25 Nisan 2018

17. Hafta

Kısa kısa keserek uzun uzun uzun yazdım...

-----

Hollandaca'da son durum

Bu dille başım dertte. Şimdiye kadar gittiğim, arkasından atlı koşturan kursların hiçbirinde dilin temellerini, yani okumaya yeni başlayan çocuğa öğretilen şeyleri öğrenmemişim. Misal, harfler nasıl okunur? Kelimeler hecelerine nasıl ayrılır? İki harften oluşan uzun seslerin birbirinden farkı nedir? Ya bunlar çocuk oyuncağı diye hızlı geçmişler, ya ben umursamamışım, bi şekilde arada kaynamış. Hollandaca öğretmenliğinden emekli olan dil koçum sayesinde her pazartesi bebek işi gibi görünen şeyleri bilmediğimi fark edip panikliyorum. Aslinda nasıl çalışacağımı bilemiyorum, paniğin asıl kaynağı bu.

İlk defa duyduğum Hollandaca bir kelimeyi, tane tane okunmuş olsa bile, yazarken zorlanıyorum. Çünkü benim "i" deyip geçtiğim harf meğersem uzun i'ymiş (yani "ie"ymiş). Yav n'olcak bi harften, demeyin, çünkü kelimeler hep birbirine benziyor, kelimeyi yanlış anlayınca cümleyi, her şeyi yanlış anlamış oluyorum.

Kısacası Hollandaca'da neyin nasıl okunduğu çok önemliymiş. Listening deyince sadece verilmek istenen mesajı anlamak yetmezmiş, doğru yazabilmek de gerekliymiş. İşte son zamanlarda bunu keşfettim bu dille ilgili. Hemen gelip buraya yumurtlayayım dedim.

----

Vay başıma gelen:

Geçenlerde yaşlı, takım elbiseli, kırmızı fularlı bi amcadan laf yedim. Önce Hollandaca bi şeyler söyledi, sonra anlamadığımı görünce İngilizce'ye çevirdi sağolsun. Okumuş etmiş bi sapık olsa gerek ki, daha önce hiç duymadığım bi kalıp kullandı, az önce gogıllayınca anlayabildim ne demek istediğini. (Şimdi buraya yazmayayım, hiç istemediğim anahtar kelimelerle aranıyor sonra blog). Adam deli gibi bi şeydi, ciddiye almamak lazım muhtemelen, kendi kendine konuşurken arada ben de kaynadım. Ama insan bi tuhaf oluyor. Laf mı attı, kendi kendine mi konuştu, iyi bi şey mi dedi, arkamı dönüp gitmekle ayıp mı ettim... diye düşünüp duruyorsun. Dil bilmemek bi taraftan komik, bi taraftan mide bulandırıcı.

------

Film: Claire Obscure (Tereddüt):

Filmi izleyince "Hiçbirimizin psikolojisi sağlam değil." diyesi geliyor insanın. Yeşim Ustaoğlu yönetmiş. Ağlama krizlerine girmeden, psikolojimin içine etmeden izlemeyi başardım. Nasıl oldu bilmiyorum. Belki kendimi hazırladığım için, belki de film sakin kalmamı sağladığı için. Aslında senaryo ve sahneler gayet zorlayıcıydı. Ay acaba ben de soğukkanlı bi insan mı oluyorum artık kız? Ay hadi inşallah...

Jet Sosyete'nin Alarası olan Ecem Uzun başrollerden birinde bu arada. Birbirinden bu kadar farklı iki rolü kotardığı için saygı duydum kendisine...

Son not: Film Netflix'te var ama Claire Obscure adıyla. Türk filmleri vs diye aratınca da çıkmıyor sanırım, şans eseri denk geldi bana.

----

Hollanda'dan haberler:

Hollanda'da expatlara  sağlanan %30 vergi indiriminin süresi 8 yıldan 5 yıla düşürülecek. Hollanda'ya özellikle Avrupa'dan, ABD'den gelen expat sayısını etkileyecek büyük ihtimalle bu. Anca ikinci, üçüncü, beşinci dünya ülkelerinden insanlar gelmeye ya da burda kalmaya devam edecektir, diye düşünüyorum şimdilik. Tabi bi de bizim gibi zaten burda olanlar, 8 yıla güvenip yatırım yapmış olanlar var. Kazanılmış haklar için dava açan birileri çıkar gibime geliyor ama göreceğiz bakalım. Çok önemli değil fakat Hollanda yüksek eğitimli yabancılara doymuş gibi davranıyor. Şirketler buna itiraz eder mi? Kişisel olarak dava açan çıkar mı? Bu durum sokakları nasıl etkiler? Merak ediyorum. Amstelveen'deki okulların expatlarla dolup taşması, Hollandalı öğrencilerin azınlık haline gelmesiyle ilgili haberler de çıkmıştı son zamanlarda. Sanki expatlara tepki artmaya başladı gibime geliyor. Belki de benim yeni yeni dikkatimi çekmeye başlamıştır. Göriciiz.

----

17. haftanın sorusu: Kendinle ilgili neyi seviyorsun?

Çakırkeyifken datlış, eğlenceli bi insan oluyorum bence, bi de yorulana kadar gerzekçe dans etmekten çok zevk alıyorum. Böyle topluma kendimi beğendirmeye çalışmadığım hallerimi seviyorum.





16 Nisan 2018

16. Hafta, Filmler ve Bir Kitap

Daha seyrek yapmak istediğim 5 şeyi soruyor bu haftanın sorusu. Çok düşünmeden yazacağım. Çok sıradışı cevaplar vereceğimi sanmıyorum.

1) Daha az pineklemek, daha az üşenmek isterdim.
2) İnternette vakit öldürmeyi bırakmak isterdim.
3) Başkalarının hakkımdaki düşüncelerini daha az umursamak isterdim.
4) Daha az sinirlenmek isterdim.
5) Daha az kontrolcü olmak isterdim. Çevremdekilerin neyi nasıl ve neden yaptıklarına daha az kafyı takmak isterdim.


Kitap: Acılar 

Agah Sırrı Levend'in Acılar'ını okudum bu hafta. 1928'de basılmış ilk olarak. Resim eğitimi almış olan Fikret hemen savaşa gidiyor. 1917'de İstanbul'a dönüyor fakat hiçbir şeyin bıraktığı gibi kalmadığını anlıyor. İşgal altındaki şehirde insanların huyları da değişmiş. Fikret bi türlü uyum sağlayamıyor, oradan oraya sürükleniyor. Biz de olayları O'nun yazdığı günlükten takip ediyoruz.

Kitap, o yıllardaki İstanbul'u anlamak için yardımcı olabilir. Tarihi bir belge sayılabileceği için de çok kıymetli. Fakat aşk hikayeleri etrafında çok fazla döndüğü için biraz sıktı beni. Kadının yerleştirildiği karakter içime afakanlar bastırdı. Özgür olmak istiyor ama olamıyor, ne istediğini bilmiyor, batı ile doğu arasında çırpınıyor, ne yapsa vicdan azabı duyuyor... Toplum tarafından da, baş kahramanımız okumuş etmiş Fikret tarafından da sürekli eleştiriliyor... Gerçi ben bu kez en çok kadın karakterlerin mızmızlığından rahatsız oldum. Hatta sadece kadınlar değil, erkekler de dönemin alışkanlıklarından mustaripti. Bi türlü içinden geleni söyleyemiyordu iki taraf da. Yersiz uzun yerli dizi izler gibi aaaaayh dedim durdum kendi kendime, "düzgün konuşsana ya çocukla!" Tabi romanın 20lerde yazıldığını hatırlayıp, haksızlık yapmamakta fayda var.

Kültürel bi hastalığı anlatıyor bu tür romanlar sanki. "Bu tür"den sanırım o dönemlerde veya biraz sonra yazılan romanları kast ediyorum, emin değilim. Fakat Peyami Safa'nın Fatih-Harbiye'si ile Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'u var aklımda. Muhtemelen çok münasebetsiz bir karşılaştırma yapıyorum çünkü Tanpınar'da karakterlerin iç dünyaları konusunda daha çok tatmin olduğumu hatırlıyorum. Karakterler sanki toplumun fikirlerini temsil etmek için yaratılmamıştı, kendi iç dünyaları, toplumla çelişebilen yönleri vardı. Yine de dönemin şartları gereği çekingenlerdi.

Bu yüzden olsa gerek, Acılar'ı okurken hem Peyami Safa'yı, hem de Tanpınar'ı hatırladım. Safa'nın kitabını şimdi uzun uzun anlatmayayım, anlatmıştım bi yazıda. Demem o ki, kültürel bir hastalığı anlatıyor bu tip romanlar sanki. Kadın da, erkek de bir kıskaca yakalanmış. Toplumun kontrolünde olduğunun bilincinde fakat buna isyan etmek, hatta şikayet etmek bile zerre kadar aklına gelmiyor. Kendini bulması, 'içinden geldiği gibi' davranması imkansız.

Filmler:

- Learning to Drive: Güzeldi. Romantik komedi desem değil, dram desem değil, komedi desem değil... İnsancıl bi film diyeyim siz anlayın en iyisi. Hintli bir taksi şoförü ile boşanmakta olan beyaz bir Amerikalı'nın arkadaşlığı. Kültürel farklılık, okumuşluk, göçmenlik, dil bilmemek, araba sürmekten korkmak vs... Spoiler: Annenin, kızının zor gününde ona "gel yanımda kal," deyivermeyişi çok hoşuma gitti. Ne kadar zor bi şey ama ne kadar güzel. Özsaygı her şeyden önemli mi ne?




- Jackie: Güzel bir Hollanda filmi. Birbirine karakter olarak da, tip olarak da hiç benzemeyen iki kızkardeş kendi hayatlarını kurmuşken, yıllar önce onları bırakıp giden annelerinin izinin peşine düşerler. ABD'de geçen bi yol filmine dönüşür hikaye. Kah İngilizce, kah Hollandaca değişir konuşmalar. Bol kadınlı, neredeyse erkeksiz bi film. Fakat Hollywood'un pompaladığı mıymıymıy piremses kadınlık değil konu. Gerçek ve güzel. Allahım yine konu özsaygıya geliyor ne güzel. "Hollanda'nın güzel filmi yok ki!" diyenlerin suratına şılap diye fırlatırım bundan sonra bu filmi... Aman ne fırlatıcam be, ben beceremem öyle pazarlamayı. Adını söyler susarım, kendi araştırsın. Evet.





- To Kill a Mockingbird (Bülbülü Öldürmek): Kitabını okumuştum. Biraz zaman geçti üstünden, kitaptan ne kadar farklı hikaye, bilemedim. Ama ana hatları, ana fikri gayet güzel yansıtılmış gibime geldi. Özellikle kızçocuğu tam hayalimdeki gibi canlandırılmış. Bi tek abisinin avukat olmayı açık açık istediğini hatırlıyorum, sanki bundan bahsedilmedi hiç filmde. Konuya gelirsek, ABD'de siyah beyaz ayrımı üzerine, çocuk gözünden anlatılan, etkileyici bir hikaye. Kitap okurken de çok ağlamıştım, filmde de ağladım. Harper Lee'nin kitabı 1960'ta basılmış, film ise 62'de çekilmiş.





- Ils Sont Partout (The Jews): 2016 Fransız yapımı komedi filmi. Yahudilerle ilgili genel geçer varsayımlar hakkında kısa filmlerden oluşuyor film. Hem siyasi, hem eğlenceli, güzel kısacası.


Bu haftalık olan biten bu sanırım. Ha bi de hayatımda ilk defa elmalı kurabiye yaptım, anneminkine benzedi, sevindim.

Bana müsaade, sevgilerle,
Kanatlı Kedi

12 Nisan 2018

Kitap: Göç Temizliği (Adalet Ağaoğlu)

Adalet Ağaoğlu'nun Hollanda'da bi kütüphanede denk geldiğim kitabı. Yirmi yıldır yaşadığı evden taşınmadan önce,  kitapları, defterleri, fotoğrafları, mektupları "yeni eve gidecekler" ve "çöpe atılacaklar" diye ayıklaması gereken bir günü, sabahtan akşama kadar geçen süreyi anlatıyor yazar. O odada dakikalar geçerken, yazarın zihninde yıllar geçiyor, ben de O'nunla birlikte zaman makinesine binip bi ileri bi geri, bi oraya bi buraya gezinip duruyorum.

Kütüphane kitabı olunca üstünü karalayamadım tabi. İyi oldu. Genellikle A.A.'nun kitaplarında önüme gelen cümlenin altını çizesim geliyor. Bu sefer çok çok çok sevdiğim kısımları deftere not aldım. Deftere herhangi bi şeyi not edince aklıma başka başka şeyler de geliyor, kendimi durduramıyorum. Durdurmak da istemiyorum gerçi. Güzel oluyor. Hatta en çok sevdiğim hallerimden biri bu. Dolayısıyla buraya aktaracak çok alıntım yok bu kez. Bazılarının sonunda da kendi notlarım var. İnsanlık için anlamsız, fakat benim için anlamlı bu cümleleri de utanmadan buraya yazacağım. Nevet.

Son olarak: Bu kitapta A.A. 'nu daha iyi tanıdım. Bayramlarda nane likörü içen, aydın takımına, hiç olmadı asker masker takımına mensup bi aileden geldiğini sanıyordum. Meğer o da kapı önündeki ayakkabıları çevirmek zorundaymış küçükken. Şaşırdım, çok şaşırdım. Ve mektup yazasım geldi kendisine. Fakat ne diyeyim? Hislerimi en son ne zaman düzgün anlatabildim ki? Cümlelere dönüşünce anlamını yitirmiyor mu fikirler ve duygular? En azından bende işler böyle yürüyor. Yine de kitap biterken, kitapla vedalaşmak istemediğimden midir nedir, epey bi süre mektup heyecanım taze kaldı. Adresini filan araştırdım, yayınevinden istesem mi diye düşündüm. Sonra yavaş yavaş sakinleştim.


Şimdi alıntılar ve azbulutlugünler dileklerim...


- "Çok kötü. Okuma tutkum o kitaplarla, dergilerle başlamadıysa neyle başladı?"

Benimki neyle başladı? Bahçeli evde, misafir odasında bulduğum yırtılmış çocuk kitabı kapağıyla mı? Ne vardı kapaktaki resimde? O kitabın devamının o odada olduğundan adeta emindim. Aradım durdum da bulamadım. Sonra bi şiir defteri yapmıştım okumayı yazmayı öğrenince. Kendi yazdığım şiirler vardı. "Çevremizi koruyalım / Yerlere çöp atmayalım / Temiz olsun çevremiz / Sağlıklı olalım biz." Aklımda bi tek bu kalmış. Kamu spotu kafasından kurtulamadım o zamandan beri. Yoksa benim değil miydi bu şiir de? Nerden aklıma esmişti de bi şiir defteri yapmıştım acaba? Bi şeyleri yazarak biriktirebileceğimi nerden öğrenmiştim? Hatırlamıyorum. Sonra ne zaman çöpe attım o defteri? Tam zamanını hatırlamıyorum ama birazcık büyüyünce, kendi yaptığım her şeyden utanmaya başladığım zamanlar. Geçmişi atarak silmek, yok etmek alışkanlığım o zamanlarda başlamış olabilir. Unutkanlığım da bu atıp durmalardan geliyor olabilir.

- 20 yıl aynı evde yaşamış A.A. Taşındıktan sonra Göç Temizliği'ni yazmış. 20 yıl. Hiç o kadar sabit kalmadım bir evde. 29 yaşındasın zaten Kedi! Evet. Yine de çocukluğumda bile aynı şehirde üç ev değiştirdik. Dolayısıyla, bir yerde 3-5 seneden fazla kalmak, ayrılmakta zorlanmak... Çok değişik bu tabirler benim için. Çok küçükken bahçeli bi eve taşınmışız. Sanırım hatırladığım en eski hatıram o taşınma gününe denk geliyor. Bi tabureyi taşımaya çalıştığımı ve herkesin bana gülümsediğini hatırlar gibiyim. Herkes uzun uzundu, kamera yere çok yakındı. O güne dair aklımda kalan tüm görüntüler aşağıdan yukarı. İlkokul üçüncü sınıfa kadar bu bahçeli evde kiradaydık. Sonra bi kooperatife girdik (öyle deniyordu, kurbana danaya girmek gibi). Üçüncü sınıfın yazında bu kooperatifteki iki apartmandan birinin birinci katına taşındık. Bahçeli evin rahatlığını özledim bi süre. Bağırıp çağırabilmeyi, komşuları rahatsız etme derdinin daha az olmasını... Sık sık eski mahalleye gittim bisikletle. Sonra zamanla unuttum gitti. Ortaokulda kiraya çıktık tekrar, sobalı bir eve. Kaloriferin az da olsa her yere eşit dağılan sıcağına alışınca, sobalı ve rutubetli eve kanımın çok kaynadığı söylenemez tabi. Lisede geri döndük apartmana. Derken üniversitede İstanbul'a geldim. Başlangıçta yurtta kaldım bikaç sene. Sonra arkadaşımın evine taşındım yancı olarak, Beşiktaş'a. Sonra abimle ablam İstanbul'a gelince Reşitpaşa'da bi gecekonduda kalmaya başladık üçümüz birlikte. Bunlar hep öğrenci evleri tabi. Sonra buraya geldim. Yaklaşık dört senededir burdayız ve üçüncü evdeyiz. 29 senede 10 ev değiştirmişim. Aaa bi de bi ara Muğla'ya taşınacaktık, yazın orda kalmıştık. Hangi okula kaydolacağımı falan konuşuyorduk ciddi ciddi. Aslında ordaki evi de sayarsak 11 ediyor. 

Bu hızla devam edersem bir evde 20 sene kalmam imkansız gibi duruyor. Sürekli yer değişitirince, insan aklından geçenlerin demlenmesini nasıl sağlayabilir? Nasıl yazar? Kök salmadan kendinle yüzleşmek ne kadar mümkün? Hele ki yazmaktaki tek amacı kendini anlatmak olan biri için...? Sanırım artık, sırf yazabilmek için de olsa, sabit kalmak istiyorum. Sadece bir yere evim diyebilmek istiyorum. Şu an otel odalarını bile üçüncü günden sonra hemen benimseyiveriyorum. 

- Sayfa 47: "Osmanlar daha iyi haberli olsunlar diye, annem ve ben dış hayattan habersizdik. (...) Erkeklerimiz dış hayattan daha iyi haberli olsunlar, pencereden bakıp kalmasınlar, alanlarda, sokaklarda, içkievlerinde ufukları genişlesin diye biz, onlar için günün 16 saati didinip duruyorduk. Annemin erkeklere kazaklar örmeye, onların çoraplarını yamamaya oturduğu 'boş saatleri', benim de ders çalışma saatlerimdi."

- Sayfa 50: "Galiba sanatçının tek gerçeği bu. Bir an için gördüğünü sandığı gerçek gerçeği dile getirebilmenin, anlatabilmenin aranışı, sancısı..."

- Sayfa 70: "Bana, düzenle uyumlu, düzenin adamları olarak sunulan bu genç adamlar, somutta bütünüyle halkın adamlarıydı."

- Sayfa 116: "O zaman hala tam bilinçli değildim." 
İnsan nasıl emin olur artık "tam bilinçli" olduğundan?

- Sayfa 121: "O günden bugüne öylesi değiştim ki, onu yanımda götürmek istemiyorum." 
Benim çocukken yazdığım şiirleri çöpe atmamdan ne farkı var bunun?

- Sayfa 122: "Geç büyüyorum. Otuzuma girmek üzereyim, ama hala çocuğum. Daha beş yıl öncesine dek hayata gerçekten pencereden baktığım, hayatın içine doğru yürümekte diretsem, bu amaçla çabalasam da, belki henüz kapı önüne dek çıkabildiğim için..."

- Sayfa 179: "Bence, o dönemden bu döneme, Türkiye hala, ölmeye yatmayı bir kez olsun denememiş 'aydınların' çoğunlukta bulunduğu bir toplum."

- Sayfa 190: "Ah Tezer, bir şeyi temelinden kökleyemeyince, böyle 'farklılıklar' uyduruyoruz. Ben de bir şey uydurmuştum. Düğün istememiştim."

- Sayfa 229: "Onun çıkmazı da, kurulu düzen içinde, bağımlı bir ekonomide ve şu uluslararası şirketler ağı ortasında ulusal sanayinin gerçekleştirilebilir olduğunu savunması. (...) Şaşkın 'sol'un ürettiği bir Ferit Sakarya bu."

- Sayfa 250: "Bir kimse aynı şeyleri yaşamasa, bir başkasının bu kadar yakınına nasıl gelebilir?"



10 Nisan 2018

15. Haftanın Sorusu

Bu haftanın sorusu çok erotik: Şu anda üstünde ne var?

Cevabı pek öyle değil tabi.

Sabah uyandığımdan beri üstümde bi halsizlik olduğundan, öğlenki kursa hazırlanmak amacıyla pijamalarımı çıkarmaya yeltenerek alt pijamamın yerine kot pantolon giymeyi ve kemeri dahi bağlamayı başarmış olmama rağmen, iş üst pijamayı değiştirmeye gelince ne kadar yorgun hissettiğimi fark edip, akşama kadar dinlenip akşamki kursa ayık kafa ve vücutla gidebilmek için öğlenki kursa gitmemem gerektiğine karar verdiğimden ötürü altı kaval üstü şişhane deyimine uygun olarak şu anda üstümde pijama, altımda ise kot pantolon bulunmakta efenim. Cümleyi daha da uzatabilir miydim acaba?

İki gün bahar havası gördü ya, hemen hastalık sinyalleri vermeye başladı bünye. Bi de sanırım benim bi şeylere alerjim var. Dışarda illaki bi sebepten gözlerim yaşarıyor, gözlerim yaşarınca da burnum akıyor. Rüzgardan olduğunu sanıyordum fekat dün fark ettim ki rüzgar olmadığında da yaşarabiliyor. Ama doktor daha geçen kan aldı, bi  şeye alerjim var mı diye kontrol etti, yokmuş. Bu alerji olayının bi tek kan almayla kontrol edilebildiğini bilmiyordum.

Bu haftanın sorusu fazla fiziksel geldi, kısa sürdü. Lafı uzatasım var. Bu sıralar n'aptığımı filan yazayım bari:

- Kendime ve kamuoyuna itiraf etmemin vakti geldi artık: Motif çelıncından ayrılıyorum. Arada bi estikçe kaydettiğim linklerden yeni motifler yaparım ama her güne bi motif bana uymadı. Zaten 200 gün boyunca bi şeyi düzenli olarak yapmak benim için fazla iddialıydı. Yine de iyi dayandım bence. Şu an elimdekileri de birleştirip tablo gibi bi şey yapmayı düşünüyorum. Bitince illaki dayanamam zaten burdan da duyururum.

- Adalet Ağaoğlu'nun Göç Temizliği denk geldi burdaki halk kütüphanelerinden birinde (OBA De Hallen). Hemencik aldım -hemencik olmasa da- okudum bitirdim. A.A.nu ne kadar yanlış tanıdığımı fark ettim. O'nu hep Atatürkçü, CHPli falan okumuş bi aileden geldiğini sanıyordum. Yani ailesi mutlaka O'nun okumasını desteklemiş olmalıydı. Onca kitabını neremle okumuşum bilmiyorum ama bu son kitapla anladım ki annesi babası bildiğin halk insanıymış. Özellikle babası...  Bildiğin Ölmeye Yatmak'taki Salih Efendi'ymiş. A.A. da bildiğin Aysel'miş. "Kendinden bu kadar farklı hayatları nasıl bu kadar güzel anlatabilmiş?" diye şaşırıp durmuştum Ölmeye Yatmak'ı okurken. Meğer kendisini anlatmış zaten. Üç günlüğünü, bilmemkaç romanını, bilmem kaç deneme kitabını okumama rağmen, nasıl bi aileden geldiğini daha yeni idrak ediyor olmamın iki sebebi var bence: 1) Kitap yazma zamanlarına geldiğinde ailesiyle ilgili sorunları kafasında çözdüğü, ailesini suçlamadığı, hatta onları anladığı için günlüklerinde ailesinden şikayet etmiyor. Geçmişi kurcalayıp durmuyor. Babasının O'nu okula yollamak istemeyişinden bahsetme gereği duymuyor. Dolayısıyla ben, A.A.nun ailesinin biraz sert fakat o zamanlar ne kadar olursa o kadar açık görüşlü, hatta batılı bi aile sanıyorum. 2) Hangisiydi hatırlamıyorum ama bir kitabında bayramlarda ailecek nane likörü içme gelenekleri olduğundan bahsediyor A.A. Bu gelenek de A.A. ile arama kalın bi çizgi çekmeme sebep oluyor hemen. Neden? Çünkü 90lar çocuğuyum ve hiç alkol girmeyen bir evde yetiştim. Televizyondaki evlerle bizimki hep çok farklıydı. Görsel farklılıkların büyük büyük sınırlar çizdiği düşüncesiyle büyüdüm. Alkol varsa bizden değil, şu şu kitaplar varsa bize benzemez, kıyafeti öyleyse böyle... Bayramlarda nane likörü içiliyorsa o ev benim evime benziyor olamaz... Lakin ki bi zamanlar benziyormuş işte. Neyse, bu kitapla ilgili ayrı bi yazı yazmam şart, şimdi susayım.

- İkinci Bahar'a başladım. Ne güzel diziymiş! Dakikalarca mal mal bakışmalar yok, yavaşlatılmış görüntüler yok, başarısız şiveler yok, bozuk Türkçe yok, kasıtlı bozulmuş Türkçe yok... Her karakter hem biraz iyi, hem biraz kötü... aşırılaştırma yok. Daha iki bölüm izledim ama olsun. Ve Türkan Şoray o yaşta hala ne kadar güzelmiş. He kadını erkeğine muhtaç göstermek gibi senaryo saçmalıkları yok... Sen Anlat Karadeniz dizisini görünce aydınlandım geçenlerde. Dizilerdeki rol modeller gittikçe aptallaşıyor. Masallara geri dönüyoruz. Piremsesler kurtarılmak için piremslerini bekliyor. Tabi hepsi namuslu.

- Publieke Werken diye bir Hollanda filmi seyrettim. Amsterdam Merkez İstasyon'un ve karşısındaki Victoria Otel'in yapılışının hikayesi. Aslında o dönem Amsterdamının atmosferini, Amerika'ya göç furyasını, Hollanda'da Yahudilere bakışı görmek açısından güzel bir film. Tabi konu otel yapımı olunca, büyük şirketler ve onlara karşı savaşmaya çalışan küçük adamlar başrole oturuyor ki bence film sırf bu yüzden bile önemli. Oyunculuk, senaryo vs yönünden ise çok şey beklememekte fayda var.



- OnzeTaal diye bi derginin e-bültenine üye oldum. Haftada iki kere Hollandaca hakkında mail geliyor. Dili bilenlere yönelik bi dergi normalde ama çoğu zaman mailde paylaşılan yazıların konusunu anlıyorum ya yetiyor. Bugün misal, resmi maillerde "... belgesi ektedir." demenin yollarını anlatmışlar bi yazıda. Durup dururken yeni bi şey öğrendim. Şu an hatırlamıyorum ama bi daha karşıma çıktığında hatırlarım. Bi kelimeyi tam olarak öğrenmem için illa 3-5 kere karşılaşmam gerektiğini fark edince oturup kelime çalışmaktan vazgeçtim. Okumaya, tv izlemeye zorluyorum kendimi. Demem o ki, Hollandaca öğrenmek isteyenlere iyi gelebilir bu OnzeTaal bültenleri.

Şimdilik bu kadar olsun. Derse gideyim gali.

Selamlar,
Kanatlı Kedi

04 Nisan 2018

13. ve 14. Haftaların Soruları

"Nedir seni geride tutan?" gibi bi şey soruyor galiba 13. hafta, "What holds you back?" diyor. 

Geçmiş, diyebilirim sanırım kısaca. Uzak geçmiş, yakın geçmiş fark etmez. Zamanın birinde kötü bi şey geçmişse başımdan, başarısız olmuşsam, benzer şeyler denemem gerektiğinde hep eskileri düşünüyorum. "Yaptığım hataları bi daha yapmayayım" diye değil, "ben bunu daha önce de yapamamıştım" düşüncesiyle... Pek mantıklı değil tabi.


Bir rüyanı paylaş, diyor 14. haftanın sorusu da. Paylaşayım:

18. yüzyıl Avrupa sokaklarında gerçekleşen bi kovalamacanın sonunda rutubetli çirkin bi odaya saklanıyorum. Odada kimse yokken, kafamı bi çeviriyorum, kel bi adam beliriyor. Şeytan olduğunu söylüyor. Gayet kibar. Oturuşundaki, bacak bacak üstüne atışındaki yumuşak hareketler, entelektüel bi muhabbete hazırlandığı izlenimi uyandırıyor insanda... Havadan sudan ya da şimdi hatırlayamadığım bi şeylerden bahsediyoruz. "Sen zaten cehenneme gideceksin," diyor.  "Hadi ordan be", diyorum, "sen nerden bilceksin ki? Sen Azrail değilsin, bunu öğrenmeye yetkin yok bi kere..." İster inan ister inanma, der gibi omuz silkiyor. Zaten muhabbetin başından beri bi inatlaşma söz konusu ortamda. Şeytanın tipine gıcık oluyorum, taa şeytan olduğunu öğrenmeden önce... Böyle bi her şeyi biliyomuş, herkesi küçümsüyomuş, herkese katlanıyomuş havası var. Küçük dağları ben yarattımcı yani... Muhabbet ederek alt etmek istiyorum onu bu yüzden. O da bunu anladığı için elindeki son kozunu kullanıyor çocuklar gibi, benim cehenneme gideceğimi söylüyor... Ben de yemiyorum tabi, hadi ordan diyiveriyorum. "Gidebilirim de ama bunu sen bilemezsin," modundayım. Hafiften yusuf yusuf da oluyor muyum? Olmuşumdur heralde. Dünyevi olmayan bi varlık cehenneme gideceksin diyecek de korkmıycam, mümkün değil. Ama korkuya benzer bi şeyler hissettiğimi şimdi net olarak hatırlamıyorum. Zaten rüyayı farklı kılan da buydu, uyandığımda vay be, dedim, şeytanla konuştum, hem de korkunç değildi...

İşte böyle.

Hiç olmazsa soru çelıncıma yetişeyim dedim. Bu sıralar hiçbi şey yapmayıp hiçbi şeyi de yetiştirememe modu var üstümde. Hayırlısı.