuk olur... Köy insanı çekilmez, oturup iki kelime muhabbet etsen, "kalk kız çay koy" der. Gördüğüm en bilge köylü bile bu kafadaydı. Plaza muhabbetinden sıkılmanızı anlıyorum ama gidin kendinize başka bi hayal bulun lütfen.

Ay ne uzattım lafı!

Annemden kullanmadığı etaminleri ve etamin iplerini aldım bi de. Yeni projeler beni bekler. Bunlarla aynı valizde tarhana poşeti de vardı. Sen poşet patla, bütün valizi tarhana kokut! Günlerdir ortalıkta duruyor ipler ve kumaşlar, koku uçsun diye.

Eveet, içimdekileri döktüm. Şimdi, yeni bi dönem başlıyor. Hollandaca'yı daha bi ciddilyetle öğrenmem lazım. Son kursum, diye düşünüyorum. Diş doktoruna gitmem lazım. Tarih okumalarıma dönmem lazım. Roman roman bi yere kadar. Beynimi uyuşturdum yine. Spora tekrar başlamam lazım. Bu dönemki planlar böyle. Bi de erteleyip durduğum düşünceler var da, cümlelere dökmek bile zor geliyor, hala, yıllardır. Öbürlerini bi halledelim de, bakarız.

Gelelim çelınca:

34. Hafta: Bu haftanın inişleri-çıkışları nelerdi?

İnişi: Bir bebeğin nefessiz kaldığını gördüğüm o andı. Daha yaşını doldurmamış, bağıra bağıra ağlarken birden sesi çıkmamaya başladı, gözleri sabitlendi. Annesi panikle çığlık attı. O da yeni anne sayılır, ne yapacağını bilmiyor... Falan filan derken, sonra bebekten ses gelmeye devam etti. Hepimiz rahatladık. Bi rahatsızlığı var mı bilmiyorum. Bebeği kıskandığı için kuduran yeğenimi alıp gecenin karanlığında bahçede kedi aramaya çıktım.  Gözlerim doldu doldu boşalamadı. Bi insanı geçtim, bi bebeğin gözümün önünde ölme ihtimali şok etti.

Çıkışı: Yola çıkmadan önceki gece annemgille yaptığımız veda konuşması. Samimiydi.


35. Hafta: Kendin hakkında çok sık paylaşmadığın bir gerçek:

Bi şeyleri karıştırıp yemeyi seviyorum. Misal pilav ve salata ve dünden kalmış, iyice koyulaşmış bi çorba varsa, çorbayı sos niyetine döküp, soslu pirinçli salata haline getirmeyi seviyorum. Hatta bu huyumla içten içe gurur duyuyorum. Farkında olmadan bunu yaptığımda, insanların tabağıma bakıp burun kıvırmasına da gıcık oluyorum. Sanane? Önüne baksana sen! Hiç!


14 Ağustos 2018

33. Hafta ve diğer şeyler

33. haftanın sorusu: 10 yıl önce neredeydin? 

Muhtemelen yaz tatili sebebiyle Eskişehir'deydim. Sene boyunca ise İstanbul'da, üniversitedeydim. Üniversite biteli çok daha uzun zaman geçmiş gibi geliyor. Demek ki o kadar da olmamış, güzel.


Bu haftalık görevimi yerine getirdiğime göre, diğer ufak tefek haberlere geçebilirim. 

Ezgi'nin paylaştığı file çantadan ördüm. Uygun ip aramaya sabrım olmadığından, elimdekilerle hemen başladım, yünlü bi ipten ördüm. Tabi o zamanlar burda hava çok sıcaktı, çantanın herhangi bi yerine dokununca yakıyordu, o yüzden kullanamadım. Bi arkadaşım ziyarete geldi geçen hafta, hava serinlemişti, kullandı, sevdi. Ben de ne kadar kullanışlı bi çanta olduğunu görüp sevdim. 



Bu sırada bi ikinci elcide tişört ipi ya da spagetti ip, artık tam ismi hangisi bilmiyorum, bi ip buldum, baya ucuzdu da. Hemen yeni bi file çantaya başladım. Bikaç saatte biten, güzel işlerden bu file çanta da, hemen bitirdim tabi. Bu sfer kullanmak niyetindeyim bakalım.



Bu arada aynı ikincielciden aynı ipin farklı bi rengini almıştım, bi yumakcık, onunla da kalemlik ördüm. Yeni ve basit bi örgü yöntemi öğrendim, ben bunu kullanırım. Artık bol bol sepet yapabilirim. Epey bi kalem taşıyor, bu kadar sağlam olmasını beklemiyordum. İşte karşınızda 50 gramlık yumakla, bi saatte yapılabilecek, işe yarar bi şey (sonra diyorlar ki ne bu örgü sevgisi..): 


He bi de burda yaz çok sıcak geçtiği için domatesler planlanandan hızlı olgunlaşmış, bi an önce elden çıkarmak için 4 senedir hiç görmediğimiz kadar düşük bi fiyata satışa sunulmuş (50cent/kg).  Bi kasa alıp menemen ve acılı ezme yaptık ilk defa. Henüz sızma yok, ikisi de sağlam. Bakalım sonuna kadar bozmadan tüketmeyi başarabilecek miyiz...

Filmler

Ölümlü Dünya: Ali Atay'ın yönettiği, son yıllarda ekranlarda görmeye alışkın olduğumuz komik tiplerin yer aldığı absürd komik film. Kendi çapında komik, ilginç bi film. Senaryosu, ana fikri ilginç en azından. Yerli filmlere torpil geçiyor olabilirim ama aynısını Holivud yapsa bayılırdık diyesim geliyor hep ama yapamazdı, çünkü filmin temelini yerli espriler oluşturuyor. Öte yandan İrem Sak'ı harcamışlar, o kadar komik bi kadına sıradan bi oyuncunun oynayacağı replikler yazmışlar gibi geldi. Neyse efenim, eğlenmelik, güzel film.



Our Souls at Night: Yaşlılıkla ilgili filmleri seviyorum, hele ki çok karamsar değilse. Bu da öyle bi film. Konusunu anlatmayayım, fragmanı zaten anlatıyor, yumuşak, gerçekçi, meditasyon tadında bi film işte. Jane Fonda'yı ve ses tonunu seviyorum.



Like Father: Yine bi miktar yaşlılık içerse de, bu filme başlama sebebim ana karakterimizi, Kristen Bell'i The Good Place dizisinden tanıyor ve seviyor oluşum. Yine yumuşaklık, gerçekçilik, biraz daha enerjiyle, komiklikle yoğrulup sunulmuş. Romantik komedi değil. Komedi de değil. Genç bir kadın ve bir baba. İş hayatı, aile hayatı, tatil kafası, evlilik zırvası, dostluk... Kafa boşaltmalık ama beyni de arkaplanda çalıştırmalık bi film. 




İşte böyle, 
Selam ederim
Kanatlı Kedi

10 Ağustos 2018

31. ve 32. Haftalar

31. haftanın sorusu: Hayalindeki iş?

Bana göre çelınctaki en zor soru buydu şimdiye kadar. Birincisi, hayal diyor, ikincisi, iş, diyor. Gerçekçi konular hakkında hayal kurmayı beceremiyorum. Şimdi nerde olmak isterdin? Hayallerindeki ev nasıl bi yer? Yaşlanınca nasıl biri olmak isterdin? Bu soru da en az bunlar kadar cevaplanması imkansız türden bi şey bence. İnsan gerçekte olan, olma ihtimali olan şeyler hakkında nasıl hayal kurabilir ki? Rüya görebilir belki ama rüyada görmekle, bilinçli olarak hayal kurmak arasında fark var. Hayal kurma eylemini ben daha çok kafamdan hikayeler yazmaya çalıştığım zaman kullanıyorum. Yolda giden insanların hayatlarının nasıl olduğunu hayal ediyorum. Veya arada bir, uyku öncesi fantastik dünyalar, yaratıklar hayal ettiğim oluyor. Ama bunların hepsi tamamen benim ve hayatımın dışında şeyler. İnsan, kendi hayatıyla ilgili nasıl hayal kurabilir, aklım almıyor. Aklımın almamasını da aklım almıyor. Ne yani, altı üstü üç beş cümle sıralayacaksın, "bahçeli bi ofisim olsun, çok sevdiğim iş arkadaşlarım olsun, her dakka yoğun olmasın, rahatça tatile çıkabileyim, insanlarla muhabbet edeyim, yazmak üzerine bi iş olsun" vs... Olmuyor işte, sıraladığım her cümlenin artısını, eksisini düşünmeye başlıyorum. Böyle bi işin mümkün olup olmadığını ve gerçek olduğu zaman illa bi terslik çıkacağını, atıyorum çok sevdiğim iş arkadaşlarımdan birinin öleceğini ve yerine çok da iyi anlaşamadığım, hırslı, her boku bildiğini sanan bi tipi işe almak zorunda kalacağımızı düşünüyorum. Yani bir iş ne kadar mükemmel olabilir ki, deyip kendimle girdiğim muhabbeti bu konuda hayal kurmanın anlamsız olduğu sonucuna bağlayıp işime gücüme bakıyorum. Başkalarıyla konuşuyorsam bu uzun açıklamaları yapmak pek hoş karşılanmıyor, belli ki insanlar hayallerden bahsetmek istiyorlar, fazla gerçekçi ve sıkıcı geliyorum, sinirleniyorlar. Sonra ben de sinirleniyorum falan, olaylar gelişiyor.

Ama hala problemin sadece bende değil, biraz da sorunun kendisinde olduğunu düşünüyorum: Hayal ve iş kelimelerinin yan yana gelişi, bana biraz polyannacılık gibi geliyor. Netekim, hayalimdeki iş diye anlatabileceğim bi şey şimdilik yok.


32. haftanın sorusu: Hayali akşam yemeğine kimi davet ederdin?

Hah şimdi bu soru güzel bi cevabı hak ediyor. Madem istediğimi davet edebiliyorum, herhalde tek bi şansım vardır. O yüzden yemeğin amacı, gülmek eğlenmek muhabbet etmek değil, sorularıma cevap bulmak olacak. Davetlilerin birbirleriyle tanışıyor olması, muhabbetlerinin iyi olması falan önemli değil. Canları sıkılırsa tatlıları beklemeden ayrılabilirler.

Şimdi öncelikle, varsa, yaratıcıyı davet etmem şart. O'na soracağım çok şey var. Hadi diyelim var ve gelmedi, Adem, Havva, İsa ve Muhammet'i davet ederim hemen. Oturup birlikte yemek yemekten rahatsız olacaklarını da sanmam. Musa'yla ilgili, denizi yarması dışında çok bir şey bilmiyorum, çok fazla soracak soru bulamam, ayıp olur, diye çağırmazdım kendisini. Abdülhamit'i, Vahdettin'i, Mustafa Kemal'i ve Enver Paşa'yı çağırırdım. Babamı da çağırırdım, şu ortamda konuşacak çok şeyimiz olurdu şüphesiz. İlkokula giderken, yaz tatilinde, bisiklete binerken kıçıma elleyen eşşek kadar adamı çağırırdım bi de. Aklından ne geçiyordu? Sonra nasıl bi hayatı oldu? Ursula K. Leguin'i, Adalet Ağaoğlu'nu, Simone de Beauvoir'ı çağırırdım, bu masada olmaktan zevk alacaklarını ve diğer konuklarla muhabbetlerine şahit olmanın zevkli olacağını düşündüğüm için. Başkaa.... Varsa bikaç uzaylı ve gerekiyorsa simultane tercüman da olsa fena olmazdı. Tabi mümkünse Profesör McGonagall'la da muhabbet etmek isterdim.

Kesin unuttuklarım var. Bu listeyi, yemek gerçekleşene kadar güncelleme hakkımı saklamak istiyorum.


Şimdilik bu kadar olsun,

Kanatlı Kedi