24 Mart 2017

Beyaz Show'dan Beklenmeyecek Bi Cümle: "Zincirlerimizden Kurtulalım"

Lisede bi alt dönemimden bi kızın  dünyayı gezen bi gazeteci olduğunu öğrendiğim bu kutsal akşamda, boş işlerin insanı olduğumu kanıtlamak için, en aşağıdaki videoda geçen sözleri yazıya aktarayım dedim, bulunsun. Olay, Beyaz Show'da geçiyor:

Bir seyirci (birden ayağa kalkıp bağırmaya başlar): Bugün şu dünyada, şu düzende herkes tüketmeye, eğlenmeye odaklanmışken bazı günlerin değeri anlaşılmıyor.

Bir başkası: Paranın ve eğlencenin kölesi olmuş kimseler su gibi akıp giden zamanı zerre umursamıyor.

Bir diğeri: Bugün, Beyaz Show gibi programlarda salt eğlence, salt kahkaha, salt tüketim çılgınlığıyle böyle bi günü kutluyoruz, unutuyoruz. (Sanırım kutluyoruz yanlış oldu orda)

Bir ötekisi: O zaman, bütün özgür bireyler olarak, zincirlerimizden kurtulalım, elele verelim, bu sıradışı, bu özel, bu eşsiz sanatçının doğum gününü kutlayalım.

Seyirci: Seeeertaaaap iyi ki doğdun iyi ki varsın... (Konuklar Erener'i kutlar tek tek.)

Sertap Erener: Gerçekten, bunu hiç beklemiyodum, o kadar o kadar mutlu oldum ki, çok teşekkür ederim. Ne tatlısınız. Hayatımda duyduğum en şahane koroydu.

Rasim Öztekin: Ben ilk başta bi anda tutuklanıcaz zannettim.

Beyaz: (Gülerek) Ne zannettin?

Rasim Öztekin: Tutuklanıcaz zannettim bi an.

Beyaz: Böyle bi basın bildirisi okuyo gibi kalktılar yani evet.

Sertap Erener: Ama baya bi şey oluyo zannettim ben de. 

Beyaz: Ama seyircilerimizle yayından önce çalıştık, sağolsunlar, hepinize ayrıca teşekkür ediyorum.

Sertap Erener: Ay, ben teşekkür ederim. Sizi seviyorum, çok teşekkür ederim, sağolun.

Bla bla bla...


Şimdi videodan sahneler: 


Başta herkes endişeyle ilk konuşan seyircinin olduğu tarafa bakıyor:



Sonra Sertap Erener, Beyaz'a dönüyor: Napıcaz oğlum, noluyo? dercesine. Diğer ünlüler hala konuşan seyirciyi izliyor:


Ardından Sertap Erener'in gergin yüz ifadesi kısacık bi gösteriliyor. Onun dışında ünlüler hiç gösterilmiyor. Gerginler çünkü. Ya salak gibi tarafsız kalmaya çalışacaklar, ya kaşları çatılacak ya da daha kötüsü (!), belki de onaylayacaklar yüz ifadeleriyle. 

Ve işte mutlu son! Doğumgünü şarkısı söylenirken Sertap Erener'in rahatlayışı ve tabi sevinmesi:



Ve diğer ünlüler ayağa kalkıp doğumgünü çocuğunu kutluyor:


Herkes gülüyor artık. Düzeni eleştirmek falan yok! Oh be... Rasim Öztekin eski muhaliflerden olduğunu "bi an tutuklanıcaz sandım," diyerek vurguluyor. Diğerleri gülüp geçiyor. Kurgu da olsa o ilk cümlelerdeki protest güzelliğe kimse değinmiyor. Yeri mi canım şimdi bunu konuşmanın?! Baya bi şey oluyo sanıyo Erener... Korkutmayın kadıncağızı, ya baya bi şey olursa?

Hiç olur mu sayın Erener, öyle bi şey olsa kameralar gidip o bağıranı çekmez, hemen reklama girilir, yaka paça çıkarılır o bağıran. Reklam dönüşü de Beyaz asık suratla bi açıklama yapar, hiç tasvip etmediklerini filan söyler. Zaten muhtemelen böyle müdahale edilmediği için bi konuşana, bi Beyaz'a bakıyor doğumgünü çocuğu, "e hadisene, bi şey yapmıycak mısın?" der gibi.

Diğerleri neyse, genç, ekmeğinin peşinde. Sertap Erener'in ve Beyaz'ın da hiçbi muhalifliğini görmedim zaten ömrümde. Devrim Yakut'u  komedi filmleri dışında hiç tanımıyorum. Ama Rasim Öztekin, acaba tam olarak ne hissetti o anda? "Ulan şu yaşımızda ne boktan ortamlarda bulunuyoruz be," dedi mi? "Halkın Komiği Kavuğu'nu da aldık ama..." diye üç noktalı cümleler kurdu mu? Belki bu videonun dışında, program içinde bi şeyler demiştir, hakkını yemeyeyim, izlemedim. Ama hiç ümidim yok nedense.

TV dünyası her yerde boktan, hep boktan. Ama aklıma bi zamanları düşürdü bu video. Gıda Mühendisleri Odası'nda takılırken, bi konuda sesimizi duyurmak için etkin yollar arıyorduk. Okan Bayülgen'in programına seyirci olarak katılmayı düşünmüştük. Bazılarımız bu popülist fikre karşı çıkmıştı, bazılarımız da önemli olan sesimizi duyurmak, deyip savunmuştu. O programda öğrenci kulüpleri pankartlarla filan giderdi, Okan Bayülgen de programın bi kısmında o kulüplerin sözcülerini sahneye çıkartıp ne söylemek istiyorlarsa söyletirdi. Tabi her şeye izin verilmiyordu muhtemelen. Ama bi ümidimiz vardı, bi ihtimal, TVde çıkıp kendi sesimizi duyurabilecektik. Bu dediğim sanırım 8-9 sene önce. (Çok olmuş be.) 

Şimdi bunun sağlanabileceği herhangi bi program var mı? 

Ses duyurmayı geçtim, daha kötüsünü yapmışsın be Beyaz, ses duyurma çabası olan insanlarla, daha güzel bi gelecek hayal eden gençlerle dalga geçmişsin. Bi zamanlar hep ortayolcuydun, hep aman kimselere dokunmadan devam edelimciydin, o yüzden programının başına yıllardır hiçbi şey gelmedi. Ama şimdi sadece Türkiye'deki iktidarın değil, dünyadaki pis düzenin de en büyük destekçisi olduğunu açık açık belli ettin. Daha önce de etmiştin ama o zaman başın sıkışmıştı, kendini savunmak zorunda kalmıştın. Politikaya bulaşmak istemezken, programına telefonla bağlanan bi seyircinin gazabına uğramıştın. Hadi onu anlarım... Ama bu sefer tamamen kendi isteğinle yedin bu boku. Ortada hiçbi şey yokken, idealist olan gençleri kendine malzeme ettin. Bunun özrü yok.

Videoyu da eklemiyorum, vazgeçtim. Tık almasın boşa. Metni ekledim işte, çok isteyen arasın dursun.











21 Mart 2017

Güney Afrika tarihinden bi kuple (Rijksmuseum'da sergi var)

Amsterdam'ın meşhur gez gez bitmez müzesi Rijksmuseum'a yeni bi geçici sergi açılmış: Good Hope: South Africa and the Netherlands from 1600. Güney Afrika'nın Hollanda'yla ilişkisi, birbirleri üzerindeki etkileri hakkında. Şu sıralar orda burda afişleri var. 21 Mayıs'a kadar devam edecekmiş sergi, meraklısına duyurayım..

Tanıtım filmi şu:

           

Sergi, Güney Afrika'nın tarihini anlatma iddiasında değil, sadece Hollanda ile olan bağını inceliyor. 

1648'de 60 Hollandalı gemi kazasında Cape kıyılarına vurmuş. Kamp kurmuşlar. Bir senenin sonunda anlamışlar ki yerliler (Khoekhoeler) adam yemiyor. Hindistan ticaret yolu üstündeki bu topraklara yerleşmenin çok iyi bi fikir olduğunu keşfetmişler. 

Sonra 1652'de Jan van Riebeeck gelmiş, yerleşmiş. Riebeeck uzun süre Güney Afrika'ya medeniyeti getiren adam olarak anılmış. (Son yüzyılda ise heykelleri parçalanmış.)

Sergide olmasa da, sergi kitabında, dilin değişiminden ve öneminden bahsediliyor uzun uzun. Çünkü toplumlar değiştikçe diller de değişmiş. Örneğin başlangıçta sadece yerli dilleri konuşulurken, Hollandalılar bölgeye girince Hollandaca yerlice karışımı bir dil çıkmış ortaya. Sonra İngilizler işgal edince, İngilizce, Hollandaca, yerlice karışımı bir şey olmuş. Ortalığı çok garıştırmışlar.

Bir de sömürgeciliğin olmazsa olmazı renk-ırk ayrımı olduğu için, insanları rengine, kökenine göre sınıflandıran bi sürü terim üretilmiş: Coloured, mixed-race, multiracial, biracial, white, person of colour, black, non-white... Bunlar daha önce duyduklarımız. Hollandalıların yerlilere taktıkları isimler ise şöyle:

Bosjesmannen (Bushmen): Sanlar, yani avcı-toplayıcı olan yerliler. bu takma isim günümüzde hakaret kabul ediliyormuş.
Hottentotten: Khoikhoiler, yani tarımla uğraşan yerliler. Bu da hakaret sayılırmış.
Xhosa: Kafirler, inançsızlar. Arapça kökenli bir kelime. Hakaret.

Hollandalılara da Hollandalı denmez olmuş artık. Kendilerine başka başka isimler vermişler:

Afrikaner: Avrupa (daha çok Hollanda) kökenli Güney Afrikalılar. 18.yy başlarında kendilerine Afrikaanders veya Afrikaners demeye başlamışlar. Burda doğup büyüdükleri için, kendilerini Hollanda'dan, Avrupa'dan ayrı görüyorlarmış, vatan bellemişler yani burayı. Dilleri, şu an Güney Afrika'da konuşulan 3. dil olan Afrikaansca imiş. Yani Felemenkçe, Malayca, Khoesanca, Sothoca, Xhosaca, Zuluca ve Portekizce karışımı bir dil. 
Boer: Kelime anlamı "çiftçi".
Burgher: Vatandaş, kasabalı, varlıklı vatandaş vb.
Trekboer: Boer "çiftçi", trek "çekmek" demek ama tam karşılığını hayal gücümüze bırakayım, ben tam çıkaramadım.
Voortrekker: Öncü, piyon demekmiş.

1884'te Boerlerin başkanı Paul Kruger Hollanda'ya, gençleri kendi ülkesine çekmeye gitmiş. 6500 Hollandalı okullarda, demiryollarında, bankalarda, kiliselerde vb yerlerde çalışmak uzak diyarları medenileştirmek için, Güney Afrika'ya gelmiş. The Netherlands Bank ve Credit Union kurulmuş. (NedBank hala Güney Afrika'nın en büyük bankalarındanmış.) Fakat her Boer, gelen Hollandalılardan hoşnut değilmiş, onların kibirli, kötü alışkanlıkları olan ve çok içen kişiler olduklarını düşünürlermiş. 

[Bu ilişkiden, Orwell'in Burma Günleri kitabında da bahsediliyordu. Yıllarca sömürge topraklarında yaşayan sömürgeciler, kendi ülkelerinin insanına hem özenir, hem de onlardan nefret eder. Tıpkı bizim şu an Batıyla olan ilişkimiz gibi. Anavatanda yaşayanlar daha elitlerdir çünkü. Orası kültürel gelişimin merkezidir ve ancak kültürel ürünlerin ithal edilenleri sömürge topraklarına gelebilir. Bu da gerçek yerleşimcilerin toplumsal statüsünü düşürür.]

Ve İngilizler çıkmış meydane, iki sömürgeci de birbirinden şahane!

1880-81 yılları arasında İngilizlerle Boerler (yani Hollandalılar) arasında ilk savaş çıkmış. 1899-1902 arasında da ikincisi. Bu savaşın adlandırılmasında da anlaşmazlıklar varmış. Afrikanerler "1. and 2. Freedom Wars" demiş, İngilizler "Anglo-Boer War" demiş Modern tarihçilerden "South African War" diyen olmuş, iki tarafta da binlerce yerli öldüğü için. (Şu son cümleyi kurmak çok tuhaf geliyor. Adamlar gelsin topraklarına yerleşsin, bi de onlar için savaş... Binlerce diyo yav, binlerce! Hey gidi koca dünya, gam yükü müsün?)" Kimisi de "Transvaal Rebellion" dermiş. 

Kitapta denmiş ki, "Biz birincisine Transvaal Rebellion, ikincisine de Anglo-Boer War diyeceğiz." Sebep? O kısmı atlamışım ne yazık ki, bilmiore.

Neyse, mühim değil Batılıların ne dediği. Sonuçta İngilizler yerleşmiş. Yerliler için aynı tas aynı hamam, köleliğe tam gaz devam. Hollandalılar kaçıp, Afrika'da başka yerleri işgal etmişler. Orange Free State ve South African Republic gibi yeni devletler kurmuşlar. (Alttaki resimdeki gibi.) 


Zamanla buraları da İngilizler almış. Hollanda, uzak topraklardaki kuzenleri için yardım kampanyaları başlatmış, Caddelerine Boer generallerinin isimleri verilmiş. Fakat hükümet ve Kraliçe Wilhelmina tarafsız kalmış bu savaşta, İngiltere ile dostane ilişkiyi sürdürmekten yanaymış. 

1910 yılında The Union of South Africa kurulmuş, İngiliz Krallığı'na bağlı olarak tabi. Pragmatist ülke Hollanda bükemediği bileği öpmüş, dost olmuşlar. Hollanda'dan Güney Afrika'ya turlar başlamış. Rengarenk turistik poster örnekleri var sergide. 

Tam olarak kaç yılına ait olduğunu hatırlamıyorum bu posterin ama konu itibariyle örnek olsun dedim.

1952'de Güney Afrika'da düzenlenen festival dostane ilişkilerin zirvesi olmuş. Jan van Riebeeck'in işgalinin üçüncü yüzyılı kutlanmış bu festivalde.

Apartheid dönemi başlamış. Beyaz olmayanların oturacağı bank, gireceği tuvalet, alışveriş yapacağı dükkan, yüzeceği plaj, otobüste oturacağı koltuk filan hep tabelalarla belirtilmiş. Bunu zaten biliyoruz. Sergide de tabela örnekleri asılmış bi odada duvarlara. Ne yazık ki fotoğrafını çekmemişim. Ama yanındaki açıklamayı çekmişim, şöyle diyor: "Alenen ırkçı olan bir toplumdaki gündelik aşağılamayı bi müze salonunda gösterivermek mümkün değil, en fazla, adaletsizliğin ve şiddet sisteminin kanıtları olarak, bu ayrımcılığın fiziksel emareleri sergilenebilir." Çok etkileyici bi odaydı burası. Yüzyıllar süren aşağılamanın tabelalara sıkıştırılmış hali adeta. Üstelik medeni dünya, insan hakları beyannamesiyle birbirine hava atarken.



1954'te Hollanda Prensi Bernhard ilişkileri sağlamlaştırmak için Güney Afrika'yı ziyaret etmiş. Fakat Kraliçe Juliana'nın apartheidin ve eşitsizliğin sürdüğü bir ülkeyi ziyaret etmeyi reddetmesiyle ilişkide çatırdamalar olmuş. Protestan lider Jan Buskes "Güney Afrika'nın Apartheid rejimi: Kabul edilemez!" adlı kitabı yayınlatmış. Bir sonraki yıl Hollanda'nın Apartheid'le kavgası başlamış. 

Boykot çağrıları, barışçıl/şiddet içeren protestolar... Özellikle 60ların özgürlükçü düşüncelerinin de etkisiyle... Sergi, "Ne oldu da Hollandalılar birden Afrikalısever oldu?" diye soruyor. İddiasına göre, pek çok Hollandalı geçmişten utanç ve pişmanlık duyuyor. Bu özgüven çökertici duyguların üstüne Apartheid uygulamalarının getirdiği isyan binince, protestolar kaçınılmaz oluyor. Benim de naçizane bir ek yapasım var bu noktada. Bir, insanların eşitliğinden bahsetmek, o yıllarda medeni ülkelerde moda haline gelmiş. İki, teknoloji. Apartheid bölgesine giden gazetecilerin ya da gezginlerin çektikleri fotoğraflar, her şeyi aynı zamanda hem daha inanılır, hem de daha inanılmaz kılmıştır sanırım. Bu görsellere 1700lerde ulaşsaydı dünya, belki çok daha hızlı tükenirdi eski model sömürgecilik anlayışı. (Yenisine geçiş daha erken olurdu., ne güzel, ehi) Artık görsellerin eski etkiyi bırakmaması ise çok fazla maruz kalışımızdan sanırım. Sürekli işkenceye uğrayan insan fotoğrafı görüyoruz. "Ne önemi var ki herhangi birinin? Zaten kazanılan tüm haklara rağmen hala dünya boktan, hala elden bi şey gelmiyor," umursamazlığı..

19 Ocak 1984. Amsterdam'daki the Netherlands South Africa Association (NZAV) saldırıya uğramış. Kitaplar, arşivdeki belgeler parçalanmış, kanala fırlatılmış. Saldıranlar ırkçılık karşıtıymış, NZAV'ın Apartheid yanlısı olduğunu düşünüyorlarmış. Fakat işin kötüsü, parçaladıkları materyaller arasında anti-apartheid olanlar da varmış.

Neyse efenim, halk arasında patlayan isyanlara ve Kraliçe'nin Güney Afrika'ya gitmeme kararına rağmen Hollanda hükümeti başka bir ülkenin iç işlerine karışmamak için nötr kalmış, boykotlara katılmamış. Bu da Apartheid karşıtlarını çok sinirlendirmiş. 

Aşağıdaki, kaç yılının posteri bilmiyorum ama o zamanlar henüz Kraliçe olmadığını tahmin ettiğim Beatrix baloncuk içinde şöyle diyor: "Shell'e milyonlarca yatırım yapışımı utanç verici bulmuyor musun?" Shell, İngiliz-Hollanda ortak şirketi, hatta Dutch Royal Shell diye biliniyor. 1950lerde Güney Afrika'da petrol kuyusu çalışmalarına başlamış. Buna tepki olduğunu tahmin ettim ama kesin bilgi değil.


Büyük Hollanda şirketlerinden Philips de eleştirilerden nasibini almış. Aşağıdaki görselde "Anti-Apartheid Hareketi Destekle!" çağrısı altında Philips şöyle şikayet ediliyor: 
"Philips yine iyi bi anlaşmaya imza atar." 
"Ucuz işgücünden yararlanır." 
"Alan coşkusu içinde (?) (Görselde, Beyaz Alan-Siyah Alan ayrımı var)." 
"Beyaz ve siyah maaşlar öder."
"Aynı zamanda daha fazla televizyon yapar"
"Ve.. silah parçaları.."

En altta da Philips Apartheid'i destekliyor yazıyor adamın üstünde. Çok kızdırmışlar, çok...



16 Haziran 1990. Nelson Mandela, Amsterdam'da Leidseplein'de 20binkişiye hitaben bir konuşma yapmış. Neden? Hapisten yeni kurtulmuş. Hollanda'ya gelmek gibi bir planı yokmuş aslında. Çünkü Hollanda hükümeti Apartheid'e karşı gelişen uluslararası boykot süresince resmi olarak tarafsız kalmış. Nasıl olduysa Hollanda Başbakan Yardımcısı Wim Kok, Mandela'yı gelmesi için ikna etmeyi başarmış. 

1994'te Mandela Güney Afrika'nın ilk siyahi başkanı olmuş. 

Sene 2015, Başkan Zuma, "Jan van Riebeeck'in gelişi, Güney Afrika'nın sorunlarının başlangıcıdır." demiş. Bir ay sonra bir aktivist, Riebeck heykelinin üstüne "Toprağınızı çaldım, eee?" diye bi pankart asmış. Sömürgeci liderlerin heykellerinin kaldırılması için çağrıda bulunmuş pek çok kişi. Mandela'nın partisi de eleştiriliyormuş artık.


Dünyanın başka nerelerinde neler dönüyor kim bilir? 

Bedavaya sergi gezdirdim size, hadi yine iyisiniz.

19 Mart 2017

Soğanlı pideyle çekişmemiz

Annemin tavada yaptığı soğanlı pideden çekti canım, gaza geldim, hamur yoğurdum. Yine cıvık oldu. Neyse ki bu sefer içi tam kıvamında (sanırım). 1 saat mayalanmasını bekledim, bi değişiklik olmayınca un ekleyip tekrar yoğurdum. Un kattıkça cıvıyo şerefsiz. Tekrar üstünü kapattım, beklemeye aldım kendimi. Yine vıcık vıcık olursa şöyle bi denerim şansımı tavada. Elbet bi şekilde yenir.

Annemin yaptığı, ismini bile tam olarak bilmediğim, lokanta (Balkan'da bile) rastlamadığım yemekler var. Mesela köööğtü çorbası. Köfte çorbası mı gerçek adı? Bilmiyorum. Sütlü çorba dediğimiz bi şey vardı sonra, tarifi vardır belki internette. Başka? Tutmaç çorbası, bunun hazırı da var artık ama anneminkiyle aynı değil. Haşhaşlı poğaça, haşhaşlı mercimekli börek... Yine dışarda yediklerim hiç benzemezdi anneminkine. Sütlüaş var mesela, alüminyumda yapınca daha güzel oluyodu, böyle dibi hafiften yanacak, kazıyacan onları. Alüminyumun tadıydı belki de güzel gelen, kim bilir? Kesin öyledir. Gıda mühendisliğine girdim, bi artislik bastı beni, evdeki bütün alüminyum tencereleri attırmaya kalktım anneme. Öyle kolay mı bi kabı atmak? Mümkün değil. Elbet bi işe yarar onlar da. Sütlüaş pişirmezsin de yumurta haşlarsın mesela. Ya da meyveleri yıkarsın içinde.

Ne zaman hamur yoğurmayı gerektiren bi şey çekse canım, niye düzgünce öğrenmedim ki bunları yapmayı, diye üzülürüm. Anneme yardım etmek zevkli gelirdi, acelemiz yoksa, annemin üstünde misafir stresi yoksa. Sırf kendi kendimize keyif olsun diye yapıyorsak. Arkada radyo çalardı. Yerel reklamlar yüzbin defa dönüp dönüp çalardı. Annem hep usta olurdu, bense onun çırağı. Hamur yoğurmak gibi önemli işleri hep o yapardı, ben ılık su getirirdim. Kettleımızın olmadığı, çeşmeden ha deyince sıcak suyun akmadığı zamanlar, çaydanlıkta su kaynatıp, soğuk suyla ılıştırırdım. annem elinin hamura değmeyen yerini suya değdirip kontrol ederdi, biraz daha sıcak su, biraz daha soğuk su... Ya o kadarcıktan ne fark etcek anne ya? Annemin yanındayken ergenlikten hiç kurtulamadım sanırım. Hep sevgiyle karışık isyan.. Saygı? Yok. Saygı babaya duyulur. Babanın fikirleri olur, anne sadece günlük hayatın her alanında ustadır, boş işlerle uğraşır. Ben de canım isteyince ona yardım ederim, yanaklarını sıkarım. Dizine yatarım. Canım sıkkınsa acısını ondan çıkartırım. Ama babaya sökmez bunlar. Babanın seni ciddiye alması için fikir yarıştırman gerekir onla. Yoksa "su getir, çay yok mu, terliklerim nerde, kumandayı versene"den öteye geçmez muhabbetiniz.

İkisi de sever, kendi yöntemlerince. Saygı? Anne her türlü saygı duyar, o okumamıştır, sen okuyorsundur. Babanın saygı duyması için, dediğim gibi, fikir yarıştırman gerekir.

İdeal kıvamda hamur yoğurmayı becerseydim, annemin bana saygısı da artar mıydı? Belki. Hem okudu, hem de her şeyi beceriyor, diye gurur duyardı belki benimle. Kendi yetiştirdiği çırağın ustalaştığını görüp kendini daha değerli hissederdi belki.

Sırayı bozmazsak, annem benden önce ölürse, yemeklerinin yapılışını öğrenme fırsatımı tam olarak değerlendirmeden öldüğü için, sırf bunun için, ağlama krizine girebilirim. Ne olacaksa, altı üstü bi soğanlı pide, ya da köğtü çorbası işte, ömrüm boyunca bi daha hiç yemesem nolur ki?

Öyle değil işte. Hep bi eksiklik var geçmişte. İz bırakan herkesle yarım kalan bi eşyler var. Abimle birlikte kaldığımız zamanlarda o bi tarafı karanlık, bi tarafı Maslak manzaralı evimizde otururken, balkonda rakı içmedik mesela.. Yazık değil mi geçen zamana? O buraya, Amsterdam'a bizi ziyarete gelince içmişiz, artık ne önemi var? Birlikte kalırken anlatacak ne çok şeyimiz vardı birbirimize, hep odalarımızın kapısını kapatır, ayrı ayrı dersler çalışır, ayrı ayrı filmler izlerdik. Hep bi "mecbur olmasam bi dakka durmam bu evde", tavırları..

Ulan soğanlı pide.. Soğan doğrarken ağlatmadın ya, aklıma bunları getirerek acısını çıkarıyorsun.


15 Mart 2017

Kitap: Dünyanın Sefaleti - 1. Kısım (Pierre Bourdieu vd.)

 İlk baskı, 1993, Fransa
Türkiye'de ilk baskı, 2015, Heretik Yayınları
Orjinal ismi: La Misere du monde

1990'larda Bourdieu (aşağıda çoğu yerde B diye bahsettim kendisinden, darılmasın ruhu) ve araştırma ekibi Fransa'yı dolaşmış. Sesi çıkmayan, medya vd tarafından sözleri çarpıtılanları konuşturmak istemişler. Dünyanın sefaletini çekenlerle, başrol oyuncusu olduğu halde hep figüran muamelesi görenlerle mülakatlar yapmışlar. 

Kitabın şimdilik benim için en güzel tarafı (çünkü henüz bitmedi), okumaya niyetlenmek için illa sosyolog olmayı gerektirmemesi. Dilinin anlaşılır olması. Kitabın büyük bölümünün mülakatlardan oluşması. Kısacası "insan okuyacak bunu" diye düşünüp basılmış olması. (Kitabı bana öneren kişiye bi daha teşekkür edeyim madem, yeri gelmişken).

Benim gibi sosyolojiyle alakası az olanların ya da hiç olmayanların çok ilgisini çekmese de, asıl enteresan kısmı, mülakatlarda kullanılan yöntemler olsa gerek. Buyrun arka kapak yazısı, benden iyi anlatır durumu:



Kitap uzun (955 sayfacık), alıntıları aktarmayı en sona bırakırsam, üşenirim, yalan olur. O yüzden okudukça aktarayım dedim. İlk kısımda Levent Ünsaldı'nın Takdim'inden, ve Pierre Bourdieu'nun Okuyucuya başlıklı giriş yazısından alıntılar yer alacak. Devamı da geldikçe gelir artık. (İtalik notlar, benim eklemelerim).

Buyrunuz:

s.11 - Nesnenin ve hipotezlerin öncelikli ve incelikli inşası (kavramsal tanımlamalar), araştırmacının epistemolojik veya yöntemsel ihtiyatı, elde edilen verilerin derinlikli sorgusu ve analizi gibi Bourdieucü temel kaide ve kutsallar, yine aynı ustanın (rahibin), yetkinliği ve mahareti sorgulanamaz bir putkırıcı özgüveni ve serbestliği vasıtasıyla bir "doğurtma" iradesine, bir nevi kollektif bir "yüzleşme" (acıyı kusturma) seansına tahvil edilir. (Takdim, Levent Ünsaldı)

s.12 - Bourdieu, Bourdieu'ye karşı: "Kendim de bu nesnellik ahlakçılığının, bilim insanının müdahil olmama ahlakçılığının bir kurbanı oldum. Saha çalışmalarımın bazı aşikar sonuçlarını görmeyi haksız biçimde kendime yasaklıyordum. Yaşın verdiği rahatlıkla ve elbette itibarla ve gerçek bir siyasal aciliyet olarak gördüğüm şeyin tazyiki altında, siyasal denilen alana müdahalelerde bulunma noktasına geldim." (Takdim, Levent Ünsaldı)

s.12 - İçeriği "sürükleyici" kılan ve Bourdieu'yü, bu kitap üzerinden, bir sosyoloğa pek de "nasip olmayan" bir medyatik görünürlük ve raf başarısı ile buluşturan da biraz budur. Cep kitabı şeklinde de piyasaya sürülecek ve sonrasında bazı kısımları defalarca tiyatroya da uyarlanacak bu çalışma, sosyolojik bir eserin de best-seller olabileceğini kanıtlayacak cinstendir. (Takdim, Levent Ünsaldı -Dipnot)

s.12 - 1990'lı yıllar, bir "oyuncu" olarak içerisinde bulunduğu akademik alanı büyük ölçüde domine etmiş ve mevcut tüm onanmışlık ve itibar sembollerine ulaşabilmiş (örneğin 1981 yılında College de France'a seçiliş) bir Bourdieu'nün, neoliberalizm ve küreselleşme eleştirisi üzerinden, kamusal-medyatik alana müdahalelerini sıklaştırdığı yıllardır. Bu elbette Bourdieu'yü, Sartre figürü üzerinden yılmaksızın eleştirdiği "total entelektüel" figürüne dönüştürmeyecektir. Lakin kamusal araştırmalara, yetkinliğiyle, itibarıyla veya ikrar gören çeşitli vasıflarının verdiği meşruiyetle müdahil olan entelektüel figürü, Fransa'da tarihsel bir süreklilik arz eder. Dolayısıyla, müdahalelerinin farklı bir sistematiği olsa da ("bilimin verdiği meşruiyetle kamusal tartışmalara müdahalede bulunma"), 1990'lı yılların B'sünün, Emile Zola'dan Sartre'a, oradan da Foucoult'ya kadar giden bir tarihsel hattın son halkalarından birini teşkil ettiği düşünülebilir. (Takdim, Levent Ünsaldı)

s.14 - ...ele alınan sorunsal ("toplumsal sefalet") görece özgün olmasa da, bu "ham" araştırma nesnesinin işleniş biçimi ve dolayısıyla B'nün bilim pratiğinde düştüğü yer atipik. (Takdim, Levent Ünsaldı)

s.14 - Zaten bir araştırma nesnesini özgün kılan, o konunun daha önce "az veya çok" çalışılmış olması değildir. Tez önerileri sırasında, hocanızın veya başkalarının, "ama bu daha önce çalışılmış" itirazına kesinlikle itibar etmeyiniz. Asıl mesele, bir "nesneyi" nasıl çalıştığınızdır, daha önce çalışılıp çalışılmamış olması değil. (Takdim, Levent Ünsaldı -Dipnot)

s.15 - (Bu kitapta) Yarı alimlerin, kanaat tacirlerinin, medyatik biganelerin, araştırma kuruluşlarının, kamuoyu anketlerinin tatbik ettiği sembolik şiddetin eleştirisi, her zamanki sertliği ve vuruculuğuyla özellikle son bölümde ("Anlamak") yerini bulsa da, çalışmanın omurga tematiğini teşkil eden [toplumsal] sefaletin ve onun yan tematiklerinin (acı, ızdırap vb.) özenli bir tanımlamasına, teorik bir inşasına girilmez. Büyük sefalet, küçük sefalet, konum sefaleti, koşulların sefaleti gibi ayrımlara gidilir ama bunlar çok fazla geliştirilmez. Ayrıca, işlenen konular üzerine halihazırda mevcut literatürden de hemen hemen hiç yararlanılmaz. (Takdim, Levent Ünsaldı)

s.16 - Bilim, ortak kanıya karşı verilen bitmek tükenmek bilmez bir mücadelenin adıdır. (Ortak kanının B'cü epistemolojideki yeri)(Takdim, Levent Ünsaldı -Dipnot)

s.16 - (...) Bu "düşmanın" en belirgin biçimde cisimleşmiş hali ise medyadır, yarı alim kanaat teknisyenleridir. O halde bilimin başlangıç noktası, bu mevzilere yöneltilecek sert bir taarruzdur. Zira bu kanaat üreticileri, ortak kanıyı (dolayısıyla da güç ilişkilerini) yeniden üretmekten ve bilimin (rasyonalitenin) ilerlemesi önüne engel çıkartmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. (Takdim, Levent Ünsaldı)

s.17 - (...) diğer taraftan da onların (ortak kanının müdavimlerinin/gardiyanlarının) bir anlamda layıkıyla yapamadıkları veya "kötüye" kullandıkları, "sokaktaki insanı" anlama görevi bu sefer sosyoloğa verilir. (...) Lakin bu görev, hem sosyoloğu hem de anlamaya çalıştığı kişiyi sarsacak-sorgulatacak cinstendir (ortak kanıdan kopuşun bedelidir bu). (Takdim, Levent Ünsaldı)

s.17 - Sosyolog burada (bu kitaptaki saha çalışmalarında) sadece eşlik eden ebedir (bu refakat kendisini de dönüştürse de), işin asıl yükü "doğuranın" sırtındadır. (Takdim, Levent Ünsaldı)

s.18 - (...) sosyolog ve muhatabı arasında, gerçek bilimin araçlarıyla tahkim edilmiş bu özgün ilişki ve buradan çıkabilecek mesaj, özgürlüğe, yani siyasal eyleme bırakılmış o nadir manevra alanlarını (zira yapılar her yerde) olabildiğince kullanmanın tek rasyonel aracını sunabilir. (Takdim, Levent Ünsaldı)

s.20 - Sosyolog bu noktada, muhatabının her sözünü, açık sözlülüğünü, çekingenliğini, öfkesini; bakışını, nefes alış verişini, göz kaçırışını, potlarını, terlemesini, tüm bu fiziksel ve sözel emareleri tanımlayabilecek ve kodlayabilecek maharette olmalıdır. (Takdim, Levent Ünsaldı)

s.20 - Eğer muhatap (...) mülakatçıya kıyasla daha aşağı bir sınıftan geliyorsa daha en baştan, görüşmeyi bir sorgulama olarak alması ve meşru ya da  doğru olduğunu düşündüğü cevabı aceleyle vermeye çalışması pek muhtemeldir. (...) Mülakatçıya kıyasla daha üst sınıftan gelen biriyle mülakat gerçekleştirildiğinde ortaya çıkabilecek sorunlar ise başka türdendir. (...) muhatap, kendisinin sorgulanır bir vaziyette olduğunu düşünen tedirgin biri olmaktan çok uzaklarda ve sınıfsal konumun verdiği özgüvenle, yöneltilen soruların içeriğini ve soruluş gerekçesini sorgulayabilir. Her iki durumda da ortak olan şey, ilk etapta (hatta ilk görüşmelerde) ifade edilenin, tam da ilk görüşmede söylenebilecek olan olduğudur. (...) Sosyolog, elinde yalan makinesiyle dolaşan kişi değildir. Aktörün birbiriyle çelişen ifadeleri (ki bu sıklıkla olur, 5 saniye önce dediğinin tam tersini söyleyebilir), gerçek-yalan (sahte) ayrımı üzerinden okunamaz. (...) Maharet,  tüm zıtlık ve tutarsızlıklarıyla o evrene olabildiğince nüfuz edebilmektir. (Takdim, Levent Ünsaldı -Dipnot)

s.21 - ...Harlem'deki sokak dilini analiz ettiği çalışmasında, o bölgeden siyahi gençleri mülakatçı olarak kullanan W. Labov... (Takdim, Levent Ünsaldı)

s.21 - Garfinkel'in diliyle konuşmak gerekirse, "kabile"nin diline vakıf bir araştırmacı...(Takdim, Levent Ünsaldı)

s.21 - ... kişi, bildiğinin, karşısındaki mülakatçı tarafından da bilindiğini varsayabilir ve bu durumda, örtük olanın sessizliği devreye girer. (Mülakatçının, mülakat yapılanı kişisel olarak tanıdığı durumdan bahsediliyor.) B'nun kendisi de bu güçlüğün farkındadır. Bunun, gerçekleştirilen ilk mülakatların başarısızlıkla sonuçlanmasının temel sebebi olduğunu ifade eder. (Takdim, Levent Ünsaldı)

s.21 - Örneğin Garfinkel ve öğrencilerinin deneyleri bu örtük olanın "deşilmesi" üzerine kuruludur. Bu çalışmalar gösterir ki, dillendirilmeyen, zira herkes için aşikar olan gündelik kavrayışların açığa çıkartılması da bir o kadar güçtür. (Takdim, Levent Ünsaldı -Dipnot)

s.21 - Özellikle "hassas" konular sözkonusu olduğunda, mülakatın muhatabı olan bir kişi için, onu yakından tanıyan bir mülakatçıya kıyasla, daha sonra bir daha hiç görmeyeceği bir kişiye bunlardan bahsetmek daha kolay olabilir. (Takdim, Levent Ünsaldı)

s.21 - Mülakatın muhatabı olan kişi, karşısındaki mülakatçıyı yeterince tanıması sebebiyle, ona istediğini vermekte fazlasıyla gayretli olabilir. (Takdim, Levent Ünsaldı)

s.24 - Sosyal bilimler alanında, Türkiye'deki araştırma pratiklerinin bir diğer özelliği/sorunu da buradadır kuşkusuz; sadece başlığın bile "hükmü" işaret etiiği çalışmalar, fazlasıyla net hikayeler, pürüzsüz bir argümanlar dizisi içerisine pürüzsüz biçimde oturan "örnekler", iyiler-kötüler, kazananlar, kaybedenler... Bu hikayelerde, sapan yoktur, gri bir alan yoktur. Yaşam, muhteşem bir barok makinenin tekdüzeliğinde ve kuruluğunda akıp gitmektedir sadece. (Takdim, Levent Ünsaldı -Dipnot)

s.31 - Gerçekten de, sadece ve sadece iki kişi arasında tesis edilebilecek bir güven ilişkisinde toplanmış ifşaatları veya özel söyleşileri kamuya mal etme sırasında nasıl olur da bir tedirginlik duyulmaz? (Okuyucuya, Pierre Bourdieu)

s.32 - "Üzülmemek, gülmemek, nefret etmemek ama anlamak": Bu şiara riayet edecek araçları kendisine vermedikçe, sosyoloğun Spinozacı ilkeyi benimsemesi hiçbir işe yaramayacaktır. (Okuyucuya, Pierre Bourdieu)

s.33 - Bizim için istesek de istemesek de her zaman bir nesne olarak kalacak olan bu alter ego yerine kendimizi yersizce koymaksızın (böylece öznenin bakış açısını kendimizinki yapmaksızın) onunkine [görüşülen kişininkine] en yakın bakış açısını kazanmak. (Okuyucuya, Pierre Bourdieu)

s.33 - Böylece araştırmacı; eleştirel düşüncesinin tamamıyla yuvalandığı inşalara ulaşmayı ve [anlattığı/aktardığı] aşikarmış veya doğalmış ya da hatta veriye safça boyun eğiyormuş görünümünü vermeyi başarırsa eğer, katılımcı nesnelleştirme girişiminde hiç olmadığı kadar başarılı olacaktır. (Okuyucuya, Pierre Bourdieu)









11 Mart 2017

Film Raporları - 7 (Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok)

Hollanda ve Türkiye'nin seçim öncesi oy kapmak için çıkarmış göründükleri saçma sapan diplomatik kriz üzerine, uzun zamandır ertelediğim Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok yazısını yazasım geldi. Hollanda AKP'nin referandum mitingini engellemek için elinden geleni yapıyor. Çavuşoğlu'nun ülkeye giriş iznini iptal etti, Aile Bakanı Kaya'yı Rotterdam yollarından geri çevirdi, Konsolosluk'a sokmadı. Türkiye Hollanda'ya faşist diyor, Hollanda Türkiye'ye siz kim oluyorsunuz da bize demokrasi dersi veriyorsunuz diyor. Türkiye'de yükselen milliyetçilikle Evet oyları artsın isteniyor. Hollanda'da göçmen karşıtlığı modası yayıldığı için aşırı sağcı partiye oy kaptırmak istemeyen iktidar "Hollanda'yı en iyi biz koruruz" yarışına girdi, oyları artsın istiyor. Görünürde olan bu tabi, arkaplanda çekişmenin nedeni ne, bilmiyoruz. Asla da bilemeyiz. 

Bu sırada bizim hayatımız etkileniyor. En basitinden, Hollanda'ya ziyaretimize gelmeyi düşünen arkadaşlarımız, vize çıkar mı endişesinde. Vizeye, uçak biletlerine bi sürü para yatırdılar. Bu tatil için tasarruf etmeleri gerekti, gerekecek. Aylardır hayalini kuruyoruz. Ki bu en basit etki, çekişme daha da büyürse bizi neler bekleyecek? Bilmiyoruz, bunu da asla bilemeyiz.

Çünkü millet adına devletler savaş bile çıkartabiliyor. O devletin bireyleri savaşın gerekliliğine inanmasa da savaşa katılmak zorunda kalıyor sonra. Haklılığından %100 emin olmadığı devlet adına savaşa gidip ölüyor, öldürüyor. 

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok da bunun hakkında bir film. Devletler savaşmaya karar veriyor. Piyon lazım. Bolca, birbirinin yedeği olacak binlerce, milyonlarca piyon lazım. Daha savaş ilan edilmeden propaganda başlıyor. Aslında bu propaganda barış durumunda da yapılıyor. En mükemmel millet biziz, dünya bizi durdurmaya uğraşıyor, şu devletler bizim yanımızda, şunlar değil, hep birlik olmalıyız, vatan için gerekirse canımızı vermeliyiz, atalarımız bize bıraktı bu cennet vatanı, başkalarının yok etmesine, bizi bölmesine izin vermemeliyiz. Her dakika pompalanıyor bu fikirler, her ülkede. Savaş yaklaştıkça ya da diğer küçük krizlerde bile daha çok körükleniyor sistemin ideolojik aygıtları olan medya, siyasetçiler, devlet kurumları vs tarafından. Sonuç? Gönüllü askerler türüyor memleketin her yerinden. Vatanı kurtarmak için savaşa gidiyor gençler. Şehitlik mertebesi kutsanıyor durmadan. Ölmek ve öldürmek vatanı kurtarmak için en iyi çözüm sayılıyor. Benimseniyor bu düşünce. Barış anında bile vicdani retçi olmak zorken, savaş zamanında imkansızlaşıyor.

Filmde de öyle oluyor. Almanya'da bir lise öğretmeni, çaktırmadan savaşı övüyor öğrencilerine. "Gidip savaşmayan adam değildir"e getiriyor lafı. Öğrenciler coşuyor, az buçuk korkusu olan arkadaşlarını da cesaretlendiriyorlar, koşup gönüllü yazılıyorlar askerliğe. Savaşın sebebi ne? Almanya'yı savunmak gerekli mi gerçekten? Düşman neden düşman? Hiç düşünmüyorlar, hiç önemli değil zaten. İçine doğdukları ülke her zaman haklıdır çünkü.

Savaşta teker teker azalırlarken soruyorlar birbirlerine, neydi bu savaşın sebebi? Ne uğruna ölüyorlar? Yaşasın Kral demek için mi sadece? Cevap bulamıyorlar. Bilmedikleri ve bu yüzden inançlarının gittikçe sarsıldığı bi kutsal uğruna öldüklerini kabulleniyorlar. Ama artık çok geç olmuş oluyor.

Canlı kalanlardan biri izin için evine dönünce lise hocasının hala öğrencilerini coşturduğunu fark ediyor. Yeni piyonlar lazım ölenlerin yerine. Bir sınıf dolusu genç yok olmuş, adamın umrunda değil. Savaş uğruna şehit olmak en önemli şey ya, o da daha çok şehide yol gösterdiği için görevini yapmış sayıyor kendini. İtiraz ediyor bizim izinli asker, "savaş burda anlatıldığı kadar coşkulu bi şey değil, düşmanı öldürmek bu kadar coşku dolu bir eylem değil, iyi bi şey değil. İnsan öldürmek, yanında arkadaşlarının ölmesi, insanı geri dönüşü olmaz şekilde yaralıyor, bitiriyor. Ne için öldüğümüzü bile bilmiyoruz üstelik", diye açıklamaya çalışıyor. Ölümden dönmüş olan adam, lise ergenleri tarafından korkaklıkla suçlanıyor. Memleketindeki yalan dolan konuşmalarla dolu ortama katlanamayıp iznini yarıda kesip savaşa dönüyor. "En azından burada ölüm gerçek, orda her şey yalan dolu" düşüncesiyle.

Filmin başında genç, deneyimsiz, çocuksu, ergen yüzler, filmin sonunda büyümüş, olgunlaşmış, acı dolu ve inançsız yüzlere dönüşüyor. Üstelik aynı sahne kullanılıyor, sadece seyirci böyle algılıyor. Filmin çekildiği dönemde, bu duygu farkını seyirciye çaktırmadan yansıtabilmek ne büyük başarı, hayran oldum. 

ABD propaganda filmi Wings 1927'de gösterime başlamış, 1929'daki ilk Oscar töreninde en iyi film ödülünü almış. (Ki bu film, savaşa gönüllü giden askerlerin kahramanlıklarını neşe içinde anlatır. Daha önce şurda bahsetmiştim.) Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok'un kitabı ise Almanya'da 1929'da yayınlanmış ve 1930 yılında filmi çekilmiş. Bu film de 1930 yılında 2 Oscar almış. Yönetmen Lewis Milestone, Ukrayna'da büyümüş, Almanya ve Belçika'da eğitim almış, sonradan ABD'den vatandaşlık almış. Birinci Dünya Savaşı'nda ABD birlikleri için kısa eğitim filmleri çekmiş. Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, ilk Oscarlık filmi değil. Daha önce de Two Arabian Knights adlı filmiyle komedi dalında en iyi yönetmen ödülünü almış. 

Oscar ödülleri daha en başından enteresanmış. Dört dörtlük bir ABD propaganda filmi olan Wings de ödül alıyor, savaş karşıtı olan Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok da.İkincisi, Wings'e tepki olarak mı çekildi, diye düşündüm izlerken. 

Ayrıca bu filmin başrol oyuncularından Lew Ayres filmin savaş karşıtı mesajından çok etkilenip, 2. Dünya Savaşı'nda vicdani retçi olmuş. Tabi kötü adam ilan edilmiş. Sağlık görevlisi olarak savaşa katılmayı talep etmiş (Bkz: Hacksaw Ridge gibi). Bi süre bıdıbıdı edildikten sonra kabul edilmiş talebi. Savaş sonrası film dünyasına geri dönmüş ama savaş öncesindeki parlamayı bi daha yakalayamamış. Propaganda çok enteresan bi şey netekim. 1930'da Oscar verdiğin savaş karşıtı filmin başrolünü 1940larda vatan haini ilan ediyorsun. Bu nasıl mümkün olabilir çılgınlar gibi propaganda yapılmasa?

Netekim, kitleler çok enteresan, istediğin yöne doğru gütmek çok kolay. Azıcık işi bilmek gerekiyor sadece.






08 Mart 2017

8 Mart ve Cahilliklerimiz

Bu sabah acıklı bi gülümsemeyle uyandım. 

Sabah uyanınca refleks olarak telefonu eline alanlardanım ben de. Sanki ben uyurken çok önemli olaylar olmuş da, kaçırmışım gibi, ne gerek varsa o kadar aceleye. 

Bu sabah iki wassap mesajı: Biri bi gruptan. Arkadaşım demiş ki: "Dünya Kadınlar Günümüz kutlu olsun, kahkahalarımızı sakınmadığımız ve eşit bir gelecek umuduyla..." Sonuna da flamenko yapan kadın emojilerinden koymuş bikaç tane. Tam böyle "so raise your glass" havasına gircem, diğer mesajı gördüm, annemden...

Annem 58 yaşında. Son bir senedir, akıllı telefonu, dolayısıyla wassap'ı var. Ama telefonu o kadar kötü ki, uygulama indirsek de açılmıyor. O yüzden yıllardır olduğu gibi, akıllı telefon edindikten sonra da, facebook gibi korkunç şeylerden uzak durmayı başardı. Yine de sanal dünya dediğin birbirinin kopyası. "Hayırlı günler, hayırlı cumalar, gözlerinizin içinin güldüğü bir gün olması dileğiyle, Rabbim bu salı günü size hiç umulmadık sevinçler yaşatsın inşallah, amin", gibisinden, fonda çiçek böcek resimlerinin olduğu mesajlar anneme birilerinden geliyor, o da sağolsun, bu iyi dileklerden beni mahrum etmemek için, haftada birkaç tane bana da yolluyor. Gelen görseli başkalarına iletmeyi öğrenmiş olması, çocuğunun büyümesine şahit olan anne-baba gibi içimi kıvançla dolduruyor. Öte yandan sevimli de... Uyum sağlamak istiyor yeni girdiği bu dünyaya. Bakıyor bi mesaja, "ne güzel yazmışlar, insanın içini açıyor, çiçekler böcekler ne güzel", deyip başkalarına gönderiyor, heyecanlı yani. Bayram mesajları da onun için çok değerli, hepsini tek tek ilgiyle okuyor, bir zamanlar bizim de yaptığımız gibi. Şimdi meeeh, deyip, aynı sözlerin tekrarlandığı mesajları iyice okumadan, yollanması gerekenler listesine yolluyoruz. Ya da bu ikiyüzlülüğü protesto etmek için kimseciklere yollamamayı tercih ediyoruz. Ama annem her şeyi yeni yaşıyor, o yüzden onun en doğal hakkı bu mesajları yollamak. (Heyecanını kıskanıyorum aslında.)

Bugün de kadınlar günü münasebetiyle iki görsel yollamış. Buraya kopyalıyorum.


(Bunu damadına da yollamış)

Arakadaşımın yolladığı mesajla bunları ardarda okuyunca bi tuhaf oldum, gülesim geldi. Annemin yanaklarını mıncıklayasım geldi. Çiçek alınca mutlu olunmayacağını, senede bir günü kutlayınca her insanın hakkının ödenmeyeceğini bilecek olgunlukta bir kadın, çocuk değil. Ama hala geleneksel laflar hoşuna gidiyor. Kadının sadece kız çocuğu, anne veya eş olarak yüceltilmemesi gerektiğini, onun da bir birey olarak kabul edilmesi gerektiğini biliyor. Kadın deyince mutfak önlüğünün akla gelmemesi gerektiğini biliyor. Birebir konuşmalarımızdan, babamla tartışmalarından biliyorum bunu. Toplumsal konularda erkeklerin yanında fikirlerini dile getirmek isteyip edemeyişinde duyduğu çaresizlikten biliyorum. Daha özgüvenli olmak isteyip de beceremeyişinden, benim isyanlarımı hep gözleriyle onaylamasından, desteklemesinden, gözlerinde okuduğum gururdan biliyorum. 

Fakat uygulamaya geçemiyor. Herkes gibi, inandığı değerlerle yaşam biçimi arasında çelişki var onun da. 

Misal ben, kadınlar gününün aslında Dünya Emekçi Kadınlar günü olduğunu ordan burdan duymuştum. Fakat tarihini bilmiyordum. Evrensel'in yazı dizisinden öğrendim. 1917'de Petrograd'lı kadın tekstil işçilerinin grevine atfen 8 Mart'ın Dünya Emekçi Kadınlar günü ilan edildiğini, 56 yıl sonra, 1977'de Birleşmiş Milletler'in "emekçi" sıfatını çaktırmadan kaldırıp 8 Mart'ı Dünya Kadınlar Günü kabul ediverdiğini daha bugün öğrendim. (Yazıyı hemen anneme yolladım, halkımızı eğiteceğim ya..)

Sonra neler oldu? Günümüze geldik. Güçlü/özgür kadın olmanın şartları reklamlarda pompalanır oldu: En pahalı parfümü kullanmak, kirpikleri en çok uzatan rimeli kullanmak, en sızdırmayan pedi kullanıp oradan oraya hoplayıp zıplamak, hem çocuk hem kariyer yapıp ikisinde de mükemmel olmak...

Annem okumak istediği halde okutulmamış, doğru bilgiye nasıl ulaşacağını bilmeyen bir kadın. Akrabaların gerzekçe baskılarına rağmen kız çocuklarını okutması onun en büyük başarılarından biri. Daha fazlası elinden gelmezdi. Türkiye'de küçümsediğimiz pek çok kadın böyle.

Peki biz okumuşların durumu ne? Bu gerzek reklamların oyununa gelmiyor muyuz her dakika? İnternet elimizin altında olmasına rağmen, her an her türlü bilgiye ulaşma şansımız olmasına rağmen? En basitinden, benim kadınlar gününün tarihini (özet de olsa) öğrenmem neden 28 yılımı aldı? Ve neden hala onlarca çelişki var savunduğum değerlerle yaşam biçimim arasında?

Üstelik bu mesajı aldığımda neden ilk tepkim annemi ve onun gibileri küçümsemek oluyor? Ne olacak bu cahil, Batı standartlarına yükselemeyen milletimizin hali, diye düşüncelere gark olmamı, bu kibri nerelere gizleyeceğim? Batı standartlarında çok mu farklı durum?

Kadına şiddet veya çalışan kadın istatistiklerden haberim yok, düşük olduğu söyleniyor ama kadın vücudunun çatır çatır metalaştırıldığı topraklar bunlar. Hollanda'dayım ve en turistik bölgesi Red Light District. Uğramadan giderseniz dalga konusu oluyorsunuz memleketinizde. TVlerde ideal kadın profilini pekiştiren "tarzsın" programları, evlendirme programları, kadın programları, ben bilmem eşim bilir gibi gerzek yarışma programları, pembe diziler, bizim muhteşem yaratıcılığımızla ortaya çıkmadı. Batı'dan kopyaladık hepsini. Hele ki şimdi Youtube'da moda olan makyaj kanallarını da hep Batılı Youtuberlardan kopyalıyoruz. Birisi "Bugün makyaj çantamda ne var?" videosu çekiyor, bizimkiler de hoop yeni bi şeymiş gibi hemen kendisininkini dünya aleme gösteriyor. Hollywood romantik komedilerinde öyle bir özgür kadın profili çiziliyor ki, en büyük özgürlüğü istediğini satın alabilmesi. Kendi adına kredi kartı çıkartması, ha tabi bi de istediğiyle yatması...

Makyajın, ideal vücut ölçülerinin, kadın-güzellik dergilerinin, modanın, alışverişin zincirlerinden ne zaman kurtulacağız? Ne kadar harcarsan o kadar özgürsün mantığından ne zaman kurtulacağız? Zekamızı ne zaman özgürleştireceğiz? Bize pompalananların doğruluğunu sorgulamaya ne zaman başlayacağız? Kadınlar gününü ilk ilan edenlerin tek düşmanının erkekler olmadığını, sisteme isyan ettiklerini ne zaman gerçekten anlayıp, yaşam biçimimizi buna uyduracağız? Ne zaman sistemin ideolojik aygıtlarının önerdiği kitapları değil de, kendi seçtiğimiz, zihnimizi açacak kitapları okumaya başlayacağız? Ne zaman okuduklarımızdan bir fikir edinmeyi becereceğiz? Ne zaman bu fikirler yaşam biçimimize yol gösterecek?

Kadınlar zamanın birinde emek mücadelesi başlatmış, hala izleri devam ediyor, eyvallah. Çok teşekkürler başlatanlara da, hala devam ettirenlere de. Fakat  şimdi beynimizi uyuşturan başka şeyler var. Trump'ın cinsiyetçi laflarına karşı yürüyüş yapanların Oscar kırmızı halılarında kıyafetleriyle öne çıkmaya çalışması, elbiselerinin markasını bilmemiz... Bunlar beni tiksindiriyor. Kadını kalıplara sokan zihniyete en ön saflarda hizmet edip bi de kadın haklarını savunuyormuş gibi yapılmasını tuhaf karşılamayışımız tuhaf değil mi? Kadın mücadelesinin bu kadar popüler bi konu olması neden rahatsız etmiyor bizi? 

En az halkımızın %50si kadar koyun olduğumuzdan olmasın? Halkımızı eğitirken kendimizi de eğitmemiz gerekiyor olmasın? Tüm o üniversitelere, masterlara, doktoralara, "Amsterdam'da kanal turu keyfiiii kalp kalp kalp"lere rağmen, bizde de bi cahillik olmasın?

01 Mart 2017

Film Raporları - 6 (Jim Jarmusch Filmleri ve Paterson üzerine)



Sinemada izledim. İlk kez bi Jim Jarmusch filmi izlediğimi sanıyordum, değilmiş. Daha doğrusu olaylar şöyle gelişti: Fragmanı enteresandı. Jim Jarmusch'un yönettiğini duyunca, "ya galiba ben bu adamın filmlerini izledim, galiba sevmiştim de, ama hiç hatırlamıyorum... yoksa hiç izlemedim mi? amaan neyse ne, adını duyduğuma göre adam büyük yönetmen sayılıyor işte, izleyeyim n'olcak ki," diye konuşup ikna ettim kendimi. Eve gelince diğer filmlerinin isimlerine baktım, hiçbiri tanıdık gelmedi. "Demek ki izlememişim", derkeeen, şimdi yazmaya oturunca tekrar ayrıntılı bakayım dedim, 4 filmini izlemişim. (Sürprizlerle dolu hafızamı seviyorum).

Dead Man'i, Down By Law'ı, Only Lovers Left Alive'ı ve Night on Earth'ü izlemişim. Yönetmen neden aklımda kalmamış? Bilmiyorum. Film ayrıntılarından da aklımda çok bi şey kalmadı, aynı sebepten olabilir. Fakat filmleri sevmediğim için değil, tuhaf bi etkileri olduğu için. Konuları neydi mesela? 


Dead Man'i hiç hatırlamıyorum. Sırf Johnny Depp aşkımdan izlemiştim, lisans veya lise öğrencisiyken, yani yıllar önce. Kendimi zorlamıştım ama pek bi şey anlamamıştım. İzlediğim en iyi Johnny Depp filmi değildi ama ne fark ederdi ki? Maksat gözler bayram etsindi. Gençlik işte.

Down By Law'ı bikaç sene önce izledim sanırım. Çok sevmiştim. Yanlış hatırlamıyorsam "Una bella finestre!" sahnesi bu filmdeydi. (Youtube'da kurcaladım) Evet öyleymiş. Hapishane duvarına pencere resmi çizip "ne güzel pencere" diye tekrarlayan Roberto Benigni abimiz... Her filminde hafif sıyırmış, olmadık zamanlarda neşeli olabilen yüzüyle, vücuduyla, mimikleriyle... O zamandan beri dilimdedir bu laf. Nerde güzel bi pencere görsem Uuuna beella fineeestre diyesim gelir uzata uzata. Fakat o hapishane sahneleri dışında konusu neydi? Hatırlayamadım. Fragmanını izledim şimdi, sahneleri gördükçe bi şeyler canlandı kafamda ama ayrıntılar veya filmin sonu hala kayıp. Durağan ama aynı zamanda uyutmayan, heyecanlı bi filmdi, tek hatırladığım bu. 


Only Lovers Left Alive'ı da yakın zamanda izledim sanırım. Yani son 4-5 yıl içinde. Birbirinden uzak yaşayan, birbirine aşık iki vampir var. İnsanları öldürmemeye özen gösteriyorlar, kanı bi şekilde buluyorlar. Kadın doğuda bi yerlerde, hatta ortadoğuda sanki. Kadını düşündükçe mistik motiflerle dolu, tütsülü mütsülü bi ortam canlanıyor gözümde. Adamsa çok farklı, içe kapanık, rock müzikle bi bağlantısı var, depresif. Adam ABD'de sanırım. Fragmanı izledikçe daha iyi hatırladım. Konusunu çok anlatmayayım, zaten izleme keyfini kaçıracak kadar bilgi verdim galiba. (Şu spoiler ayarını bi türlü tutturamıyorum). Gerçi sonunu hatırlamıyorum zaten yine. Lakin ki bu filmin de konusu değildi keyif veren, işleniş şekliydi. 


Night on Earth'ü ya bu sene içinde, ya geçen sene izledim. Winona Ryder var diye izledim ne yalan söyleyeyim. Üstelik genç, serseri ve taksi şoförü. Tadından yenmez. Filmin açılışı da O'nunla oldu. Meğer kısa filmlerden oluşuyormuş film. Dünyanın 5-6 şehrinde gece vakti taksiye binen yolcular ve şoförlermiş kahramanları... Yol boyunca onlara eşlik edip şehrin gece versiyonunu görüyoruz. Winona Ryder'ın tüm filmde oynamadığını fark etmek üzse de, yine tuhaf bi tat bıraktı film ağzımda. Yine sevdim, neyini sevdiğimi şimdi tam çözemesem de.

Bu adam nası böyle izini kaybettirmeyi başarmış bende?

Bir; araştırmadan, aceleye getirip izlemişim. Canım film izlemek istemiş, unutulmazfilmler'de dikkatimi çekeni izleyivermişim. İki, adamın filmlerinde bi şey var. Çok büyük olaylar olmuyor, bu yüzden sıkılıyor insan. Sıkılmıyor aslında, sadece bekliyor, hadi diyor, bi şeyler olsun. Ama hiç büyük bir olay olmuyor. Bu yüzden, olaylar akılda kalıcı olmadığı için, filmler güzeldi diye hatırlanıyor ama konular puf.. yok olup gidiyor zihinlerden.

Aslında bu sonuçlara Paterson'la bağlantı kurunca vardım. O zaman, artık Paterson'a gelelim  (bol spoiler geliyor)


Başrolümüz (Paterson) bir otobüs şoförü, aynı zamanda tuhaf şiirler yazıyor. Kibritler hakkındaki ilk şiiri, yani bizim duyduğumuz ilk şiiri, insana tuhaf gelse de, ta baştan sevdim adamın tarzını. Şiirden hiç anlamadığımı yine (önceki yazılarda da illa belirtmişimdir diye, "yine") belirteyim. 

Ayrıca adam tutuk. Hislerini tam olarak çözmek zor. Çok az gülüyor. Çok nadiren herhangi bi mimik oluşuyor yüzünde. Bazen yolcuların anlattıklarına gülümsüyor, bazen onlarla birlikte geriliyor, bazen "ya bi git allasen" bakışı atıyor (tabi yolcuya çaktırmadan). Evde ya da her akşam gittiği barda da arada bir mimik görünse de yüzünde, sanki hepsini o an gerektiği için takıyor, sanki kendiyle başbaşa olmadığı her anda rol yapıyor. Sadece şiirle ilgilenen insanlarla konuşurken samimiyet okudum yüzünden. Birincisi, şiir yazan küçük kızdı. Paterson'ın şiirlerinin kızınkinden daha çocuksu olması hakkında Paterson ne düşünüyor? Tam bilemiyorum yine ama etkileniyor, orası kesin. Diğer şair ise filmin sonunda, Paterson tüm şiirlerini yazdığı defteri sevmediği bi köpek yüzünden kaybettikten sonra, en sevdiği manzaraya karşı oturup dertlenirken karşımıza çıkıyor. Bir Japon. Şiirlerin başka bir dile çevrildiğinde anlamlarını kaybettiğini düşünen bir şair. Paterson ısrarla otobüs şoförü olduğunu, şiirle alakası olmadığını söylüyor. Adam anlıyor yalan söylediğini. Boş bir defter hediye ediyor O'na. İki dakika önce tanıdığım Japon karakterin içinden geçenleri, Paterson'ın içinden geçenlerden daha iyi anlıyorum. Öyle bi kapalı kutu Paterson. Sanki seyirciden gizlenmek için, seyirci çözmeye uğraşsın diye yazılmış.

Paterson'ın bir de sevgilisi var, birlikte yaşıyorlar. Sanki kadın O'nun evine taşınmış da evi işgal etmiş gibi. Tüm gün evde, düzenli bir işi yok. Tam anlamıyla tüm gün evde. Dolayısıyla kendine, hobilerine, üretmek istediği her şeye ayırabileceği epey vakti var. Ve bu vakti değerlendiriyor. Misal siyah-beyaz takıntısı var. Perdeleri, her türlü örtüyü, kıyafetlerini siyah-beyaza boyuyor, çeşitli desenlerle. Satmak için yaptığı muffinlerin hepsi siyah beyaz desenli. Bir gitar alıyor, siyah beyaz. Aslında sırf siyah beyaz olduğu için onu alması gerektiğini "hissediyor". Evde renkli iki şey dikkat çekiyor, (Paterson'ın aslında pek hoşlanmadığı) köpeklerinin tabloları. Tahmin ediyoruz ki bunları da siyah-beyaz takıntılı kadın çizmiş. Köpekle "hanimiş benim oğlum" tarzı mıymıy bi ilişkisi var. Yani Paterson'la köpek arasındaki ilişki ne kadar gerçek negatif elektrikle yüklüyse, bu kadın ile köpek arasındaki ilişki de o kadar sahte görünen pozitif elektrikle yüklü. Aslında kadının her hareketinden sahtelik akıyor. Sanki sanal bi dünyada yaşıyor. İnsan bazen kadının artırılmış gerçeklik ürünü bi şey olduğunu filan düşünüyor. Ekşi'de biri yazmış, kadının Paterson'dan başka kimseyle iletişim kurduğunu görmedik, belki de Paterson'ın hayal ürünü, diye. Olabilir, fakat emin olamayız gibi, çünkü yönetmen bu konuda başka ipucu vermemiş. Sadece bizimle oynamak istemiş gibi duruyor. 

Paterson'ın kadına karşı tavrı da çok enteresan, hatta bazen iğrenç. Çünkü yine rol yapıyor. Sabah uyandığında kadını öpmesi gerçek gibi, tamam. Ama sonrası, akşam eve geldiğinde kadının enerjik bi şekilde bugün bunu yaptım, bugün şunu yaptım diye anlatırken, Paterson "aa öyle mi, ne kadar güzel yapmışsın hayatım," gibi söylemesi gereken şeyleri söylüyor. Bir noktadan sonra sevgilisinden ayrılacağını veya O'nu aldatacağını veya iyice bunalıp intihar edeceğini düşünüyor insan. Hatta barda başka bir kızla tanışıyor. Bu sırada Paterson'ın gözlerinde başka hayatların hayalini görmeyi bekliyor seyirci, ama hayır, göremiyor. Kendi hayatına batıp kalmış, çıkmayı hayal edemeyecek kadar depresif biri mi peki Paterson? Hayır, o da değil, bu kalıba da uymuyor. Depresyonda değil. Heyecan da aramıyor sanki. Aşırı duygularının olmaması çok gerçekçi görünse de, bu denli duygusuzluk gerçek hayatta olmayacak bi karakter olduğu izlenimini uyandırıyor. Biraz daha karamsar bir film olsa, Gişe Memuru'ndaki Kenan gibi gitgide kafayı yiyebilirdi lakin ki hayır, karamsar bi modda değil bu film. Zaten Kenan'ın duygusuzluğunun geçmişten, aslında öfkesinden kaynaklandığını anlıyorduk zamanla. Paterson'ın geçmişi hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. (En azından ben bilmiyorum, altyazısız izlediğim için kaçırmış olabilirim.) 

Sonuç ne peki? Yok. Neyin gerçek, neyin sahte olduğunu, filmin var gibi görünen mesajının ne olduğunu anlayamadan geçiyor iki saat. Sonunda Paterson şiir defterinin ardından gerçekten acı çekiyor, şoka giriyor. Sanki mimik yerine hep o defteri kullanmış, duygularını sadece o şiirlerle dışa vurmuş. Seviniyor seyirci, başrolümüzün başına trajik bi olay gelmesine. Belki böylece gerçek tepkiler verebilir, diye. Ama hala sakin. Sakince yaşıyor hüznünü. Derken Japon şair gelip defteri veriyor ve tekrar yazmaya meylediyor Paterson. Hayatı kaldığı yerden devam edecekmiş gibi duruyor.

Ve film bitince, yönetmene sinirleniyorum. Sanki bi şeyleri gizlemiş bizden, sanki gerçek hikayeyi o biliyormuş da, bize söylememiş gibi geliyor. Kıskanıyorum. 

Ama artık seni tanıdım oğlum Jim, artık gizlenemezsin benden. Nerde bi filmini görsem, ahanda bu Jarmush olsa gerek, derim. Derdini çözücem senin. (Büyük konuştum evet.)

Gözüm üzerinde Jim Jarmusch