01 Mart 2017

Film Raporları - 6 (Jim Jarmusch Filmleri ve Paterson üzerine)



Sinemada izledim. İlk kez bi Jim Jarmusch filmi izlediğimi sanıyordum, değilmiş. Daha doğrusu olaylar şöyle gelişti: Fragmanı enteresandı. Jim Jarmusch'un yönettiğini duyunca, "ya galiba ben bu adamın filmlerini izledim, galiba sevmiştim de, ama hiç hatırlamıyorum... yoksa hiç izlemedim mi? amaan neyse ne, adını duyduğuma göre adam büyük yönetmen sayılıyor işte, izleyeyim n'olcak ki," diye konuşup ikna ettim kendimi. Eve gelince diğer filmlerinin isimlerine baktım, hiçbiri tanıdık gelmedi. "Demek ki izlememişim", derkeeen, şimdi yazmaya oturunca tekrar ayrıntılı bakayım dedim, 4 filmini izlemişim. (Sürprizlerle dolu hafızamı seviyorum).

Dead Man'i, Down By Law'ı, Only Lovers Left Alive'ı ve Night on Earth'ü izlemişim. Yönetmen neden aklımda kalmamış? Bilmiyorum. Film ayrıntılarından da aklımda çok bi şey kalmadı, aynı sebepten olabilir. Fakat filmleri sevmediğim için değil, tuhaf bi etkileri olduğu için. Konuları neydi mesela? 


Dead Man'i hiç hatırlamıyorum. Sırf Johnny Depp aşkımdan izlemiştim, lisans veya lise öğrencisiyken, yani yıllar önce. Kendimi zorlamıştım ama pek bi şey anlamamıştım. İzlediğim en iyi Johnny Depp filmi değildi ama ne fark ederdi ki? Maksat gözler bayram etsindi. Gençlik işte.

Down By Law'ı bikaç sene önce izledim sanırım. Çok sevmiştim. Yanlış hatırlamıyorsam "Una bella finestre!" sahnesi bu filmdeydi. (Youtube'da kurcaladım) Evet öyleymiş. Hapishane duvarına pencere resmi çizip "ne güzel pencere" diye tekrarlayan Roberto Benigni abimiz... Her filminde hafif sıyırmış, olmadık zamanlarda neşeli olabilen yüzüyle, vücuduyla, mimikleriyle... O zamandan beri dilimdedir bu laf. Nerde güzel bi pencere görsem Uuuna beella fineeestre diyesim gelir uzata uzata. Fakat o hapishane sahneleri dışında konusu neydi? Hatırlayamadım. Fragmanını izledim şimdi, sahneleri gördükçe bi şeyler canlandı kafamda ama ayrıntılar veya filmin sonu hala kayıp. Durağan ama aynı zamanda uyutmayan, heyecanlı bi filmdi, tek hatırladığım bu. 


Only Lovers Left Alive'ı da yakın zamanda izledim sanırım. Yani son 4-5 yıl içinde. Birbirinden uzak yaşayan, birbirine aşık iki vampir var. İnsanları öldürmemeye özen gösteriyorlar, kanı bi şekilde buluyorlar. Kadın doğuda bi yerlerde, hatta ortadoğuda sanki. Kadını düşündükçe mistik motiflerle dolu, tütsülü mütsülü bi ortam canlanıyor gözümde. Adamsa çok farklı, içe kapanık, rock müzikle bi bağlantısı var, depresif. Adam ABD'de sanırım. Fragmanı izledikçe daha iyi hatırladım. Konusunu çok anlatmayayım, zaten izleme keyfini kaçıracak kadar bilgi verdim galiba. (Şu spoiler ayarını bi türlü tutturamıyorum). Gerçi sonunu hatırlamıyorum zaten yine. Lakin ki bu filmin de konusu değildi keyif veren, işleniş şekliydi. 


Night on Earth'ü ya bu sene içinde, ya geçen sene izledim. Winona Ryder var diye izledim ne yalan söyleyeyim. Üstelik genç, serseri ve taksi şoförü. Tadından yenmez. Filmin açılışı da O'nunla oldu. Meğer kısa filmlerden oluşuyormuş film. Dünyanın 5-6 şehrinde gece vakti taksiye binen yolcular ve şoförlermiş kahramanları... Yol boyunca onlara eşlik edip şehrin gece versiyonunu görüyoruz. Winona Ryder'ın tüm filmde oynamadığını fark etmek üzse de, yine tuhaf bi tat bıraktı film ağzımda. Yine sevdim, neyini sevdiğimi şimdi tam çözemesem de.

Bu adam nası böyle izini kaybettirmeyi başarmış bende?

Bir; araştırmadan, aceleye getirip izlemişim. Canım film izlemek istemiş, unutulmazfilmler'de dikkatimi çekeni izleyivermişim. İki, adamın filmlerinde bi şey var. Çok büyük olaylar olmuyor, bu yüzden sıkılıyor insan. Sıkılmıyor aslında, sadece bekliyor, hadi diyor, bi şeyler olsun. Ama hiç büyük bir olay olmuyor. Bu yüzden, olaylar akılda kalıcı olmadığı için, filmler güzeldi diye hatırlanıyor ama konular puf.. yok olup gidiyor zihinlerden.

Aslında bu sonuçlara Paterson'la bağlantı kurunca vardım. O zaman, artık Paterson'a gelelim  (bol spoiler geliyor)


Başrolümüz (Paterson) bir otobüs şoförü, aynı zamanda tuhaf şiirler yazıyor. Kibritler hakkındaki ilk şiiri, yani bizim duyduğumuz ilk şiiri, insana tuhaf gelse de, ta baştan sevdim adamın tarzını. Şiirden hiç anlamadığımı yine (önceki yazılarda da illa belirtmişimdir diye, "yine") belirteyim. 

Ayrıca adam tutuk. Hislerini tam olarak çözmek zor. Çok az gülüyor. Çok nadiren herhangi bi mimik oluşuyor yüzünde. Bazen yolcuların anlattıklarına gülümsüyor, bazen onlarla birlikte geriliyor, bazen "ya bi git allasen" bakışı atıyor (tabi yolcuya çaktırmadan). Evde ya da her akşam gittiği barda da arada bir mimik görünse de yüzünde, sanki hepsini o an gerektiği için takıyor, sanki kendiyle başbaşa olmadığı her anda rol yapıyor. Sadece şiirle ilgilenen insanlarla konuşurken samimiyet okudum yüzünden. Birincisi, şiir yazan küçük kızdı. Paterson'ın şiirlerinin kızınkinden daha çocuksu olması hakkında Paterson ne düşünüyor? Tam bilemiyorum yine ama etkileniyor, orası kesin. Diğer şair ise filmin sonunda, Paterson tüm şiirlerini yazdığı defteri sevmediği bi köpek yüzünden kaybettikten sonra, en sevdiği manzaraya karşı oturup dertlenirken karşımıza çıkıyor. Bir Japon. Şiirlerin başka bir dile çevrildiğinde anlamlarını kaybettiğini düşünen bir şair. Paterson ısrarla otobüs şoförü olduğunu, şiirle alakası olmadığını söylüyor. Adam anlıyor yalan söylediğini. Boş bir defter hediye ediyor O'na. İki dakika önce tanıdığım Japon karakterin içinden geçenleri, Paterson'ın içinden geçenlerden daha iyi anlıyorum. Öyle bi kapalı kutu Paterson. Sanki seyirciden gizlenmek için, seyirci çözmeye uğraşsın diye yazılmış.

Paterson'ın bir de sevgilisi var, birlikte yaşıyorlar. Sanki kadın O'nun evine taşınmış da evi işgal etmiş gibi. Tüm gün evde, düzenli bir işi yok. Tam anlamıyla tüm gün evde. Dolayısıyla kendine, hobilerine, üretmek istediği her şeye ayırabileceği epey vakti var. Ve bu vakti değerlendiriyor. Misal siyah-beyaz takıntısı var. Perdeleri, her türlü örtüyü, kıyafetlerini siyah-beyaza boyuyor, çeşitli desenlerle. Satmak için yaptığı muffinlerin hepsi siyah beyaz desenli. Bir gitar alıyor, siyah beyaz. Aslında sırf siyah beyaz olduğu için onu alması gerektiğini "hissediyor". Evde renkli iki şey dikkat çekiyor, (Paterson'ın aslında pek hoşlanmadığı) köpeklerinin tabloları. Tahmin ediyoruz ki bunları da siyah-beyaz takıntılı kadın çizmiş. Köpekle "hanimiş benim oğlum" tarzı mıymıy bi ilişkisi var. Yani Paterson'la köpek arasındaki ilişki ne kadar gerçek negatif elektrikle yüklüyse, bu kadın ile köpek arasındaki ilişki de o kadar sahte görünen pozitif elektrikle yüklü. Aslında kadının her hareketinden sahtelik akıyor. Sanki sanal bi dünyada yaşıyor. İnsan bazen kadının artırılmış gerçeklik ürünü bi şey olduğunu filan düşünüyor. Ekşi'de biri yazmış, kadının Paterson'dan başka kimseyle iletişim kurduğunu görmedik, belki de Paterson'ın hayal ürünü, diye. Olabilir, fakat emin olamayız gibi, çünkü yönetmen bu konuda başka ipucu vermemiş. Sadece bizimle oynamak istemiş gibi duruyor. 

Paterson'ın kadına karşı tavrı da çok enteresan, hatta bazen iğrenç. Çünkü yine rol yapıyor. Sabah uyandığında kadını öpmesi gerçek gibi, tamam. Ama sonrası, akşam eve geldiğinde kadının enerjik bi şekilde bugün bunu yaptım, bugün şunu yaptım diye anlatırken, Paterson "aa öyle mi, ne kadar güzel yapmışsın hayatım," gibi söylemesi gereken şeyleri söylüyor. Bir noktadan sonra sevgilisinden ayrılacağını veya O'nu aldatacağını veya iyice bunalıp intihar edeceğini düşünüyor insan. Hatta barda başka bir kızla tanışıyor. Bu sırada Paterson'ın gözlerinde başka hayatların hayalini görmeyi bekliyor seyirci, ama hayır, göremiyor. Kendi hayatına batıp kalmış, çıkmayı hayal edemeyecek kadar depresif biri mi peki Paterson? Hayır, o da değil, bu kalıba da uymuyor. Depresyonda değil. Heyecan da aramıyor sanki. Aşırı duygularının olmaması çok gerçekçi görünse de, bu denli duygusuzluk gerçek hayatta olmayacak bi karakter olduğu izlenimini uyandırıyor. Biraz daha karamsar bir film olsa, Gişe Memuru'ndaki Kenan gibi gitgide kafayı yiyebilirdi lakin ki hayır, karamsar bi modda değil bu film. Zaten Kenan'ın duygusuzluğunun geçmişten, aslında öfkesinden kaynaklandığını anlıyorduk zamanla. Paterson'ın geçmişi hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. (En azından ben bilmiyorum, altyazısız izlediğim için kaçırmış olabilirim.) 

Sonuç ne peki? Yok. Neyin gerçek, neyin sahte olduğunu, filmin var gibi görünen mesajının ne olduğunu anlayamadan geçiyor iki saat. Sonunda Paterson şiir defterinin ardından gerçekten acı çekiyor, şoka giriyor. Sanki mimik yerine hep o defteri kullanmış, duygularını sadece o şiirlerle dışa vurmuş. Seviniyor seyirci, başrolümüzün başına trajik bi olay gelmesine. Belki böylece gerçek tepkiler verebilir, diye. Ama hala sakin. Sakince yaşıyor hüznünü. Derken Japon şair gelip defteri veriyor ve tekrar yazmaya meylediyor Paterson. Hayatı kaldığı yerden devam edecekmiş gibi duruyor.

Ve film bitince, yönetmene sinirleniyorum. Sanki bi şeyleri gizlemiş bizden, sanki gerçek hikayeyi o biliyormuş da, bize söylememiş gibi geliyor. Kıskanıyorum. 

Ama artık seni tanıdım oğlum Jim, artık gizlenemezsin benden. Nerde bi filmini görsem, ahanda bu Jarmush olsa gerek, derim. Derdini çözücem senin. (Büyük konuştum evet.)

Gözüm üzerinde Jim Jarmusch