Daha seyrek yapmak istediğim 5 şeyi soruyor bu haftanın sorusu. Çok düşünmeden yazacağım. Çok sıradışı cevaplar vereceğimi sanmıyorum.
1) Daha az pineklemek, daha az üşenmek isterdim.
2) İnternette vakit öldürmeyi bırakmak isterdim.
3) Başkalarının hakkımdaki düşüncelerini daha az umursamak isterdim.
4) Daha az sinirlenmek isterdim.
5) Daha az kontrolcü olmak isterdim. Çevremdekilerin neyi nasıl ve neden yaptıklarına daha az kafyı takmak isterdim.
Kitap: Acılar
Agah Sırrı Levend'in Acılar'ını okudum bu hafta. 1928'de basılmış ilk olarak. Resim eğitimi almış olan Fikret hemen savaşa gidiyor. 1917'de İstanbul'a dönüyor fakat hiçbir şeyin bıraktığı gibi kalmadığını anlıyor. İşgal altındaki şehirde insanların huyları da değişmiş. Fikret bi türlü uyum sağlayamıyor, oradan oraya sürükleniyor. Biz de olayları O'nun yazdığı günlükten takip ediyoruz.
Kitap, o yıllardaki İstanbul'u anlamak için yardımcı olabilir. Tarihi bir belge sayılabileceği için de çok kıymetli. Fakat aşk hikayeleri etrafında çok fazla döndüğü için biraz sıktı beni. Kadının yerleştirildiği karakter içime afakanlar bastırdı. Özgür olmak istiyor ama olamıyor, ne istediğini bilmiyor, batı ile doğu arasında çırpınıyor, ne yapsa vicdan azabı duyuyor... Toplum tarafından da, baş kahramanımız okumuş etmiş Fikret tarafından da sürekli eleştiriliyor... Gerçi ben bu kez en çok kadın karakterlerin mızmızlığından rahatsız oldum. Hatta sadece kadınlar değil, erkekler de dönemin alışkanlıklarından mustaripti. Bi türlü içinden geleni söyleyemiyordu iki taraf da. Yersiz uzun yerli dizi izler gibi aaaaayh dedim durdum kendi kendime, "düzgün konuşsana ya çocukla!" Tabi romanın 20lerde yazıldığını hatırlayıp, haksızlık yapmamakta fayda var.
Kültürel bi hastalığı anlatıyor bu tür romanlar sanki. "Bu tür"den sanırım o dönemlerde veya biraz sonra yazılan romanları kast ediyorum, emin değilim. Fakat Peyami Safa'nın Fatih-Harbiye'si ile Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'u var aklımda. Muhtemelen çok münasebetsiz bir karşılaştırma yapıyorum çünkü Tanpınar'da karakterlerin iç dünyaları konusunda daha çok tatmin olduğumu hatırlıyorum. Karakterler sanki toplumun fikirlerini temsil etmek için yaratılmamıştı, kendi iç dünyaları, toplumla çelişebilen yönleri vardı. Yine de dönemin şartları gereği çekingenlerdi.
Bu yüzden olsa gerek, Acılar'ı okurken hem Peyami Safa'yı, hem de Tanpınar'ı hatırladım. Safa'nın kitabını şimdi uzun uzun anlatmayayım, anlatmıştım bi yazıda. Demem o ki, kültürel bir hastalığı anlatıyor bu tip romanlar sanki. Kadın da, erkek de bir kıskaca yakalanmış. Toplumun kontrolünde olduğunun bilincinde fakat buna isyan etmek, hatta şikayet etmek bile zerre kadar aklına gelmiyor. Kendini bulması, 'içinden geldiği gibi' davranması imkansız.
Filmler:
- Learning to Drive: Güzeldi. Romantik komedi desem değil, dram desem değil, komedi desem değil... İnsancıl bi film diyeyim siz anlayın en iyisi. Hintli bir taksi şoförü ile boşanmakta olan beyaz bir Amerikalı'nın arkadaşlığı. Kültürel farklılık, okumuşluk, göçmenlik, dil bilmemek, araba sürmekten korkmak vs... Spoiler: Annenin, kızının zor gününde ona "gel yanımda kal," deyivermeyişi çok hoşuma gitti. Ne kadar zor bi şey ama ne kadar güzel. Özsaygı her şeyden önemli mi ne?
- Jackie: Güzel bir Hollanda filmi. Birbirine karakter olarak da, tip olarak da hiç benzemeyen iki kızkardeş kendi hayatlarını kurmuşken, yıllar önce onları bırakıp giden annelerinin izinin peşine düşerler. ABD'de geçen bi yol filmine dönüşür hikaye. Kah İngilizce, kah Hollandaca değişir konuşmalar. Bol kadınlı, neredeyse erkeksiz bi film. Fakat Hollywood'un pompaladığı mıymıymıy piremses kadınlık değil konu. Gerçek ve güzel. Allahım yine konu özsaygıya geliyor ne güzel. "Hollanda'nın güzel filmi yok ki!" diyenlerin suratına şılap diye fırlatırım bundan sonra bu filmi... Aman ne fırlatıcam be, ben beceremem öyle pazarlamayı. Adını söyler susarım, kendi araştırsın. Evet.
- To Kill a Mockingbird (Bülbülü Öldürmek): Kitabını okumuştum. Biraz zaman geçti üstünden, kitaptan ne kadar farklı hikaye, bilemedim. Ama ana hatları, ana fikri gayet güzel yansıtılmış gibime geldi. Özellikle kızçocuğu tam hayalimdeki gibi canlandırılmış. Bi tek abisinin avukat olmayı açık açık istediğini hatırlıyorum, sanki bundan bahsedilmedi hiç filmde. Konuya gelirsek, ABD'de siyah beyaz ayrımı üzerine, çocuk gözünden anlatılan, etkileyici bir hikaye. Kitap okurken de çok ağlamıştım, filmde de ağladım. Harper Lee'nin kitabı 1960'ta basılmış, film ise 62'de çekilmiş.
- Ils Sont Partout (The Jews): 2016 Fransız yapımı komedi filmi. Yahudilerle ilgili genel geçer varsayımlar hakkında kısa filmlerden oluşuyor film. Hem siyasi, hem eğlenceli, güzel kısacası.
1) Daha az pineklemek, daha az üşenmek isterdim.
2) İnternette vakit öldürmeyi bırakmak isterdim.
3) Başkalarının hakkımdaki düşüncelerini daha az umursamak isterdim.
4) Daha az sinirlenmek isterdim.
5) Daha az kontrolcü olmak isterdim. Çevremdekilerin neyi nasıl ve neden yaptıklarına daha az kafyı takmak isterdim.
Kitap: Acılar
Agah Sırrı Levend'in Acılar'ını okudum bu hafta. 1928'de basılmış ilk olarak. Resim eğitimi almış olan Fikret hemen savaşa gidiyor. 1917'de İstanbul'a dönüyor fakat hiçbir şeyin bıraktığı gibi kalmadığını anlıyor. İşgal altındaki şehirde insanların huyları da değişmiş. Fikret bi türlü uyum sağlayamıyor, oradan oraya sürükleniyor. Biz de olayları O'nun yazdığı günlükten takip ediyoruz.
Kitap, o yıllardaki İstanbul'u anlamak için yardımcı olabilir. Tarihi bir belge sayılabileceği için de çok kıymetli. Fakat aşk hikayeleri etrafında çok fazla döndüğü için biraz sıktı beni. Kadının yerleştirildiği karakter içime afakanlar bastırdı. Özgür olmak istiyor ama olamıyor, ne istediğini bilmiyor, batı ile doğu arasında çırpınıyor, ne yapsa vicdan azabı duyuyor... Toplum tarafından da, baş kahramanımız okumuş etmiş Fikret tarafından da sürekli eleştiriliyor... Gerçi ben bu kez en çok kadın karakterlerin mızmızlığından rahatsız oldum. Hatta sadece kadınlar değil, erkekler de dönemin alışkanlıklarından mustaripti. Bi türlü içinden geleni söyleyemiyordu iki taraf da. Yersiz uzun yerli dizi izler gibi aaaaayh dedim durdum kendi kendime, "düzgün konuşsana ya çocukla!" Tabi romanın 20lerde yazıldığını hatırlayıp, haksızlık yapmamakta fayda var.
Kültürel bi hastalığı anlatıyor bu tür romanlar sanki. "Bu tür"den sanırım o dönemlerde veya biraz sonra yazılan romanları kast ediyorum, emin değilim. Fakat Peyami Safa'nın Fatih-Harbiye'si ile Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'u var aklımda. Muhtemelen çok münasebetsiz bir karşılaştırma yapıyorum çünkü Tanpınar'da karakterlerin iç dünyaları konusunda daha çok tatmin olduğumu hatırlıyorum. Karakterler sanki toplumun fikirlerini temsil etmek için yaratılmamıştı, kendi iç dünyaları, toplumla çelişebilen yönleri vardı. Yine de dönemin şartları gereği çekingenlerdi.
Bu yüzden olsa gerek, Acılar'ı okurken hem Peyami Safa'yı, hem de Tanpınar'ı hatırladım. Safa'nın kitabını şimdi uzun uzun anlatmayayım, anlatmıştım bi yazıda. Demem o ki, kültürel bir hastalığı anlatıyor bu tip romanlar sanki. Kadın da, erkek de bir kıskaca yakalanmış. Toplumun kontrolünde olduğunun bilincinde fakat buna isyan etmek, hatta şikayet etmek bile zerre kadar aklına gelmiyor. Kendini bulması, 'içinden geldiği gibi' davranması imkansız.
Filmler:
- Learning to Drive: Güzeldi. Romantik komedi desem değil, dram desem değil, komedi desem değil... İnsancıl bi film diyeyim siz anlayın en iyisi. Hintli bir taksi şoförü ile boşanmakta olan beyaz bir Amerikalı'nın arkadaşlığı. Kültürel farklılık, okumuşluk, göçmenlik, dil bilmemek, araba sürmekten korkmak vs... Spoiler: Annenin, kızının zor gününde ona "gel yanımda kal," deyivermeyişi çok hoşuma gitti. Ne kadar zor bi şey ama ne kadar güzel. Özsaygı her şeyden önemli mi ne?
- Jackie: Güzel bir Hollanda filmi. Birbirine karakter olarak da, tip olarak da hiç benzemeyen iki kızkardeş kendi hayatlarını kurmuşken, yıllar önce onları bırakıp giden annelerinin izinin peşine düşerler. ABD'de geçen bi yol filmine dönüşür hikaye. Kah İngilizce, kah Hollandaca değişir konuşmalar. Bol kadınlı, neredeyse erkeksiz bi film. Fakat Hollywood'un pompaladığı mıymıymıy piremses kadınlık değil konu. Gerçek ve güzel. Allahım yine konu özsaygıya geliyor ne güzel. "Hollanda'nın güzel filmi yok ki!" diyenlerin suratına şılap diye fırlatırım bundan sonra bu filmi... Aman ne fırlatıcam be, ben beceremem öyle pazarlamayı. Adını söyler susarım, kendi araştırsın. Evet.
- To Kill a Mockingbird (Bülbülü Öldürmek): Kitabını okumuştum. Biraz zaman geçti üstünden, kitaptan ne kadar farklı hikaye, bilemedim. Ama ana hatları, ana fikri gayet güzel yansıtılmış gibime geldi. Özellikle kızçocuğu tam hayalimdeki gibi canlandırılmış. Bi tek abisinin avukat olmayı açık açık istediğini hatırlıyorum, sanki bundan bahsedilmedi hiç filmde. Konuya gelirsek, ABD'de siyah beyaz ayrımı üzerine, çocuk gözünden anlatılan, etkileyici bir hikaye. Kitap okurken de çok ağlamıştım, filmde de ağladım. Harper Lee'nin kitabı 1960'ta basılmış, film ise 62'de çekilmiş.
- Ils Sont Partout (The Jews): 2016 Fransız yapımı komedi filmi. Yahudilerle ilgili genel geçer varsayımlar hakkında kısa filmlerden oluşuyor film. Hem siyasi, hem eğlenceli, güzel kısacası.
Bu haftalık olan biten bu sanırım. Ha bi de hayatımda ilk defa elmalı kurabiye yaptım, anneminkine benzedi, sevindim.
Bana müsaade, sevgilerle,
Kanatlı Kedi