06 Eylül 2015

cinsiyetsiz kadınlık üzerine filmler

Bir amerikan filmi: obvious child.
Ve bir italyan filmi: pane e tulipani.

İkisi de romantik komedi kategorisinde ama ikisi de bildiğimiz hollywood romantik komedilerinden değil. Dışarıda kar yağarken, sıcak çikolatanı/kahveni alıp, bikaç kız arkadaşınla battaniyenin altına doluşup romantik sahnelerde “ayyyyyy” diye sırnaşabileceğin filmlerden değil. Tabi biraz da dondurma ekleyebilirz bu sahneye veya çikolata. Rengarenk pijama takımları içinde, rengarenk döşenmiş odalarında ne hikmetse sivilcesiz ama büluğ çağında kızlar... Kısacası hey girl dergilerinde pijama partisinde yapılacaklar veya ayrılığı atlatmak için yapılacaklar listesinde yer almayacak türden filmler bunlar.

Bunlar daha çok özgürlük derdine düşmüş, karakterini oturtmaya çalışırken acı çeken, 20-30 yaş arası genç kadınların kendilerine yardım etmelerini umdukları türden filmler. Yaş sınırı koymayalım, daha büyükler için de geçerli olabilir. Hayatının ellerinden kayıp gittiğini, “ben sadece ben olmak istiyorum” derken topluma uyum sağlamakta zorlandığını, uyum sağladığı anda kendisinden vazgeçtiğini ama uyum sağlamak istediğini, yoksa yalnız kalacağını ve yalnızlığı göze alamadığını, bu yüzden kendisine kızdığını hisseden kadınlar için.


Obvious child'daki kadın 30a yakın yaşlarda bir stand-upçı. Vajinal akıntısının külodunu kirlettiğinden, osurduğundan, geğirdiğinden, insani fiziksel kusurlarından ve hayatındaki diğer boktanlıklardan bahsedebilen, sahnede içi-dışı bir olabilen, bu yüzden komik olduğu düşünülen bir kadın. Terk edilmenin acısını dibine kadar yaşayan, acısı esnasında yanından ayrılmayacak kadar değerli bir dostu olan kadın. Kuklacı babasına gidip terk edilmenin acısını anlatan, teselli bulurken gülümseyen, ağlayan bir kadın. Annesiyle çok da iyi anlaşamamanın verdiği acıyı deriinden hisseden bir kadın. Geleceği üzerine düşünmek istemeyen, büyümek istemeyen, çocuk kalan, acı çekerken bile şebeklik yapmadan duramayan bir kadın.


Pane e tulipani'deki güzel gülüşlü kadın ise 40lı yaşlarında bir ev hanımı. 18 yaşına yakın iki oğlu var. Akrabalarıyla birlikte bir tura katılıyorlar. Bu geniş aile, bir dinlenme tesisinde kahramanımızı bırakıp gidiyor. Çekirdek ailesinden dahi hiç kimse fark etmiyor yokluğunu. Kadının kafasına dank ediyor. Onlarla tekrar buluşmaya ve azarlamaları, dalga geçmeleri göze almak yerine eve dönmek üzere otostop çekiyor. Ve gülümsemeye başlıyor. Özgürlük gülümsetiyor kadını. Gezmek istiyor, tek başına olmak. Venedik'e gidiyor. Cüzdanındaki paranın yettiği kadar pansiyonda kalıyor. Hergün eve dönme planı yapıyor fakat sonra vazgeçiyor. Yaşlı bir anarşist çiçekçinin yanında çalışmaya başlıyor. Tanımadığı kibar bir adamın evinde kalıyor. Bir masör komşu ediniyor.yeni arkadaşları oluyor kısacası. Zorunlu akraba ilişkilerinin yerine, içinin ısındığı yeni dostlar ediniyor. Akordeon çalıyor küçüklüğünden beri ilk kez. Şehrin, para kazanmanın, çiçeklerle uğraşmanın, müziğin, yeniliklerin keyfini çıkartıyor. Tabi bu esnada kocası kuduruyor. Kadın umursamıyor. Sakince gülümsüyor her şeye. Sessizce serpilip büyüyen aşkı gözlemliyor.

Geleceği düşünmüyor mu? Bu hayatının ne kadar süreceğini, illa ki dönmesi gerekeceğini, döndüğünde o eski hayatında mutsuz olacağını düşünmüyor mu? Bilmiyoruz, düşünüyorsa da bize göstermiyor.

Bu tür filmlerin güzelliği buradadır: Tam anlamıyla loser olsa da karakter, güzel şeyler de vardır hayatında. Sakar, pasaklı, patavatsız, terk edilmiş, ailesiyle arası kötü, işlerde hatta insan ilişkilerinde başarısız olabilir ama akşamları bunları konuşup dalga geçebileceği arkadaşları vardır. Kendisiyle, yaşadıklarıyla, acılarıyla dalga geçer, sarhoş olur. Gidip bi dostunun koynunda uyur sonra. İçine kapanmaz. Kapansa bile gelip zorla çıkartacak arkadaşları vardır. Halbuki gerçek hayatta pek çok insan kendi başına atlatır but tür acıları, hatta atlatamaz. Yepyeni bir gün, yepyeni sürprizlerle dolu değildir. Kişi başkalarının yardımıyla yeniden doğmaz, kendi kendine yapmalıdır. Kısacası ne kadar gerçekçi olursa olsun, ne kadar hitap ettiği kitle teenage değil olgunlaşma çabasındaki kadınlar olursa olsun, gerçek hayat daha acımasızdır.

Ne var ki bu tür filmlere de ihtiyacımız var. “Onlar ermiş muradına” minvalinden bir mutlu son olmasa da, bizi tatmin edecek bir son isteriz. Yalnız ama kendiyle barışmış olmalıdır başkahramanımız. Ya da sevdiğiyle birlikte ama kendiyle barışmış olmalıdır. Önemli olan, kendisini sevdiğini, toplum karşısında ayakta kalabildiğini görmemizdir. Gökten üç elma düştüyse, bir başkahramanımıza, diğeri filmde onu asla yalnız bırakmayan dostlarına, üçüncüsü de seyircisine gider. Aşkına değil.



02 Eylül 2015

biri bizi gözetliyor

bu sıralar çok kullanılan bir dergi kapağı tasarım modası var, sanırım şöyle gelişiyor olaylar: dosya konun tanınmış bir sima olsun. bu simanın öyle bir görselini hazırla ki, kapağın yarısını kaplasın. o kişinin ünlü bir fotoğrafını andırsın bu görsel. görseli mümkünse doğrudan fotoğraf olarak koyma okuyucunun önüne, pastel/kuru/sulu boya görünümlü bir hale getir, kıpır kıpır olsun, daha samimi olsun.

misal ot dergisi:
  

ot'un kimi sayılarında büyük bi görselin yanında yazılar var, kimilerinde birden fazla kişinin fotoğrafı veya çizimi bir şekilde kapağa yerleştirilmiş. genelde biri daha ön planda.ve diğerleri:





notos'ta görebileceğimiz gibi, sadece yeniyetme dergilerde değil, üstadlarda da varmış demek ki bu kör göze parmak sokan kapak tasarımı. örnekler çoğaltılabilir muhtemelen. iyi/kötü, güzel/çirkin, işlevli/işlevsiz diye yorum yapacak kadar anlamıyorum dergi işinden. arada bir satın alan gevşek bir okurum.

bu tip görsellerin bizi nasıl etkilediğini merak ediyorum. okurun gözünün içine bakan bir yaşar kemal, nedendir bilmem, rahatsız ediyor beni. kollarını kavuşturup hesap soran sylvia plath, dergiyi almazsam kızacak sanki bana! ya da oğuz atay... bu kadar sevdiğim adamın kapak olduğu bir dergiyi almak zorundayım adeta. çok sevdiğin bir arkadaşının düğününe gitmemek gibi bir şey olur almamak. halbuki o arkadaşla oturup bira içmeyi seviyorsundur, ankara havasında göbek atmayı değil.

bu dergiler, yüzüme dik dik bakan insanların verdiği rahatsızlığı veriyor bana. raflardan uzanıp zorla çantama gireceklermiş gibi hissediyorum. reklam panosuna dönüşüveriyor sanki sevdiğim insanlar. daha çok dikkat çekebilmek için olabildiğince daha fazla belertilmiş  çifter çifter gözler. oğuz ataylar, ahmet kayalar, nejat işlerler, birbirlerinin yakasını paçasını çekiştirip öne çıkmak istiyorlar. o güzel insanlar, durup arkalarına bakmayan birer zombi oluyorlar.

ne kadar çok sevsem de, gözümün içine bakan, beni mağaza içinde takip eden bir oğuz atay istemiyorum sanırım hayatımda. beni anlasın, beni yazsın, başkalarını anlamamı sağlasın, vicdan azaplarımı, utançlarımı hatırlatsın bana ama gözleriyle değil, yazdıklarıyla yapsın bunu. benimle bu şekilde iletişime geçmesin yeter ki.

bir insanın görselini kurcalamak yerine, dikkat çekici başka bir kapak tasarlamak çok mu zor ya da çok mu düşürür satışları? dosya konusu oğuz atay olsa bile, o'nun bana dik dik bakmasından başka bir çözüm yolu yok mudur?