21 Şubat 2017

Kitap: Yeşil Elmalar (Nazım Hikmet)

Nazım Hikmet'in üç romanını okudum son zamanlarda. Ortalığı toplarken gözüme takıldılar, artık iyice unutmadan bi şeyler yazmam gerek, dedim.

Şiir okuyamıyorum, bi şekilde gönlümün şiir gözü kapalı, açamadım yıllardır. İçine giremediğim, çok yabancı bi dünya şiir dünyası. O yüzden, sol edebiyatın rakı masası mezesi olarak kullanmasını saymazsak, Nazım Hikmet'le şiirlerinde yüz yüze bi türlü tanışamadım, tanıştıysam da bi türlü sindiremedim (Cem Karaca şarkıları hariç). Romanlarının olduğunu öğrenince, herkesin kankası olan Nazım'la nihayet tanışabileceğim için, çoook çok sevindim.

Üç romanını okudum (biri yarım kalmış): Yeşil Elmalar, Yaşamak Hakkı ve Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim.

Diğer ikisi tamam da, Yeşil Elmalar'da bi türlü anlaşamadık kendisiyle. Çok satsın diye yazılmış kitaplar gibiydi. Umarım o amaçla yazmıştır. Hikayesini gerçekten çok merak ediyorum. Yoksa kendisini tanımadan -aslında temelsizce- kendisine duyduğum saygı epey sallantıya girdi. 

Tüm klişeleri bir araya toplamış, oradan fantastik bi macera kitabı çıkarmış sanki. İlk sayfadan karşıma çıkan cümleye bakınız:

"Uzun boyluydu, ama çok uzun değil, bir kadına yaraşacak kadar uzun boylu." Boyun bile kadına yaraşırlıkla ölçülmesi yakışıyor mu koca Nazım Hikmet'e? Devamında da bu "kriterlere uyan mükemmmel kadın" tariflerine çokça rastladım. Pek çok solcuda, arkadaşlar arasında da, rastladığım bu, kadını estetik bi değer olarak görme kafasından tiksiniyorum. Sizin bunu yapmamanız gerekiyor, en çok da sizin yapmanızdan tiksiniyorum. Kadın da insandır ve kimsenin güzellik kriterlerine uymak zorunda değildir, ha kapitalizmin makyaj köleleri olmuş kadın, ha sizin güzellik kriterlerine uymaya çabalamış ne fark eder? Aynı şeye sebep oluyorsunuz. 

Neyse... 

Misal, şimdi uygarlıktan henüz nasiplenmemiş yerlilerden bahsediyor:

"Ayna nihayet kadınların eline geçti. Dikkat ettim, ilk vahşi kadın aynaya bakar bakmaz, hemen elleriyle saçlarını düzeltmeye başladı. Ne tuhaf şey! Beyaz bir kadının aynaya baktığı zaman yaptığı ilk hareketleri o oluyor." Ne diyeyim ki şimdi? Kafasında yarattığı hikayeden bi genellemeye varmış. Gerçekten böyle bi şey gördü mü görmedi mi onu da bilmiyoruz. Beyaz bir erkek eline ayna alırsa saçını düzeltmez mi? Ya da bütün beyaz/yerli kadınlar eline ayna alınca saçını mı düzeltir? Yerli bi kadının ayna görünce tırsıp aynadaki görüntüye dokunmaya çalışması daha gerçekçi değil mi? Yoksa bunlar Nazım Hikmet'in kafasında çizdiği kadın tipinin bi yansıması mı? Sonuncu sorunun cevabı elbette evet. Fakat bu cümleleri tanımadığım bi yazardan okusam hadi ordan der, bırakırdım kitabı. Nazım Hikmet diye sonuna kadar zorladım kendimi. 

Sıradaki klişeye geçelim: "Ayşe korkudan titriyor. Onun korkusu bana cesaret verdi..." Bunu söyleyen başkahramanımız, elbette bi erkek. Onun korkusu bana cesaret verdi, nedir ya? Evet, insan, yanında biri korkuyorsa, koruma içgüdüsüyle cesaretlenebilir, ki hikayenin devamında da Ayşe, başkahramanı Halit Cemil zayıflıktan gitgide yok olurken, O'nu kurtarıyor. Fakat burda da yeni bi klişe çıkıyor karşımıza: Ayşe'nin korkusu, hayati bir tehlikeden, yamyamlara yem olmaktan kaynaklanıyor. Halit Cemil ise azdırıcı bi iksirin etkisine girip gece gündüz sevişmek zorunda kaldığı için zayıf düşüyor. Bak sen! Ne fantazik dertleri var yavrucağın... Tabi ki Ayşe, o kadar vefakar-cefakar Anadolu kadını ki, erkeğini bu iksiri veren zalim Kraliçe'nin elinden kurtarıyor! Hatta şöyle diyor: 

"Başını eğme, gözlerime bak! Sen Göksel değil, Halit Cemil'sin! Anladım. Ve artık senin mahvolmana müsaade edemem. Kıskanıyorum sanma! Birdenbire o kadar çok ve öyle müthiş kıskandım ki seni, kıskançlık denen şey kendi kendinin tutuşturduğu ateşle yandı, kül oldu içimde. Seni kıskanmıyorum. Fakat, mademki Halit Cemil'sin, benim erkeğimsin, kurtaracağım seni. Dişi bir kaplan gibi dövüşerek, erkeği elinden alınmış bir kadın gibi kurnaz ve korkusuz olarak kurtaracağım seni!"

Kadın gibi kadın beeeaaa! deyip rakı masasına meze etmelik kadın. 

O kötü kadını görüp, zalim de olsa güçlü, kendini erkeğine adamayı görev edinmemiş, akıllı mantıklı bir kadın karakter de var, diyorsanız, yanılıyorsunuz. Aslında o da eski kocası sayesinde zengin oldu. Eski kocası başına kakmak için de kullanılabilecek şu cümleyle durumu bize açıklıyor: "Seni dünyanın en zengin kadını yaptım. Fakat, bu serveti elinden kaçırmaman için, beyaz rakiplerine karşı yamyamların ve kafatası avcılarının kraliçesi olmalısın."

Kısacası bu romanı okurken sinirden hop oturup hop kalktım. Öte yandan, diğer iki romanında da kadın sık sık estetik değer olarak yüceltilip betimlense de, sırf güzellikten ibaret kabul edilmemiş. Ayrıca karakter analizleri ve diyaloglar çok daha doyurucu, edebi açıdan da doyurucu. O yüzden bu Yeşil Elmalar'ın tamamen ticari kaygıyla yazıldığını düşünmek istedim. Öyle bile olsa hoşgörülebilirliği tartışılır ama hiç olmazsa bi bahane olur.

İşte bu kadar şimdilik, 
Selamlar 



20 Şubat 2017

Kitap: Asılacak Kadın (Pınar Kür)

Everest Yayınları
10. Baskı, 2004
İlk Baskı: 1979 


Bu kitabın filmini izlemiştim son yıllarda. Hayal meyal hatırlıyorum. Çok etkilenmiştim. Kitap uyarlaması olduğunu sonradan öğrenmiştim. Bi sahafta kitapla karşılaşınca kavuşma zamanımızın geldiğini anladım. 

Kitabı filme çok iyi aktardıklarını düşündüm okudukça. Bu kitap ancak öyle aktarılabilirdi sanki. Karakterlerin kendi kendine konuşması, Melek'in ürkek, vahşi tavırları, Hüsrev Bey'in kibarlık sosuyla zenginleştirilmiş zorbalıkları... Oyunculuklar müthişti. Senaryoya aktarması çok zor bi kitap gibi görünüyor. İşin erbabları daha iyi bilir tabi. 

Romanın gerçek bir davaya dayandığını öğrenince daha da şaşırdım. Yalı Cinayeti diye gazetelere konu olmuş bir davadan etkilenmiş yazar. İnsan merak ediyor tabi, Melek ve Yalçın'a ne oldu, romanda belirtilen cezaları aldılar mı? Yalçın, hapisteyken Pınar Kür'le iletişime geçti mi hiç? Aklından geçenleri yazdığı bölüm tamamen Pınar Kür'ün hayal gücüne mi ait, yoksa gerçeklik payı var mı? Romana itiraz etti mi ya da yazarken Kür'e rehberlik etti mi hiç? Peki ya hakimlerden kadın olanı? Ne yapıyor şimdi? Kitabı okudu mu? Ne düşündü? Melek'e ne oldu, öldürülene kadar, aklından geçenleri anlattığı biri çıktı mı hiç? Mahkemede yargılanmayan gerçek suça ortak olanlar ne yaptılar sonra? Şimdi mutlu mesut yaşamlarına devam ediyorlar mı?

İnternette yaptığım kısa aramada kesin cevaplara ulaşamadım. Bulabilirsem, bu yazının altına eklerim. Şimdilik alıntılar:



İthaf - Ezilmişliği meslek edinmiş olanlar için...

s.22 - Be çocuk bana bir bütün simit alsana. Bütün simit istiyorum. Hepsi benim olsun istiyorum. (...) Kimseye bir lokma koklatmadan hepsini yiyip bitirmek.

s.28 - Asillerin akrabalık bağları kuvvetli olur.

s.43 - Bubamı geberten beni ne deyi sağ bırakmış tanrım ben zati usanmışım bu candan alıvereymişin te bebecikken (...) (Tanrım? Melek'e hiç yakışıyor mu "tanrım" demek?)

s.45 - BAĞIRACAK BİTTABİ. TEMAS GÖRMEMİŞ BAKİRE... DAHA DAHA CANHIRAŞHANE BAĞIRMALI Kİ... SEN DURMA, İŞİNE BAK. BÖYLESİNİ NEREDEN BULACAKSIN BİR DAHA?

s.83 - Gariptir, benzerlerimle, uzak Boğaz semtinin yaz-kış oturanlarının yoksul çocuklarıyla okula giderken varlıklı paşa torunluğuna heves ederdim de, özendiğim sınıfın çocuklarıyla okumaya başladıktan sonra bu özentim azaldı, bir süre sonra da geçti, hatta tersine döndü. Hiçbir zaman onlara benzeyemeyeceğimi anladığım için mi? Yaşım büyüdüğü, aklım başıma gelmeye başladığı için onlara benzemenin iyi bir şey olmadığını kavradığımdan mı? Bilmiyorum.

s.90 - Oysa iki yıl sonra yeniden karşılaştığımızda onun tek tek kişilerin değil de toplumun, içine doğduğu ekonomik ve toplumsal koşullarının kurbanı olduğunu bilmiyor muydum? Biliyordum elbet. Kendisine anlatmaya bile çalıştım bunu. Bilmediğim şey 'toplum'un olduğumuzdu. O sıra hala soyut bir kavramdı benim için; ya da, kendimi de, çevremizi de, hatta Melek'i de toplumdan soyutlamıştım. İşte onun için bir zorbayı öldürmekle onu kurtarabileceğime inandım herhalde. O tek zorbayı tüm zorbaların, hatta zorbalığın simgesi olarak gördüm de ondan, değil mi? Gerçeklerle değil de simgelerle uğraştığım için (Melek de bir simgeydi çünkü önünde sonunda), bir simgeyi ortadan kaldırmaya çalıştığım için yanıldım ve Melek hepsinden çok benim, kurtarmasını bilmeyen bir kurtarıcının, bir simgesel düşüncenin kurbanı oldu...

s.106 - Geçen yaz, lise son sınıfa geçmiş, 'bilinçlenmiş', çevremdekileri bilinçlendirmekle 'görevli' olarak mahalleye döndüğümde yalıda olan bitenleri benden başka bilmeyen yoktu sanırım. Ancak tüm mahalleli gizli bir suç bağlaşması içindeydi sanki. ortak suçun, ortak utancın getirdiği suskunluk... Kuşkulu bakışlar... Yabancıya, bilmeyene karşı birleşme... Belki benim de bildiğimi sanıyorlardı, ya da bilmediğimi, bilmemem gerektiğini annemden öğrenmişlerdi. İkisi de olabilirdi. Ancak, konuyu kendi aralarında bile konuşmadıklarına eminim. Dedikodu dönemi çoktan aşılmış, susma, yalnızca bakışlarla anlaşma dönemi başlamıştı. Koskoca bir mahallenin, kadınlı erkekli, böylesine korkunç, böylesine çirkin bir olaya göz yumması, suça (kimisi yalnızca susarak da olsa) katılması nasıl açıklanabilir? 

s.107 - Sokakta gülümsemeden verilen kaçamak selamlar, kahveye girdiğimde meydana gelen kısa ama belirgin sessizlikler, ahbapça sorularıma gözüme bakmadan verilen kuru karşılıklar, bir ucuna sandalye çektiğim masaların çabucak boşalıvermesi...

s.113 - Şimdi düşünüyorum da o ilk anda bana en korkunç gelen Melek'e yapılanlar değil de, bunu birçok kişinin yapabilmesi, birçok kişinin de yapılmasına göz yummasıydı sanırım. 

s.118 - Neden hiç aklına gelmez bu gibilerin bir gün öldürülecekleri? Neden hep yaşayacaklarına, hep egemen olacaklarına kesinkes inanırlar? Başkalarını da inandırırlar üstelik?

s.118 - Oysa onlar geceleri ihtiyarın yoluna çıkmamayı çoktan öğrenmişlerdi kuşkusuz.

s.119 - Kemikleri camlaşmış, beyni sulanmış, etleri erimiş bir ihtiyarın hala istediği ölçüde egemen olması... Koca bir mahalleyi susta durdurması... Bir sıkımlık canı vardı kendimi bildiğimden beri;  ama o bir sıkımlık can bir türlü çıkmıyordu işte. Öğrendiğim tüm bilimsel gerçeklere aykırı bir direnç. Ya da değil. İhtiyara direnme gücünü veren, güçsüzlüğünün zorbalığa dönüşmesine yardımcı olan bir şey vardı elbet. Yüzyıllar... Yüzyılların birikimi. Çevredekilere o çürümüş, tüm güzelliğini, işlevini yitirmiş yalının yıkılamayacağını sandıran; moruğun zorbalığını olağan saydıran birikim... Dışardakilerde boyun eğme, içerdekinde ise boyun eğdirme alışkanlığı... Kolay kurtulunmaz bu tür alışkanlıklardan. Oysa gün gelecek yıkılacaktır elbet, Yalı da moruk da, simgesi oldukları yoz düzenle birlikte.

s.123 - Bize her şeyi yanlış öğrettiler belki; belki de yanlış anladık, eksik anladık. Başımıza gelen tüm akla sığmaz şeyler kaçınılmaz mıydı gerçekten? Bilmediğimiz, daha öğrenemediğimiz yasalara göre? Kaçınılmaz olan yapılandır, kişinin şu ya da bu etkenle yaptığı. Olmuş, gerçekleşmiş, artık olmaması düşünülemeyen. Akla sığmayan ise yapılmayan, yapılamayan, kişinin belki yıllarca düşleyip de yapmadığı. Düşünüldüğü zaman bile gerçekleşmeyeceği kaydıyla düşünülen... Oysa benim Melek'le yaptıklarım -o gece, ondan sonraki geceler, gündüzleri bahçede, başka gecelerde düşlerimde- hem kaçınılmazdı hem de akla sığmaz. Ya da akla sığmazın birden kaçınılmazlaşması...

Ama öldürmem öyle değil. Daha çocuk yaşta yıkmak üzere yola çıktığım bir düzenin en yakın simgesini öldürmemin akla sığmaz bir yanı yok.

s.123 - O zaman benim kayda değer tek yanım, yani tek gerçeğim, tek gerçekliğim, benden geriye kalan tek şey adam öldürmüşlüğüm mü olacak?

s.125 - Oysa, dalından koparılmış, vazoda soldurulmuş bir çiçeği ne kurtarabilir? 

s.126 - Onu yalnızca kendime ayırmak, başkalarının el süremeyeceği bir yere götürüp saklamak isteği miydi beni öldürmenin gerekliliğine inandıran? Bir tür iyelik güdüsü? İyelik kavramına bile karşı çıkmayı ilke edindiğim, ülkü edindiğim halde o duygu muydu, beni öldürmeye sürükleyen?

s.126 - Kafası karmakarışık bir çocuktum. Romantizmle materyalizmi bağdaştırmaya çalışan...

s.127 - Şimdi anlar gibiyim bunu. Öldürmeyi, öldürtmeyi düşünemezdi. Çünkü düşünmezdi. Çünkü baskıya karşı çıkmamak üzere yetiştirilmişti. Bilmiyordu başkaldırabileceğini; baskıyı, zorbalığı yaşamın doğal bir öğesi bellemişti. Bu baskıyı erkeklerin kurması, her bakımdan kurması daha doğaldı onun için. Çünkü güçlü olanonlardı; hep başta olan, her şeye egemen olan. Ben de onlardan biriydim. Daha genç, daha beceriksiz belki. Ama erkek. Nasıl güvenebilirdi bana? Üstelik benimle olan ilişkisi ötekilerle olandan ayrı değildi ki. Bahçede yıllarca önce oynadığımız o bir tek koşmaca oyunu dışında ne farkım vardı başka erkeklerden? Zorla, zorbalıkla kurulan, kendisinin hiç katılmadığı cinsel bir ilişkinin üstte olan kişisi... Bütün bunları anlamadım zamanında. Tam tersini anladım hatta. Beni seviyor musun sorularıma yalnızca şaşkın ve ürkek bakışlarla karşılık vermeyi sürdürdükçe korktuğuna inandım. Beni sevdiğini söylemeye korkuyor; hayır, daha da ötesi beni sevmeye korkuyor dedim. Sonra da yeni ve eşsiz bir buluşmuş gibi özgür olmayan kişinin sevemeyeceğine karar verdim. Melek'i kölelikten, Hüsrev Bey'in korkunç boyunduruğundan kurtarmakla ona sevmek olanağını da armağan edeceğimi sanıyordum. Ancak ben kurtarırsam gerçekten yaşamaya başlayacağına inanmıştım. 

s.133- Öte yandan, hayal gücü kıt, düşünme ve karar verme yeteneği zayıf kişilerden oluşmuş bir toplumun ilerleyemeyeceği, bir koyun sürüsü kadar kolay yönetileceği de bir başka gerçektir. Düşünce özgürlüğünü bir kavram olarak bile ortadan kaldırmanın en iyi yolu, düşünmeyi bilmeyen kuşaklar yetiştirmektir. İşte bu yönden, bir süredir, bu ülkede okuyan, bağımsız düşünebilen insanların sayısını azaltmaya, gittikçe yok etmeye yönelik bir kültür politikası güdülmektedir. Toplumu, yalnızca boğazını düşünen bir koyun sürüsüne dönüştürme amacıyla izlenen bu politikanın yöntemlerinden biri de, kitap düşmanlığı ve okuma korkusu yaratmak; yazarı, sanatçıyı, okuru yıldırmaktır. Papaz'ın Karısı, Doymayan Bakire, Çılgın Kolejliler ve benzeri, yabancı dilden çevrilmiş ve gerçekten cinsel istekleri kamçılamak amacıyla yazılmış bir sürü kitap piyasada rahatça satılırken, benim çok başka mesajlar taşıyan ve edebi değeri yurtiçinde ve dışında kabul edilmiş iki önemli romanımın birden imhasının istenmesi, asıl amacın politik olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Sürdürülen bu politikanın gerisinde yatan ölümcül zihniyetin seçtiği örnek kurbanlardan biri de benim, ama, sonuçta, asıl hedeflenen kurban, Türk halkıdır. (11 Şubat 1988)














Kitap: Deniz Feneri (Virginia Woolf)

Orjinal Adı: To The Lighthouse
Çeviren: Sevda Çalışkan
İş Bankası Yayınları, 2. Baskı, 2016


Virginia Woolf'un Kendine Ait Bir Oda'sından başka kitabını okumamıştım. O'nu da okuyalı yıllar olmuştu. To The Lighthouse geçmişti sonra elime fakat İngilizcesi çok ağır gelince hemen bırakmıştım. Sanırım korktum sonra kadından, cesaret edip de elimi ciddi ciddi uzatamadım raflarına. 

Son bir senedir, çok sevdiğim bazı romanların yazarlarını erkek sanarken kadın olduklarını öğrenince (Harper Lee gibi), kendi cinsime nasıl haksızlık ettiğimi, kadın yazar bilgimi arttırmam gerektiğini fark ettim. Virginia Woolf'u da listeye aldım.

Türkiye'ye son gidişimde rastgele bir kitabını seçtim, Deniz Feneri'ni. Daha önce başlayıp yarım bıraktığım To The Lighthouse'un çevirisi olduğunu bile fark etmeden, aceleyle aldım. İyi bi başlangıç oldu sanırım, barıştım tekrar Woolf'la. Çok sevdim. 

Kitabın başında eyvah dedim, korktuğum başıma geldi. Uzun cümleler, uzun betimlemeler, soyut anlatımlarla, aralarında bağlantı kuramayacağım cümlelerle dolu olacak... Öyleydi çünkü. Kendimi zorlayıp devam edince anladım ki sorun kitapta değil bende. Çok hızlı okumaya çalışıyorum. Basit cümleler okumaya o kadar alışmışım ki, 2 satırdan uzun cümle görünce okumayı yeni öğrenen çocuk gibi sıkılıveriyorum. 

Halbuki bu kitabı sakince, her cümleyi tam olarak anladığından emin olarak okumak gerekiyor. Kıytırık bir betimleme gibi görünen bir cümleyi kaçırınca, bir sonraki cümleyi de anlayamıyor insan. Önemsiz gibi görünen ama çok önemli bağlarla bağlanıyor cümleler birbirine. Her bir kelimenin, cümlenin neden oraya yerleştirildiğini anlayarak ya da anlamaya çalışarak okumak, Virginia Woolf 'u (veya en azından bu kitabını) okumayı zevkli kılıyor. Çünkü bu kitapta insana zevk veren, bir sonraki sayfayı merak ettiren şey, olay örgüsü değil, olayın anlatımı, anlatırken verilen detaylar, beklenmedik karakter analizleri... Yoksa sadece uyku getirmeye yarayan kitap olarak kullanılmış oluyor ki bu kullanım, bu kitaba edilecek en büyük hakaretlerden biridir herhalde. 

Mrs. Dalloway'le birlikte Deniz Feneri, yazarın ilk romanları arasındaymış. Orlando, Kendine Ait Bir Oda, Dalgalar, Yıllar hep daha sonra gelmiş. Mrs Dalloway'i sipariş vermiştim Türkiye'den gelen arkadaşıma, elime ulaştı, yakında başlarım. (Önce Adalet Ağaoğlu'nun ilk romanı bitecek. Meraktan ölüyorum.) Farkında olmadan doğru sırada okuyorum sanırım Woolf'u. 



Şimdi üç beş alıntı:


s.3 - "Evet, elbette, eğer yarın hava güzel olursa," (...)

s.4 - İşte şu anda durduğu yerde bir bıçak kadar ince, bıçağın keskin yüzü kadar yassı görünen ve sadece oğlunu düş kırıklığına uğratmanın ve kendisinden on bin kat daha iyi olan karısını (James böyle düşünüyordu) gülünç duruma düşürmenin hazzıyla değil, aynı zamanda hep doğru tahminler yapmanın gizli kibriyle de alaycı bir biçimde sırıtmakta olan Mr. Ramsay'nin sadece varlığıyla çocuklarının yüreğinde uyandırdığı duygular bu kadar şiddetliydi. (...) Doğru söylememeyi asla beceremezdi; bir gerçeği asla çarpıtmazdı; herhangi bir ölümlüyü memnun etmek veya kırmamak için asla sözünü sakınmazdı...

s.40 - O gider gitmez Mrs. Ramsay taç yapraklarını birbiri üzerine örterek içine kapanıyormuş gibi göründü...

s.40 - Bir an için bile olsa kocasından daha iyi biri olduğunu hissetmek hoşuna gitmemişti; dahası, onunla konuşurken ona söylediği şeylerin doğruluğundan tam olarak emin olamamasına dayanamıyordu. Üniversitelerin ve insanların onu istemesi, dersleri ve kitapları ve bunların çok önemli oluşu - bütün bunların çok önemli olduğundan hiç kuşkusu yoktu; ama onu rahatsız eden şey, aralarındaki ilişki, onun böyle, herkesin görebileceği şekilde, açıkça kendisine gelmesiydi; çünkü o zaman herkes onun kendisine bağımlı olduğunu söylüyordu, oysa bilmeliydiler ki, o kendisiyle karşılaştırılamayacak kadar önemliydi ve kendisinin dünyaya verdikleri onun verdikleriyle kıyaslandığında bir hiçti. 

s.43 - (...) başkalarına verme, yardım etme arzusunun hep kibirden kaynaklandığı duygusunu yaratması. Bütün bu içgüdüsel olarak verme, yardım etme arzusu kendini tatmin etmek için, hep insanlar (...) ona ihtiyaç duysunlar, onu çağırsınlar ve ona hayran olsunlar diye miydi? (...) ona yalnızca bu yaklaşımına burun kıvrılmış gibi hissettirmemiş, aynı zamanda içindeki bir yönün ve insan ilişkilerinin adiliğinin, bu ilişkilerin ne kadar kusurlu, ne iğrenç ve en hafif deyimle ne kadar bencilce olduğunun farkına varmasını sağlamıştı. 


16 Şubat 2017

Kitap: Geçerken (Adalet Ağaoğlu)


YKY 1996 basımı
İlk baskı: Remzi Kitabevi, 1986


Yine sadece alıntıları yazıyorum buraya:


s.24 – (Tunç Okan'ın Otobüs filminden bahsediyor.)
Yapım, bu yeni değeri, kendilerine güvenleri bilinen pek çok nedenle sıfıra inmiş insanları 'barbar' sayan 'Batı'nın, burada sadece kapitalist dünyanın gerçek barbarlığını, bencillik ve yozluğunu iyi seçilmiş duraklarla üretiyor. (...) Yapımcı bu asal dokuya ne kötümserlik damgası yemekten korkarak bol oranda pembelik sürüştürmüş, ne de o güvensiz insanları, kitaplardan derleme üç devrimci söz, beş demir yumrukla içine fırlatıldıkları 'Avrupa değerleri'ni yere seren yüce kahramanlar olarak göstermiş. (...) Otobüs'te, ilericilik, devrimcilik adına devrim ticareti yapmaya yer yok. (Sanatın Özgür Dili, 1977)

s.33 – İç tedirginliklerini yenmek, kendisiyle kavgasına dayanabilmek için parasını türlü gezilere yatıran, geniş topraklarını köylülere dağıtmaya kalkan, yazarlığı serüvenlerinden değil de, serüvenleri yazar duyarlılığından kaynaklanan Kont Tolstoy'u, aynı duyarlığın itisiyle çok çok sorular sorduğu için sürgün edilen Puşkin'i, uslu uslu hukuk öğrenimi gördüğü halde sağlığının kötülüğü nedeniyle Rouen yakınlarında, annesinin dizinin dibinde oturup yazan Flaubert'i, başına bir şeyler geldiyse yazdıklarından ötürü gelmiş olan Zola'yı, beğensek de beğenmesek de yazınımızdan silip atamayacağımız Y.K. Karaosmanoğlu'nu, A.H. Tanpınar'ı, M.Ş.E.'yi, R.N. Gültekin'i; izlenebilecek en düz bürokrat çizgileri izlemiş bu yazarlarımızı ne yapacağız? Yazar birikimi salt, yaşamın niceliksel zenginlikler temeline mi dayanıyor? (Yazar Duyarlığı, 1977)

s.43 – Masaüstü'nden "geçerken" resmini ekle. (Benim Yöntemim Nerdeyse Yöntemsizlik, 1977)

s.65 – Kore'ye katılışın ekonomik ve siyasal bağımlılıklarımızın bir sonucu olduğu herhalde anlaşıldı. (Saf Okura Safiyane Kitaplar, 1979)

s.70 – "Yalnız kalmamak için bütün gece aynanın önünde oturdum," mu demiş Pavese? Birinci tür okur için, bunun da altı çizilebilir. Ertesi sabah, yalnızlığından yakınan biri, bir sorun gibi karşısına çıkarsa, "Sen ne diyorsun kardeşim? Asıl yalnız olan benim! Öylesine yalnızım ki, bütün gece aynanın karşısında oturdum," diyebilmek için. (Başucu Kitapları, 1979)

s.71 – Hayat üniversitesinin okuru için Pavese'nin başucu olmasının, "dün gece yalnız kalmamak amacıyla aynanın karşısında oturdum"un anlamı başkadır. O, bu kitabı alır, sayfaları açar, sözkonusu tümceyi okumadan görür neredeyse ve "Ee, Pavese, dostum, nasılsın?" der. "Bu gece ben, gerçekten yalnız olan birinin artık hiç yalnızlık duymayacağını düşünmekteyim, ne dersin?" (Başucu Kitapları, 1979)

s.71 – O filmdeki küçük kız ne güzel bir şey söylüyordu: Siz büyüklerin güldüğü her şeye ağlamak istiyorum, ağladığınız her şeye de gülmek geliyor içimden. (Hangi film acaba?) (Başucu Kitapları, 1979)

s.76 – Özveri, üretime katkı, yaratı, dürüstlük kavgası, kısaca direnç; çok geçmeden çıkarcılık, ödüncülük, üretime katkısızlık, kısacası dirençsizlik, her türlü uzlaşma ve çıkarcılık önerilerine karşı durmamış olmakla eşdeğer sayılacak; olumlu değerler de bireyin kendisine yabancılaştırılarak genel görünüme uydurulacaksa, kişi ortadan silinmenin karşıtı olan 'evet'i doğrulama gücünü, sürdürmek, yeniden başlamak gücünü nereden, niçin alacaktır? "Gelecekten, geleceğe duyduğu güvenden, tarihten..." demek, bu aşamada pek fazla bir şey demek olmuyor artık. Çünkü, ne denli inanırsak inanalım yarın, şimdide yaşanılanın tam karşıtı değil. Onun eşiti değil. Şimdinin somutluğuna karşın, yarın henüz soyut. Bilinçli ve dirençli dediğimiz insan, somut bir durumu, bu soyut olanla yüklenmeye ve taşımaya çalışıyor. Günlük dilde 'direniş' buna diyoruz. Ama insan daha da bilinçlendiğinde, aşkınlaştığında, 'evet'le uzlaşmayan 'mutlak ölümsüzlüğün' peşine düşecek, dahası, herhalde onun ta kendisi olacaktır. (Bir 'Yenilgi'nin İrdelenmesi, 1979)

s.76 – Ülkemizde, dün son kerte devingen olmuş olan pek çok sosyalistimizin bugün içine gömüldükleri sessizliği, salt siyasal ve toplumsal koşulların sonucu, zorunlu ve çok bilinçli bir bekleyiş olarak mı yorumlayalım? Yoksa örgütsüzlük ya da örgütlerin üst katlarındaki çatlamalara karşı ödünsüz, mutlak bir direniş olarak mı? (Bir 'Yenilgi'nin İrdelenmesi, 1979)

s.81 – Büyük, olağanüstü olayların desteğini seçmeden izleyiciyi kendine çekebilen, onunla ortaklaşalık kurabilen yapıtlar, yaratılmaları en güç yapıtlardır. (Edebiyatın Kendi Olayı, 1980)

s.83 - (...) edebiyat yazılı anlatıma dayanmaktadır, yani dışlaştırma yolu, kulak gibi, göz gibi -kuşkusuz çok, çok genel anlamda- herkese eşit dağıtılmış algılama yollarından geçmez. Edebiyat, görsel ve plastik sanatlar gibi, müzik gibi değil. Bize 'icazet'i verecek olanlara doğrudan ulaşamaz. Bir aracı gerektirir. Onların diline çevrilmeyi gerektirir. Bu da, önünde sonunda, İdil Biret'in piyanodaki parmaklarına başka parmakların karışması, fırçayı tutan ele başka bir elin değmesi, topa vuran ayağa başka ayakların sataşması demek...
Bir bakınız, hala Batı'ya karşı aşağılık duygularımız içinde nasıl garip şeyler oluyor: Dışarda, sözgelimi, kilise kadınları derneği bizi şakşaklarsa, ülkece seviniyoruz; içerde edebiyat adamlarımızla ciddi okur seçimine bile kuşkuyla bakıyoruz. Venedik'te pohpohlanmaya evet, İstanbul'da kutlanmaya hayır. (...) Dışarda bir başarı kazanılmışsa, sanki bunda büyük sermayenin hiç parmağı yok; içerde bir başarı kazanılmışsa, bunda mutlak büyük sermayenin parmağı var. Biz işte böyle, içerde birbirimizi yer, dışarda da Türk bayrağını Mercedes Benz kamyonunun önüne asıp garip numaralarla ve davulumuz zurnamız, çarığımız mestimizle göze girmeye çalışırız. (“Türk Romanının Bugünkü Görünümü?”, 1981)

s.85 – (Behçet Necatigil'den alıntı) Edebiyat anketini düzenleyen acımasızdır. Yazmayı alışkanlık yapıp çıkmış edebiyatçının beyanlarını yazıya geçirir, baskıya verir, yayar ve bir suç belgesi gibi, dosyasına koyar edebiyatçının söylediklerini. ("Kimleri Boşladım, Borçlarım Kimedir?", 1981)

s.86 – Biz, başkalarının sürçmelerine, ille suçlu olmalarına ve paşa gönüller hoşnut kalsın diye suça itilmelerine; felaketi mutlak kendi dışımızda bulmaya, yoksa yaratmaya düşkün bir toplumuz. Bu yüzden çocuklarımızın daha suçlanmadan, hiç suçlanmayacakları zamanlarda bile savunuya hazır halleri beni hep düşündürmüştür. Tetikte, tetikte... Aman tetikte duralım! ("Kimleri Boşladım, Borçlarım Kimedir?", 1981)

s.90 – Bizde radyo oyun yazarlığı çok geç ortaya çıktı. Çıkmasıyla bugünü arasında da önemli bir birikim sağlayamadı. Bu alanda pek çok düzeysiz yayın, düzeyli çabaların da üstünü örttü. Böylece, usta bir ozanımızın usta bir ozanımızın radyo oyun yazarlığına verdiği emek üzerine eğilme gereği görülmedi. (Necatigil'in Radyo Oyunlarını Kendi Şiirleriyle Okumak..., 1982)

s.93 – (Necatigil'den bahsediyor.) Her birimiz bu yola onun yarısı kadar emek verseydik, kimbilir, belki de çoğunluk bugün TV yayınlarımızdaki düzeysizliğe daha güç katlanırdı. (Necatigil'in Radyo Oyunlarını Kendi Şiirleriyle Okumak..., 1982)

s.100 – Yanılmıyorsam, "Roman öldü mü?" tartışmasını ilk ve en yoğun biçimde başlatan Fransa; ardından da Almanya. Oralara bakıyorsunuz: Uluslararası roman ödüllerine giderek en çok yer açan ülkeler bunlar. Başka ülkelerden, egzotik iklimlerden roman devşiren, seçen, çeviren de yine Batı dünyası. Bizler de, bir III. Dünya edebiyatını bu çevirilerin çevirilerinden izliyoruz. Kısacası, bu Batı denen dünya, sistemi gereği, kendi pazarını da yaratıyor; o pazarda kullanabildiği oranda romanı diriltiyor, yoksa öldürüyor. (Romanın Ölümü Dirimi, 1982)

s.100 – (Fransa'da ortaya çıkan Yeni Roman anlayışından bahsediyor.) (...)bu yeni akım, I. Dünya Savaşı sonrası gelen akımların ucundan kıyısından yine de bağlı kaldığı klasik roman anlayışının dışına çıkıyor. Karşısına geçiyor, demeyeceğim; onu çoğaltmaya yanaşmıyor. Onu, ondan kendine kattıklarıyla köklü bir değişime uğratmayı amaçlıyor. Çünkü, özellikle Hiroşima'da atom bombasının patlatılmasından sonra, Avrupa küçük burjuva aydını, bireyi bir nesne gibi algılamış, onu çevreden yalıtarak kendi içindeki gizilgüçle başbaşa bırakmış, bunun da anlatı biçimini geliştirmiştir. Yönlendirilmesinde ve yönetilmesinde kendisinin payı bulunmadığı bir dış dünyayı reddeder. Ne yönetenlerle, ne yönetilenlerle bir uzlaşmaya girmek ister. Böylece, bu sınırlı "Roman öldü mü, ölüyor mu?" tartışmasında, yaşlının uzlaşmasız gence, geleneğin yeniye, en hafifinden kuşkuyla bakması sözkonusu. (Romanın Ölümü Dirimi, 1982)

s.102 – Roman denince sorun, içdökme,özyaşam öyküsü, bilinenin yeniden söylenmesi ise, bütün roman tarihi bunlarla dolu. Anladığıma göre romanımız şimdi belki bir üst düzeyde, ama yine konu, malzeme açılarından ele alınıyor. Bu konu, malzeme romanlarımızda nasıl bir gerçekliğe dönüştürülmüş/dönüştürülememiş; buna acaba Joyce'un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi'ne ya da Mann'ın Venedik'te Ölüm'üne yaklaşır gibi, küçümsemeyi ve güvensizliği bir an için olsun yenerek yaklaşmayı denedik mi? Pek ender. Yabancı bir romanın çeviri diline gösterilen titiz ilgi, kendi romanımızdan sakınılmıyor mu acaba? (Romanın Ölümü Dirimi, 1982)

s.103 – Şimdi kaset hikaye çıktı. Pek yakında herhalde kaset romanlar da çıkacak. Bir romanı bize kendi sesimiz değil, başka bir ses okuyacak. Böylece, bu kez de kaset romanın insanı, kaset romanın getirdiği sesin anlatımı üstüne sorgulayacağız. (Romanın Ölümü Dirimi, 1982)

s.105 – Benim ülkemde, benim insanlarım, çoğunlukla kişinin yaşamdan edinilmiş kendi bilgisine bile inanmıyor, ona kuşkuyla bakıyorlardı. Toplumun, ta Tanzimat'la Batılılaşmaya adaylığını koymasından sonra olmuştu bu herhalde. İşte ağrım, bu ağrı. Birbirimizi sürekli denetim altında tutuyorduk. Karşımızdakinin nasıl olsa bir "yanlış", bir "çürüklük" yapacağından çok emin yaşıyorduk. Sanki, kişiliği ezilmiş, kendine güveni sıfıra inmiş, her an, her şeyde "yanlış yapan" insanlar ne kadar çoğalırsa, o kadar iyiydi. ("Bellenmişi Aşmak", 1982)

s.106 – (Yaşar Kemal'den alıntı) "... Eski, bellenmiş tekniklerle karşılaştığım yeni ekonomik, sosyolojik, psikolojik biçimleri, içinde bulunduğum, yaşadığım insanları anlatamıyorum. Bunlar beni yeni bir tekniğe, yeni bir anlatışa zorluyor. Eğer yeni gelişmeler, insanların karşılaştıkları yeni olanaklar romancıları yeni dünyalar araştırmaya itiyorsa, bu, edebiyat için bulunmaz bir şeydir. Bellenmiş romanı aşmak bir zorunluluktur." ("Bellenmişi Aşmak", 1982)

s.107 – Gerikalmışlık, kendi dışında "suçlu" arayıp durmak değilse, başka ne? ("Bellenmişi Aşmak", 1982)

s.116 – 'à part': Oyuncu başını usulca yana çevirir, karşısındakinin işitemeyeceği varsayılarak, izleyicinin ise mutlak işitebileceği bir biçimde söylenir söylenecek olan. (İki Nokta Üstüste, 1983)

s.119 – Yazar, her yazdığını her istediği zaman, kolayca yayımlatamıyor. Yayımlatabilirse ve salt yayımlattığı ile geçinmek isterse, o zaman da durmadan yazması ve yayımlatması gerekiyor. Aynı neden: Türkiye'de kitap alıcısı sınırlı. Tek ya da iki kitap, iyi satsa bile, kimseyi geçindirmiyor. Durmadan üretmek zorunda kalan yazar da, yaratıcılığında yine özgür kalamıyor. Kendini aşamıyor, yineliyor. (Yazarımızın Bugünkü Durumu ve Okur Olmanın Önemi, 1983)

s.121 - 'Yazarımız' sözcüğü, genel görünüme bakınca, bugün benim için yazarlıkla ilgili herhangi bir anlama gelmiyor. Gözümün önünde, bildiğim o aydınlık yüz, yazarlık değerleriyle yüklü o tek resim değil canlanan. İnsanlık, aşk, tutku, kültür, evet kültür, kültür emperyalizmi, evet kültür emperyalizmi, özgürlük, eşitlik, vbg., düşünmeden, derinine inmeden,olur olmaz kullandığımız her kavram gibi, içi boş bir sözcükten ibaret benim için bu 'yazarımız' sözcüğü. Gerçekten, kimdir bu 'yazarımız'? (Yazarımızın Bugünkü Durumu ve Okur Olmanın Önemi, 1983)

s.123 - (...) Marquez şunu söylemek istiyor: Yazarın sorunu, yaratının sorunlarıdır. Yazarken yayımlanmayı düşünmez o. yayımlanmak için yazmaz. Ne de kitabının nerede, nasıl basılacağı, kimler tarafından nasıl okunacağı üstüne bir kaygısı vardır. Onun ilk ve son kaygısı, yazdığı kitaptır. Bundan ötesi okurun sorunudur. Özetle, okur yazarını kendisi arar bulur. Onu yaşatmak da, öldürmek de, yüceltmek de, silmek de onun elinde. Okur sorunu çözülmeden yazar sorunları (o kötü koşullar) ortadan kalkamaz. Okurun durumu iyileşmeden, yazarın durumu iyileşemez. (Yazarımızın Bugünkü Durumu ve Okur Olmanın Önemi, 1983)

s.124 – Sürekli metin denemeleri yapan genç bir arkadaşım bana; “Ben iyi bir okur olmak için yazıyorum,” dedi. (Yazarımızın Bugünkü Durumu ve Okur Olmanın Önemi, 1983)

s.131 – Çocukluğumda annem beni komşu gezmelerine, eş-dost ziyaretlerine götürmezdi. Zaten kendisi de pek fazla konu komşu gezmezdi. (...) Annemin beni de götürdüğü kadınlararası toplantı günleri, roman okuma günleriydi. (Topluca Dinleme Geleneği, 1983)

s.132 – Gerçekte ben kendi kendime, bir romanın parçalarını yazarın sesinden dinlemek, huzurunda dinlemek, değilse bir yorumcudan dinlemek, bu toplantılara katılan okura ne kazandıracak? diye sorup duruyordum. (...) Okunan parçalar ardından inceden inceye sorgulamalar başlıyor. Bu arada siz de, bu izleyicinin, karşılaştığı yazar ve onun yazdıkları üstüne elden geldiğince ön bilgilerle donanmış olduğunu görüyorsunuz. Okuma/dinleme günlerinin izleyicisi bütün bunları yapmadıkça, ilgilendiği yazarla sanki hiçbir yolculuğa çıkmayacaktır. Onun bir yazar karşısındaki tavrı, hemens. hemen, yöresel seçimler sırasında adaylar karşısındaki tavrı...

Kısacası, Batı'da roman nasıl ekinsel bir birikimin sonucu, bir gelenekse, roman okumadan öte, onu dinlemek, yazarıyla tartışmak da ekinsel birikimin sonucu. Roman geleneğinin doğal bir uzantısı. (Topluca Dinleme Geleneği, 1983)

s.133 – Ülkemizde roman gelenekleşti mi acaba? Gelenekleşti ise, 1935-40'lar arası küçük bir ilçede tanık olunan okuma günlerinin sürekliliği nerede? Topluca okumanın? Etkilenimler de süreklilik istiyor. (Topluca Dinleme Geleneği, 1983)

s.134 - (...) kimi sanatçılar, yazarlar, pazarla ilişkiye çarpıtılarak sokulmaktan kaçınmak için kendilerine sağlam korunaklar seçerler. Bazen o denli saklanırlar ki, pazarın günlük kullanım malı olmaktan kurtulayım derken, insanla ilişkiden de uzak kalırlar. Kuşkusuz bu, sanatçının, yazarın, “sanatın, edebiyatın yalnızca toplumsal bir işlevi olduğu zaman sanat ve edebiyat olacağı” görüşüne katılmamasından da doğabilir. Ama acaba böyle bir işlevi yadsımanın temelinde yatan da, pazar ilişkilerinden korunabilme isteği değil mi? Ancak ne kadar savaşımsız bir 'korunma', kısacası kaçış! (“Edeplice Erotik”, 1983)

s.135 – Sanat ve edebiyat tarihi, pazar tarafından günübirlik tüketilmeden de insanla ilişkiyi sağlayabilmiş örneklerle dolu. Ama bu örnekler çoğunlukla resim, tiyatro, şiir alanlarında görülüyor. Kuşkusuz müzikte de. Çünkü, sanatın bu türleri, tüketim toplumları ortaya çıkmadan da vardı; pazar ilişkileri sanat yapıtlarını da 'şeyleştirme' işlemine girişene dek, kendi yerlerine, kendileri olarak sağlamca yerleşmiş bulunuyorlardı. Bugünün pazarı Hamlet'i çarpıtsa çarpıtsa ne kadar çarpıtabilir? (“Edeplice Erotik”, 1983)

s.141 – Gençtim. Yeni ufuklar arıyor, insanlarla daha geniş, canlı ilişkiler kurmak istiyordum. Gelenek buna izin vermiyordu. İçinde yaşadığım bu değişik sürgün alanı bana Kafka'nın sürgünlüğünü anlamayı bile yasaklıyordu. Duygularımı ve düşüncelerimi apaçık paylaşabileceğim bir dostum olmasını isterdim. Hem de onun erkek olmasını isterdim. Ondan yoksundum. Böylece, Milena'ya Mektuplar'ın derinlerinde yatan parçalanmış, korkulu dünyayı bile kendi gerçeğimli bağıntılı biçimde algılayamamam da kendi gözümde neredeyse doğallaşmıştı. (...) Büyük bir çocuksulukla itiraf edeyim ki, Milena gibi bir dostu, bir sevgilisi -her şeyi- olan kişi, neden kendini korkulu bir yalnızlıkta duyar acaba? diye düşünmüştüm. (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.142 – Sanki bireyin dış etkenlerden bütünüyle bağımsız bir iç varlığı olabilirmiş gibi... (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.142 – Çoğu kez bizden uzak olanı bütün insanlardan uzak sanırız. (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.142 – Sonraları düşüncelerimi açabildiğim yığınla Milena'm oldu, benim ülkemin kendine has Kafka'ları da oldu; yine de geçmişte yaşadığım yalnızlıkların bin beterini yaşadım. (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.142 – Karanlık bizdeyse, Kafka'yı karanlık ve anlaşılmaz bulmamız kaçınılmazdır. Bununla birlikte kıyısından köşesinden yaklaşırız: Çelişkileri salt geleneklerin, törenin, eğitimin bir sonucu saymışızdır. Hacıyla hocayla, ekmek kavgası peşindeki babamızla, çocuklarını doyurmaya, yıkayıp paklamaya savaşan anamızla itişip kakışmışızdır. Onların da aynı karanlık koşulların birer ürünü olduklarını görememişizdir. Böyle olunca, Kafka'nın babasıyla çatışmasını severiz, onu onaylarız. Eh işte, bir tek bu açıdan onu kendimize yakın bulmaktayızdır. Ama Joseph K.? O kimdir? Bizimle ilgisi nedir? Hayatımızda neyin yanıtıdır? Bunu hemen bulup çıkaramayız. (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.144 – oysa bugün, II. Dünya Savaşı'nda Nazilerin çizmeleri altında ezilmiş, fırınlarda yakılmış insanlar, İsrail Devleti'ni kurar kurmaz Filistin'de toplu kıyımları kararlaştırıyor ve gerçekleştiriyorlar. Bundan hepimizin haberi var. Roger Garaudy de yakın bir tanıklıkla bildiriyor: “...Suikastler: 1972'de Golda Meir'in emriyle Mossad (İsrail Gizli Servisi) yabancı ülkelerdeki Filistin direniş örgütünün liderlerini öldürdü.” Deir Yasin köyünde, aralarında çocukların, kadınların, yaşlıların da bulunduğu yüzlerce kişi toplu kıyıma uğradı. Peki, dünün gerçeği nerede?kırk yıl öncesinin gerçeği, bugün ne durumda?bu toplu kıyımlara karşı olması gereken İran ve Irak birbiriyle çarpışmakta. Suriye ile Filistinliler birbirini öldürüyor. Lübnan, kendi içinde birbirine kıyıyor. Filistinliler de kendi içinde birbirleriyle çarpışıyorlar. Yıllardır bu Müslümanların liderliğini yüklenen Mısır ise İsrail'le flört durumunda. Ama acaba Suriye'de Suriye mi dövüşüyor? Yedi bin Sovyet uzmanına karşı ABD uçakları Suriye topraklarına bombalar bırakıyor. Gerçek nerede? İnsanları insanlar mı yönetiyor, çıkarlar mı? Ama gerçeklik günümüzde insanın kendine bu kadar yabancılaştırıldığı bir mercekten görülebiliyorsa, Kafka'nın dünyasının özelliği, özenelliği, 'marazi'liği nerede? Deir Yasin'de olup bitenleri TV'den seyretseydi, Bir Savaşın Başlangıcı'nı o kadar soğukkanlı yazamazdı herhalde. (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.144 – Kafka neden toplumsal gerçekçi olduklarını önesüren kimi yöneticiler, eleştirmenler, estetikçiler tarafından reddedilmek istenmiştir? (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.145 – Marx'ın yorumlanmasındaki çeşitlilikler neredeyse onun gerçekçilik üstüne görüşlerini -gerçeğin değişken, koşullara göre yeniden elde edilmesi ve değerlendirilmesi gereken bir şey olduğu gerçeğini* bile unutturur görünmüştür. (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.146 – Kapitalist dünyanın yarattığı korku, öznel bir korku, küçükburjuvanın korkusu ise, savaş silahları üretiminde çalışan işçinin savaştan korkusu neyin göstergesidir? O da mı bir çarpıklığın korkusu, yoksa çelişkilerdeki değişimin mi? (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.147 – Hiroşima'da patlayan bombanın seyircileriyiz. Deir Yasin köyünde olanların seyircileriyiz. Şili'de olanları önleyemedik. Terör olaylarının tedirgin, sancılı seyircileriyiz. Bankalar faizleri yükseltiyor, faizleri düşürüyor. Silah ticareti günümüzün en örgütlü ticareti durumunda. Sonra bembeyaz kotraları, meleksi gülüşleriyle kıyılarımızdan bize bakıyorlar. Bizler onlara bakıyoruz. Sattıkları silahlarla darmaduman edilecek evlerimizi, eşyalarımızı gösteriyoruz onlara; satışlardan payımıza ne düştüyse onları, gururla... Yükselttiğimiz her ses ustalıkla kısılıyor, susturuluyor. (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.155 – Barış, gerçekten belalı bir konu. Her şeyi unutacak mıyızı? Neyi unutacağız, neyi unutmayacağız? İşkence gören, işkenceyi unutamaz. Unutmasın da. Ama gördüğü işkencenin acısını başkasından çıkarsın diye değil, başkasına işkence etmek, acı çektirmek elinden gelmesin diye... (Notlarımdan, 1986)

s.156 – Ülkenin yöneticileri o kadar uzakta, o denli soyut durumdalar ki, halk onların elinden somutta bir dilim ekmek almadığı için, sert eleştirilerin haklılığına kolayca inanabilir, hatta, yüzyüze gelmeme koşuluyla, onlara küfür edebilir. Ama kasaba ileri gelenleri, işte şu anda kendilerine birer torba mısır dağırmaktadır. Onların şimdide, somutlukta görünmeyen ihanetlerine kim inanır? Kim inanır, kasabanın bütün çocukları ölmedikçe, içilen suyun mikroplu olduğuna? (Notlarımdan, 1986)

s.159 – Gerçekte Adalet Ağaoğlu'nun roman coğrafyasında dolanıp durmasından hoşnuttum. Keyifli bir oyundu benim için. Öyleyse, yadırganır olmaktan çekindim. Öyleyse, yazarken sandığım kadar da özgür duymuyormuşum kendimi. (Notlarımdan, 1986)

Kitap: Damla Damla Günler (Adalet Ağaoğlu)

Alkım Yayınevi
Birinci Baskı, 2004

         27 Mayıs'ın bir zamanlar tatil olduğunu Kültür Bakanlığı'nın 1971'de kurulduğunu öğrendiğim kitap. Adalet Ağaoğlu'nun günlüklerinden 1969-1977 kısmının yer aldığı kitap. Altını çizdiğim yerleri buraya aktarıyorum. Bir kitap için yapılacak en anlamsız iş olabilir bu yaptığım ama bi şekilde bana iyi geliyor. Bir sonraki yazıda da yine Ağaoğlu'nun Geçerken'inden notları yer alacak. Şimdilik buralarda dursunlar. Yazarın roman serisinin ilk iki kitabı yarın yola çıkıp ulaşacak elime. Parçalar birleşecek.

s.56 – Hani sanki memlekette CHP aradan çıksa, ortada kala kala akla kara, sağla sol kalsa bulanıklıklar açılabilir, çaresizliğin yeri çare olur çıkar gibilerden, salakça konformist bir düşünce geçiverdi aklımdan. (Eylül 1969)

s.57 – Söylentiler bize göre değilse de, aileyi yaz tatili yapmak üzere Alanya Alaaddin Motel'e yerleşmiş görünce bütçesini düzelttiğini, bizim de cepteki son maaşların suyunu çektiğini düşünmüş, Durand Bulvarı'nın çok sevildiğinden bahsedilirken: “Benim çeviri hakkımdan bir 500 TL versen iyi olur” diyebilmiştim. “Yok ki” yanıtı aldım. Karısı da o sırada Halime'e araba almak istediklerini, hangi markadan almalarının iyi olacağını sormasın mı? (Eylül 1969)

s.63 – Güner, bugün genel provası olduğu için dün uğrayıp bana Maxime Rodinson'un Hasret-i Muhammet adlı kitabını armağan etmişti. Çok ilginç. İnsan sanki bir islam sosyalizmi olabilirmiş sanıyor. (Batı'nın Doğu bakışı.) (Ekim1969)

Bir yanda Marcuse, bir yanda Maoizm. Bir yanda da Maxime Rodinson; Hepsinin üstünde ülkede türlü biçimde yorumlanan Marx ve her derde şifa Atatürk! Gramsci'nin ne zaman, nerde Gerçek her zaman devrimcidir, dediğini biliyorum. Bilginin de yaşamdaki yerini, karşılığını bulmak, bilgiyi hayatla denetlemek, denetlenmemiş hiçbir kuramı da gerçek saymamak gerek. (Ekim1969)

s.64 – Türkiye'nin Kalbi Ankara filmini iki yıl önce görmüştüm. Hem de elin kültür merkezlerinden birinde. Vakti zamanında Sovyetlere çektirilmiş iyi bir dokümanter. Kurtuluştan sonraki ilk 10 yılın öyküsü ve haritası. Kuşkusuz Cumhuriyet'in 10. yılında o zamana kadar yapılanları dünyaya tanıtmak, TC'yi başta halk, yabancıların gözüne sokmak amacıyla çektirilmiş bir film. Hem canım, bu film Mustafa Kemal Atatürk'ün isteği üzerine onun onayıyla çekilmiş bir film değil mi? Nazım Hikmet'e öyle yapıldı: Şimdi Mustafa Kemal'e de böyle mi yapılmak isteniyor. Kurucusu bulunduğu CHP'nin gözündeki Atatürk buymuş demek: “Kimseye göstermeyin yaptırdığı şu 10. yıl tören filmini!” (Ekim-Kasım 1969)

s.79 – “Sizin gibi hayatını tek yumurtalıkla geçirmeye mahkum bir kadının radyo yayınları başkanlığından bu memlekete ne hayır gelir” benzeri provakatör laflar... (Şubat 1970)

s.81 – “Projeler çok değerli, yayınlarda bu önerilerinizin gözönünde tutulması elbette çok gerekli sayın konuklar, fakat acaba, özellikle Güneydoğu illerinin radyo yayınlarını hangi dilde yapmalıyız? Herhalde Kürtçe değil mi? Oraları hep sınırın öteki yakasındaki Kürtçe Barzani falan yayınlarını dinlemekteler de” diye sormak cehaletini gösterdim. Elbette yine gayr-ı muhatap oldum. Nedense, Kürtçe lafının bile yasak olduğu aklıma gelmemişti... Başkanlığa tayinim üstüne tebrik ziyaretime ilk gelenlerin reklamcılarla en kibarından üniformalı iki binbaşı olduğunu unutmasaydım bari... (Mart 1970)

s.108 – Devrimcilik, toplumculuk, sanat, sanatçılar... hepsinin bu derece yozlaşmış olabileceğine inanamıyorum. İnsanlığını zaten yitirmiş tutuculardan, tek hedefleri çıkarları olan sağcılardan sözetmiyorum. (Eylül 1970)

s.109 – Bu 1970 yılı boydan boya bir ölüler yılı oldu. Maddi ve manevi anlamda kayıplar yılı. Orhan Kemal öldü. Sermet Çağan öldü. Refik Ahmet Sevengil öldü. Gençler, öğrenciler öldü. Vurulanlar, kaybolanlar ve benim açımdan sağken ölmüş bulunanlar... Cahilleri çarçabuk doyuma ulaştıran sloganlardan bezginim. (Eylül 1970)

s.109 – 3 Ekimde AST'da yapılan basın toplantısı bana 'emperyalistlikle işbirlikçilik' manzarasını ayan beyan göstermiş oldu. Hani “Güner Sümer 'patronla' elele oldu, bize tek kuruş koklatmıyorlar” deniyordu? 'Milli Sermaye' böyle kurulacaksa kurulmasın gitsin, daha iyi. Ahh, Mao'nun kırmızı kitabını kutsal kitap sayan 'veriliye' muhalif kardeşlerim ahhh! Evrensel değerleri de göz kapamadan yakıp yıkanların aydınlık (!) neferleri ahhh! (Ekim 1970)

s.110 – Bu da benim kendimi aşamadığıma en güzel örnek. İçin için: Olur mu canım, hem Çatıdaki Çatlak gibi bir oyun yaz, oynansın -1964-65,- hem de kalk orda yüzleri üretim dünyasında hiç görünmeyen fakat 'halkına' “gönlümüz sizinledir” telgrafları çekenler sınıfı kadınlarından biri ol. Halim Adana'dan dönünce: “Gitmediğin için ayıp ettin” diyecek, eminim. “Zaten ayıp olmasın diye öldük hakim bey” dedirttiydim Evcilik Oyunu'nun kahramanlarından KADIN olanına. (Ekim 1970)

s.112 – Proleter devrimciler, 'Sanat politikanın emrindedir” diyorlar. Bense sanat, sanatçının devrimidir; onun 'o olması' politikasıdır, diyorum. Bu yüzden 'dostlarla' daha çok kavgalar vereceğiz. Hiçbir 'izm'in boyunduruğuna girme hevesinde değilim, 'kendim' olabilme arayışının yollarındayım. (Ekim 1970)

s.118 – Epeydir yapmadığım şey: Evi temizleyip süslemeye koyuldum. (...) Fakat şu krem ipekliden zambak işlemeli örtüyü yemek örtüsü olarak 'sanatçı dostlar'ın baskınlarından birinde kullanabilirim. Evlerinin her yanını kilimler, tahta kaşıklar, patates basması yazmalar ve işlemeli yün çoraplarla donatmaları beni sinirlendirmeye başladı. Eyüpoğlu'ların birer deniz 'Reis'i lakabıyla köy sanatına sahip çıkma ekollerine heveskar bulunanlara işte bu Osmanlı dokuması örtü farklı bir yanıt olsun. (Aralık 1970)

s.119 – (Ruhsal ve fiziksel çöküntü.) Bütün gece TRT'deki rezaletleri sayıp dökmenin yanısıra Pir Sultan Abdal çalındı, söylendi, ardından içimizden biri: “Şşışşt! Susun gülmeyin, dinleyin, saygısızlığa lüzum yok!” dedi diye intiharı düşünür mü insan? (Aralık 1970)

s.120 – Simone de Beauvoir'ın Kadın'ını okudum: Bağımsızlığa Doğru. Bağımsızlık gelecek; geldi bile: Yeni bağımlılıklarla. Fransızın küçük burjuva aydını Simone, Sartre'la elele kolkola... Ne kadar bağımsız! Onun kitabındaki ölçülerle tartılamaz bizim 'bağımsızlığa doğru' verdiğimiz omuzlar. Uzatma Adalet, hadi sen git kendi Aysel'inle hesaplaş. (Aralık 1970)

s.121 – Hep kadının özgürleşmesinin erkeği özgürleştireceğini düşündüm. Erkeği 'kendinden kurtarmadan' bize kurtuluş yok. Bugün, bir kavganın tam orta yerinde durdum. Durdum. Geri gitmiyorum, ama ileri de gitmiyorum. Yeni adımlar için çok düşünür oldum. Yoruldum mu, yoksa daha mı bilinçliyim?

Öyle çok şeye inandık ki, gele gele inançsızlığın tam göbeğine düştük galiba. Machiavel'in Prens'inin yakasına yağışmanın tam zamanı. Nerdeyse on yıl oldu okuyalı. “Her şey güçlüden yana” manasını tam dört asır önceden kıvırdığı için fellik fellik kaçtım ondan. Dönüp yeniden okusam, kaldırabilir miyim acaba? (Aralık 1970)

s.127 – Olabilir mi, her şeye kör ve sağır kalınabilir mi? Bizim kuşak, gerçek mutluluğun mutsuzluğu olduğunu öğreniyor. Öfkeyi ne biler artık, onu ne, nasıl diriltip şahlandırır? Çaresizliğin altından ancak öfkeyle kalkabiliriz? (Ocak 1971)
s.132 – İşte şimdi ben de, bir odanın içine yangelmiş, bugünün gençliğinde, öğrencilerinde at koşturuyormuş gibi yapmanın heyecanı ile sorumluluktan doğma inancın enginliğini içiçe geçmiş-birleşmiş görmekteyim. Daha yorulmadan tuzağa düşürülmelerinden korkuyorum. Anlık acemilikleri sevimlidir; severek anlaşılabilirler belki. Henüz yeni bıraktılar tahta atlarını, değnekten kılıçlarını kırmadan... (Ocak 1971)

s.133 – Ankara günlerdir çalkalanıyor. Basın, hele TRT muhabirleri nerdeyse birer polis hafiyesi konumundalar. İş Bankası Emek Şubesi'ni Deniz Gezmiş'le Yusuf Aslan'ın soyduğu söyleniyor. Canım, Amerikan filmleri kahramanı değil herhalde onlar. MİT ajanları da boş durmuyorlardır ha? Bu kimin, neye hazırlığı. Ah ortada yaptığı ettiği apaçık bir devlet olsaydı!.. (Ocak 1971)

s.134 – Gece, yani Cumartesi gecesi Mümtaz Soysal'ın dairesi önünde bomba patlamış. Dinamit belki. (...) Olan biten, her şey iyice sarpa sarmış durumda. Polis mi, MİT mi? Ülkü Ocakları var üstelik. (Ocak 1971)

s.136 – Yataktan şarkılar söyleyerek kalktım. Halim de bu işe pek sevindi. Hem de Ayhan'ımızın doğum günü bugün. Babaevine gidilecek. Yer-içeriz; yer-içeriz. Annemin Halim'i kendine aşık eden yemekleri; Fuat'a 'Hacı' diye seslenen babamızla 'atışmalarımız' ve tabi atıştırmalarımız: İşte Hayat! Buna şimdilerde korunmuş küçük burjuva hayatı diyorlar.

Sanki Karl Marx bunun büyüğündenmiş gibi... Küçük burjuvalık iyidir; iki arada bir derede, sürekli sınırdadır. Arayışa, dolayısıyla yaratıya açık bir hal... (Şubat 1971)

s.138 – -Tarihi bütün gerçeğiyle bilebilmek için bireyin iç tarihinin bütün dönemeçlerini, her anını da içimizle yaşamış olmak gerekiyor.- Bu da Türkün Ateşle İmtihanı'nı yeni baştan okumamdan doğma en taze yumurtam...

Tarihçiler, anı yazarları geçmişi bilgilerimize sunarken ne ölçüde objektif olabilirler? Acaba ne ölçüde kişisel duygu ve düşüncelerinden sıyrılabilmektedirler. Belgeler, denebilir tabii. Belgelerin verdiği ışıkta görülenler. Peki, belgelerin de belgelenmesi gerekmez mi? Ismarlanmış tarihler, zorla yazdırılmış raporlar ya da 'göze girmek üzre' adamına göre uydurulmuş istatistikler her zaman gerçeklerin belgesi midir? Mesela şu son iki yılımızı, 1970'lerden buyana akan zamanı gelecekte değerlendirecek olanlar için yığınla belge var, ama biz, bu zamanın taiçinde yaşamış olanlar, bu belgelerin egemen elllerce hasıl kendilerine yabancılaştırıldığının tanıklarıyız ama, yarına tanıklık edebilecek değiliz. (Şubat 1971)

s.139 – Kozalarını kendileri öre öre ipekböceği haline gelmiş 'özel mülklerinin koruyucusu' kadınlar Kozalarını delebilseler, kelebek olup uçacaklar... (Şubat 1971)

s.142 – Halim, iki gündür kapkaranlık. Bugün açıkladı. Yeni işinde de sağın baskısı. Öyle şeyler oluyormuş ki, bunları göre göre çalışmak onuruna dokunuyormuş. Kargaşayı değerlendirmekte güçlük çekiyoruz. Her şeyin mümkün olabileceği bir dönem. Bir gerilla savaşı, iç savaş ya da cuntanın egemenlik hazırlığı... gençlerin yalnız başlarına, sağda solda yokedilip gitmesinden korkuyorum. (Şubat 1971)

s.143 – Ayla (Algan) spor salonunda “Dünyanın Bütün Kadınları Birleşiniz!” programında söyledi şarkısını. İşçilere nazire ama, kendime bu ırk ayrımı gibi bir ayrımdan hoşlanmadığımı itiraf ettim. İnsanın özgürlüğü, dolayısıyla bütünleşmesi için dayanışmaya daha yakınlık duyuyorum. Erkeğin erkekliğine tutsaklığı gibi bir sorun da olmasa kadın, Simone de Beauvoir'ın Le Deuxieme Sexe'ine konu teşkil etmeyebilirdi. Yine de, tez tezdir. Karşısına bir inceleme kitabı koymadan konuşmam boştur. (Mart1971)

s.145 – Nihat Erim kabinesi parlamentodan güven oyu alacak mı, almayacak mı? Süngünün ucunu görünce tası tarağı toplayıp dört bir yana kaçanlar sanki yavaş yavaş ayılmaya başladılar. Erim hükümeti güven oyu alsa ne olur, almasa ne olur? Göstermelik bir parlamento sanki yeniden 'varmışa' getirilmek isteniyor. Üretimsiz devlet adamlığı; tükenmez maaşlar, uslu uysal çocuklar. Cumhuriyet'in en iyi başardığı sıtma savaşının ardında başardığı şey bu işte: Devlet babaya karşı başı kıldan ince uysal çocuklar yetiştirmiş olmak. Çıktık açık alın'sız yetiştik. Ölümüyle yani hayatıyla hesaplaşan otel odasındaki kadının romanı. Bu kuşak adına tek teselli noktası Bülent Ecevit; o sessizce inatlaşan çocuk. (Nisan 1971)

s.150 – İstedikleri kadar kışkırtsınlar, susacağım. Susun susun: Suskunluk korkutur faşizmi: Le Despotisme est un paradoxe=Despotluk akılsızlıktır, gülünçtür, saçmadır. Anlaşıldı mı? (Mayıs 1971)

s.152 – Menderes'in mezarından fırlayıp nihayet “Olmaaaz, yapmayın!” diye bağıracağını umuyorum. Bu ses İnönü Paşa'dan gelecek, lakin onu kim dinleyecek, bulamıyorum. Daha iki ay önce, memleketi herkesten çok sevenler ekibinden bazıları, hak hukuk diye yürüyen öğrenciler için: “Alacaksın bunları, bir ikisini sallandıracaksın, bu iş biter!” dilyenler değil herhalde. Umut bitmez. Toplum ses verir belki. (Mayıs 1971)

s.153 – Meclis'ten 'makabiline şamil' kanun çıkarılıyor. Dün, İlhan Selçuk'un Selimiye'de, askeri mahkemede ilk sorgusu yapıldı. (Askeri mahkemeymiş... Sanıklar sivil yahu!.. Heey!..) (Mayıs 1971)

s.155 – Bana böyle böyle 'ihbar maddeleri' döktüren önden varsaydığımız yargı sistemine güvensizliğim mi, yoksa varla yok arası toplum bilincine güvensizliğim mi, bilemiyorum. Hoş bu da zaten, tavuk mu yumurtadan, yumurta mu tavuktan, gibi bir mesele! Herhalde eline tek kurşunluk silah almamışların insan haklarının bu derece hiçsenmesi beni böyle yaptı. Sakin olalım. Çıldırmayalım. Leman gibi duralım. Kaniş köpeklerini Kuğulu Park'ta işetmeye çıkanlara sakın kötü gözle bakmayalım. (Mayıs 1971)

s.156 - (...) babamın 'hiç çaktırmadığı' telaşı, evdeki kitaplarımdan ötürü bana yönelik kaygıları içime dokunuyor. Kendisini avutma tarzı, sinek kovalar gibi bir korunma tarzı: Gülmemeye çalışıyorum:
“Kızım, sen solcu musun?” “Ne gibi baba?” “İşte öyle canım, diyorlar ya; sağcı-solcu. Solcu musun?” “Evet baba.” “Aaaa, yok canım, değilsin değilsin...” Başıma bir şey gelirse, inatçı huyumdan ötürü, değilse kitaplarım yüzünden gelecektir diye işkilleniyor olmalı. (Mayıs 1971)

s.157 – Deniz Gezmiş'ler, Sinan Cemgil'ler... Üstlerine yürüyen koca bir ordunun elde kılıç tek hedefi kurak yerde fışkırmış bu filizler... Sanki gençler ceplerini doldurmak, makam sahibi olmak falan için duydular başkaldırı ihtiyacını da... Üniversite yönetiminde söz sahibi olmak istek ve önerileri anlayışla karşılansaydı, bu önerilerinin anlamı bu kadar istismar edilebilir miydi? (Mayıs 1971)

s.158 – Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın Alanya'dan tuttuğu bir motorla -yanında iki kişi daha- Kıbrıs'a geçmeyi, oradan da Suriye ya da Irak'a kaçmayı başardığı söyleniyor. Mihri Belli'den hiç haber yok. 'Proleter Aydınlıkçılar'ın bir grubundan da haber yok. Sıkıyönetim'in dili, asmakla, kesmekle, sosyalistlerin kökünü kazıyacağız'larla dolu. Yüzbaşıymış, binbaşıymış, generalmiş; sanki kelleyi koltuğa almışlar için bu rütbelerin bir anlamı kalmışmış gibi. Bu bir 'ihtilal'se, her şeyin anlamı tersine dönmüştür. Yarın değişimciler, bozuk sisteme karşı yürüyenler halk desteğiyle iktidar olurlarsa, omuzlardaki yıldızların ne anlamı kalacaktır? Sivil bir darbe olursa? Olursa, 'Stalincilikten', yaşanmış askeri darbelerden ders alınmış olarak olmalı, diyorum. Aydın aşkınlığına, toplum bilincinin olgunluğuna dayanarak olmuş olmalı... (Mayıs1971)

s.161 – Pazar gecesi Halim'le yanyana Ankara'ya döndük. Eş eşe, peşpeşe hayatımız tam 17 yıllık... Bu da her gün kendimizi biraz daha aşma talimi, yapmakla geçti. İkili birliktelik ancak böyle sürebiliyor. Yoksa herkes sadece tek'tir. Sevişmenin bir adı da dayanışma. Dayanışma ise, her bireyin kendini aşması yol ve yordamının bitmez tükenmez dilencisi. (Haziran 1971)

s.168 – Büyüdüm. Çocukluğum ancak kırkımdan sonra bitebildi: Kadın oldum. Evi terkedip üç dört günlüğüne bir otel odasına sığındığımdan beri eski sarsak, şaşkın, yıkıntıların ne olduğundan habersiz saf safalak biri değilim. Dayanıklıyım. (Temmuz 1971)

s.169 – Bodrum'lu olmuş bulunan İlhan Berk'imizden mektup aldım. İlhan benden aldığı mektupları öve öve bitiremiyor, nedense. Okurken kahkahalar savuruyormuş. “Sen bir günce tutsan, herhalde çok iyi bir şey yapmış olursun; 'büyük' bir yazarın güncesi olmalı” diyor. 'Büyük' diye dalgasını geçmeseydi, iki yıldır böyle bir şey yaptığımı bildirirdim; ama şimdi artık tabii bildirmeyeceğim. (Temmuz 1971)

s.170 – (Bekir Yıldız'dan bahsediyor.) Ona ben, pornografiden hiç hoşlanmadığım halde, edebiyat kanalında yazarlık nasıl olurmuş Henry Miller'in Seksus'unu oku da gör desem, beni asabilir. (Temmuz 1971)

s.170 – Dün gece rüyamda Aleksi Zorba ile karşı karşıya geldim. Kan ter içinde uyandım. Zorba, kara-kıllı ve kazma gibi kirli dişlerle korkutucu, üstüme üstüme geliyor; ben de “Yetiş Viva Zapata, yetiş Viva Zapata!” diye haykırabilmeye uğraşıyor, bir türlü haykıramıyor; kaçmaya çalışıyor, tek adım atamıyorum. Terliyim, perişanım, feci yorgun. (Temmuz 1971)

s.171 – İlk gün savcı uzun bir iddianame okumuştu. Deniz Gezmiş, İnan ve arkadaşlarının Anayasaya ve Parlamentoya kasdetmek niyeti taşıdıklarını söylüyor, bunun cezası idamdır, diyor. Gençler de sorgulanmalarında büzülüp kekelemeden inançlarından hiç sapmadıklarını, demokrat bir Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu adına bugün de aynıı fikirleri taşıdıklarını belirtiyor, Savcı'nın iddiasını reddederek: Eylemlerinin hiçbir şekilde Parlamentoyu reddetmek amacı taşımadığını söylüyorlar... Bir aydır 'hücre tutuklusu' onlar. Gazetelerde türlü işkencelere uğradıkları yazılıyor: Böyle neşriyatta bulunan kapatılıyor; çare kulaktan kulağa haberleşmeye kalıyor. (Temmuz 1971)

s.174 – Halil'le Güner'in hayalini kurdukları yeni bir tiyatroyu Haldun Taner İstanbul'da açtı. (Temmuz 1971)

s.175 – İçinde bulunduğumuz şartlar altında en doğal şeyin 'erkeklik'ten, 'yiğitlik'ten sayılması da azımsanacak sorunlardan değil. İşte, Yaşar'ın ardından Emil, Mamak'tan, Barış'ta çıkan yazım üstüne yazmış bana: “Burda İlhami, Mümtaz, Fakir oturduk, yazını birlikte okuduk ve bazı kadınların bazı erkeklerden daha erkek olduğuna karar verdik” diyor. (Eylül 1971)

s.183 – Gele gele geldik Elmas Fabrikası'na... Elmas işleyen işçiler. Bunalr artık mecburen ya ihtilal eyleyecekler, ya hırsız olacaklar: Aklıma başka bir şey gelmedi. (Kasım 1971)

s.191 – 'Notetmek' yazmak değil ki. 'Günlük tutmak' da, yazmak istediğini istediğin kıvamda yazamamak demek. Günlerin bu gününde de yumurtanın kabuğunu böyle bir gaga vuruşla delmiş olayım. (Temmuz 1972)

s.204 – İlk yayıyını Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı (Sinan Yayınları'ndan bahsediyor). Her yeni kitabı hemen okuduğumuz gibi, bunu da okumuş: “Ahh işte romanımız bellenmişin, birbirini tekrarın ötesinde böyle bir şey olmalı!” diye iç geçirmiştim. İç geçirdim, çünkü bunun benim ilk romandan önce yayınlanmasını hafifçe kıskandım. (Eylül 1971)

s.205 – Hayati'ye gittiğimde Oğuz Atay da çıkageldi. Tanıştık. Uzunboylu konuştuk. Basının ilgisizliğine karşı öfkelenmiş görünüyordu. (Eylül 1971)

s.206 – Ankara'da Sevgi Leyla'yı çekiştirir, İstanbul'da Leyla Sevgi'yi. Aman bu kadın hikayecilerin birbirlerinden nerdeyse nefreti! (Eylül 1971)

s.206 – Cezaevi'nden dönüşte eve kapandım. Toz pislik içinde her yan. Derleyip topladım. Halim'in kirli çorapları çok birikmiş. Bu iyi, bu kötü; şuna değmiş, buna değmemiş, diye diye ancak yarısını yıkayabildim. Ne olsa şantiye çalışanından mühendis çorapları bunlar. Adana'dan az sonra gelmesini bekliyorum. Kolayından biraz yemek, temiz ev, temiz çorap... Daha ne olsun? Romanımın kahramanına bu açıdan da baktım mı, o Cumhuriyet'in aydın kadınına? Baktım canım, baktım... Hani Üniversitedeki dersinden çıkınca eşinin sevdiği şeylerden alıp gelmiyor muydu eve? (Eylül 1971)

s.210 – 12 Mart'tan buyana insanların insanlık haklarına yapılan tecavüzlerin unutulmasından korkuyorum. 'Vatansever milletin' bu çağdışı tutumu olağan karşılamasından korkuyorum. Gemisini kurtaranın kaptan olmasından. (Kasım 1971)

s.211 – Türkiye'nin McCarthy'si diye tanınan T. Feyzioğlu, Ecevit'i 6 maddelik bildirisiyle dikta rejim sahiplerine jurnal ediyor. Atı çizgi çizgi boyayarak zebra diye satankardan değil mi o da, faşizmi yeni doğmuş temiz bebek, goncaları umut dolu gül gibi milletin kucağına uzatıyor. Millet de gözünü açacaksa açsın artık. Onun daha güzel yarınları adına kimler kendini kurban etmedi, kimler intiharın eşiğine kadar gelmedi? Bir ses olsun da bari vicdan borcu ödensin. Millet derin sularda boğulmak üzre olan insanın, kendisini hayata çekmeye çalışana da asıla asıla ikisini birlikte derin sularda yok eden cahillik korkağı sanki. Çıkardığı davetiye yüzüdnen ekmek parasından da oldu işte. (Ah şu Jandarma-muhtar korkusu aaahhh!) (Kasım 1971)

s.213 – (Çatıdaki Çatlak oyunundan bahsediyor.) Sansür yetmemiş, sağcı gazetelerden birinde de “Bu oyunun yazarı evde kalmış, erkeksizliği başına vurmuş bir kadındır. Piyeste 'orospu emekliliği' falan gibi laflar geçiyor; yüzüne kimsenin bakmaması başına vurmuş belli ki” gibi pek 'derinlikli' bir yazı patlatmıştır. O günler Ankaralı yazar arkadaşlardan çoğunun, kendiliklerinden direnişimin yanında yer almalarını unutamam. Unutulmamalı. “Hürriyet ne için satınalmak istiyor bu oyunu Ergun?””Kelebek ekinde fotoromanı yayınlanmak isteniyor abla.” Fena mı, halka yayılacağız işte. Fakat halkımızdan kaç tanesi gazete alıp okuyor acaba? Biz onun yanına ineceğimize o buyana çıksa, daha iyi olmaz mı? (Kasım1971)

s.215 – Uğur Alacakaptan 6 yıla, Uğur Mumcu 5 yıla mahkum edildi. Hemen yenibaştan tutuklandılar. Alacakaptan Mümtaz'ın avukatı. Onu savunamasın diye yapmışlardır bunu. (Aralık 1971)

s.216 – 'Yarına umutlu bakmak' edebiyatı da canımı sıkıyor artık.TÖS davasında Fakir ve arkadaşları 8-10 yıl arası yemişler. Gazeteler çoktan birer baykuş olup çıktı. Umut nerde? (Aralık 1971)

s.216 – Demek Cağaloğlu yayıncılarında önden rezervasyon yapmak gerekiyor. Ya da kuyruğa girip beklemek. Bol bol çeviri kitaplar yayınlanıyor; yerliye sıra geç geliyor belki. Halim, oyun yazarı olarak sırtta taşınırken romanla hesaplaşmaya kalkmama pek olumlu bakmıyordu. Haklıymış demek. (Aralık 1971)

s.218 – Her şey böyle sarsıcı değil canım. Mesela dün dergi A'da Ergin Günçe'nin 'Pi Sayısı ve Özgürlük' başlıklı yazısını okudum; çok çok sevdim. Düşüncenin bukadar iyi, bukadar derinlikli anlatılmış olması beni heyecanlandırdı. Erdal Öz'ün Güvercin adlı öyküsünde, anlattığı şeyden çok, anlatma biçimi rahatsız etti beni. Yapay, acemi, nasıl desem, şey işte, aşınmış, evet aşınmış bir üslup ve kurgu. Oldu, uygun söz tam bu: Aşınmışlık. (Ocak 1973)

s.219 – Ellerimizde kadehlerle kurtların tahtalarını kırt kırt kemirip durduğu eskinin eskisi berjer koltuklara yangelince, insanın kendini Amerikan 'home life'lı filmlerin başrolünde hissetmemesi mümkün değil!.. (Ocak 1973)

s.220- Köylüden halkımızla kaynaşamadık, İstanbul'dan yazarlıkla kaynaşıp kaynaşamayacağım ise muğlak. Sahi yahu, Cağaloğlu Ankara yazarını bir türlü ciddiye almamıştır. Ya Batı'dan, yani İstanbul'dan olacaksın, ya iyice Doğu'dan. (Ocak 1973)


s.221 – Zaten buluştuğumuzda da öteki kadınlardan tek farkımız, birbirine yemek tarifleri yapmak yerine, ne gibi bir şey yazmanın tasarlandığının anlatılması. Anlatan anlatana, ama ortada somut bir şey yok. (Ocak 1973)

s.226 - Oğuz Atay'la edebiyatımızın roman bölümü üstüne, geçmişten yarına açılan güzel bir sohbetimiz oldu. Tutunamayanlar'la benim yayınlanamayan roman arasında tuhaf bir benzerlik olduğuna da değindim. Bu ikimizin de resmi ideolojiyi ironik biçimde sorgulayışımızdı. Kendisine de açıkladığım gibi, Oğuz bu sorgulamayı yer yer oyun ve karnaval havasına taşıyarak da yapıyor; ironinin sınırlarını grotesk ya da ironi boyutlarına kadar rahatça genişletiyor. Kurgusundaki 'kimlik'lerin sözde değişimi yazarın bilincindeki kada; kahramanların hayalleri ve düşleri ya da -anlatıcısına bağlanabilecek soydan- kendi kendileriyle 'dalga geçmeleri' daha az. Sahnede seyrek görünen bir şey de kadın kahramanların iç dünyaları. Bütün 'erkek' yazarlarımızın hiç kadınsız edemezken, bir yandan da, için için ondan yaka silkmeleri... Bu, Atay'da da biraz farklı renkte, ama yine var. Tabii bunlar bir yazar-okur olarak benim ilk izlenimlerim. (...) Bendeki 'fark'ın ne olduğuna pek merak göstermedi. Onun o sıradaki büyük ve taze acısı, 'kritikler' tarafından romanına beklediği önem ve ilginin gösterilmemesinden doğma. Beni hala heyecanlandıran ise, resmi ideolojinin at gözlüğü takılmış biçimde tek yönlü rap-raplaşmasından duyulan tedirginliğin edebiyatımızda 'sivilciler çıkarmaya başlamış bulunması'. Sivilce iyidir. Hem 'sivil'dir, hem 'ce'dir; gözle görülmektedir ve gecikmeden tedaviyi gerektirir. (Şubat 1973)

s.228 – Şafak (Aydınlıkçılar) davası da başladı. Sistemin değişmesinden yana olanlar kendi aralarında dahi bir bütün olamadıklarına göre, Böl Yönet mekanizması iyi çalışmış demek, diye düşünmemek elde değil. (Şubat 1973)

s.230 – Bir gün her şey düzelebilir; rejim kurtulabilir; göstermelik 'demokrasi' geri gelmiş olabilir, ama gittikçe genelleşen ahlaki çöküntü, bilmiyorum artık kaç nesilde onarılabilir. (Mart 1973)

s.232 – Yazar olarak benim bunları düşünmeye 'mecbur' bırakılmış olmam ayrı bir sorun. Yazarken kendimi nasıl da 'kendini aşmış' duyuyordum; yayınlatma meselesi dert olup çıktı. İnceleme sonucunda kitap 'sakıncalı' bulunursa, bu yazara böyle açıklanmayacaktır herhalde. Nezaketen “Hernekadar ilgi çekici bir kitapsa da, yazık yayınlayamayacağız” denecek, “'Bu İŞ'de burada bitecektir. Oyun yazarı, diye iyilik sağlıkla dolu adımın kaale alınabileceğine birazcık güvenmek istiyorum ama, o da devrin Kültür Müsteşarı ağzından 'bu yazar evde kalmış, cinsel bunalım içinde çirkin bir kadındıré damgasıyla damgalanmış bulunmakta. İyi oldu da 'darbe oldu', bu da ordan yuvarlandı gitti işte, bile diyemiyorum. Bunların namına utanmaktan yorgunum. (Mart 1973)

s.234 – Demokrasisi olmazsa olsun, yeter ki 'Laik Cumhuriyet'e parmak ucuyla dahi dokunulmasın? Cumhurumuz büyüdü, şişmanladı, torun torba sahibi oldu; Meclis'in çatısı çatırdıyor, ailesinin geleceğini sivilinden uzman ellere bırakalım, ölçsünler-biçsinler... diyen falan olmasın, sakın haaa! (Mart 1973)


s.235 – Benim derdim, birbirinin tekrarı her şeyden uzak durmak. Kendimi bile tekrarlayamam ben. Arayış. Yaratının anlamı bu: Arayış. (Nisan 1973)

s.242 – (Dominique Lapierre'in kitabı Kudüs Ey Kudüs'ten bahsediyor.) Kafamda yepyeni sorular yaratıyor. Adları sık sık anılan Filistinliler, örgütler, Arap-Filistin çatışmaları yanısıra beni en fazla etkileyen bölüm, İsrail kurulmadan çok önce, ABD ve Almanya'dan gizlice gönderilen, denizden karaya da gizlice çıkarılan 'koli koli' montaja hazır silah fabrikası parçaları. İsrail, Filistin'e karşı varlığını sürdürmek için demek ta ne zamandan silah fabrikaları sahibi kılınmış? Hani burda çeşitli 'sol'cularımızın İsrail devletini 'Sosyalist-Komünist bir devlet kurulmuşçasına alkışladıkları, kendi adıma benim de Güneydoğumuzun derinlerinde emperyalizme karşı bir devletin varlığına sevinmiş bulunduğum İsrail. (Haziran 1973)

s.248 – Kentli heyecanı yanıltır. Burda görülen 'orda', ötede başka olabilir. (Ekim 1973)

s.254 – (Ernst Fischer'in Sanatın Gerekliliği kitabından alıntılıyor.) Sınıf çatışmasının daha da yoğunlaştığı günümüzün burjuva düzeninde sanat toplumsal düşüncelerden kopma, bireyi kendi umutsuz yabancılaşmasına doğru daha çok itme, güçsüz bir bencilliği kışkırtma ve gerçekliği, yanlış tanrıların büyü törenleriyle dolu aldatıcı bir efsaneye dönüştürme eğilimindedir. Günümüzün toplumcu düzeninde ise sanat belirli toplumsal gereklere uyma, açık seçik bir aydınlanma ve düşünce yayma aracı olma eğilimini göstermektedir. Ama üçüncü bir döneme varıldığında sanatın başlıca görevi ne büyü, ne de toplumu aydınlatma olacaktır. (Ocak-Mart 1974)

s. 254 - (Ernst Fischer'in Sanatın Gerekliliği kitabından alıntıya devam) Sanatçılık yaşantısı bir ayrıcalık değil, özgür ve çalışan insanın doğal bir niteliği olacaktır. Bir başka deyişle, 'toplumsal dehaya' kavuştuğumuz bir dönem olacaktır (...) (Ocak-Mart 1974)

s.255 – Sanatın insanı insan kılacağına, bu yüzden gerekliliğine elbette inanıyorum; insanı hayvandan ayıran tek şey, bu yaratıcılık. Yaratıcılığın yeryüzüne ateşi getirmek demeye geldiğini damarlarımda hissediyorum. Ama yaratısıyla 'Büyük Tanrı'yı kızdıran bir yaratıcının bunun borcunu ödemeye yargılı kılınmasına ne demeli? Taşı yukarı taşı, geri yuvarlansın. (...) Bu 'sabrın', bu 'sonsuz' katlanışın önümüze hümanizma elleriyle nerdeyse yepyeni bir büyük tanrı gibi öne sürülmesinden, bu 'katlanış simgesinin' mitleştirilmesinden hoşlanmıyorum.

Hoşlanmıyorsun çünkü, Prometheus'un üstünde 'Büyük Tanrı' buyruğu olmasaydı, ta başta şu 'küçük tanrı'katlanışı olmayacaktı. Taşı neden 'yenilmeme' gururuyla habire yukarı, dağın tepesine taşıma 'cezasına katlanılıyor' da 'Büyük Tanrı'yı aşağı indirip yoketme bilincine sahip olunamıyor? Üstelik sonuçta 'brand new' bir 'Büyük Güç' olacaksa? Zeus'un kellesini uçurmak gerekmez. 'Büyük Güç' kavramıyla kedinin fareyle oynaması gibi oynayarak üstün gücü hiçlemek yeter. Dokunulmaz kahramanlığı dokunulur kılmak yeter. (Ocak-Mart 1974)

s.259 – Bu rol değişimine ilk sebep: 'Kadın yazar' ünvanından dörtnala kaçmam. Üstelik her kadından hikaye, roman yazarının anakahramanı nerdeyse hep kendi cinsinden seçilme. Böylece, bu ünvana seve seve çanak tutulmasına karşı, hem de Aysel'i içi boşaltılmış bir kadın kahramanlar kadrosuna ilhak eyledikten sonra bu sefer 'erkek' cinsi üstünden genelin geneli 'insan'cinsi aleminde 'O'nu bu 'O' yapan etkenler pusulasıyla dolaşmak. Mademki sen, kapitalist ilişkilerin kendine yabancılaştırdığı insanoğlunu, onun bu parçalanışını kucaklamak istiyordun, kendini 'erkek yazar' türünde deneyebilirsin. Demek ki bu yolculuğa bir 'erkek gözü' uydurarak çıkacaksın (!) Ama hangi, nerde, nasıl bir erkek? (İpek ticareti yaptırdığım kadın çöp sepetini boyladı. Yerine sakal bıyık takınmış bir 'dublör' bulunamadı.) Bir şey lazım. Aydınlatıcı bir dürtü. Bir an. (Ocak-Mart 1974)

s.262 - Aktarmalı seferim boyunca yol haritası çıkarıyordum. Tabii Bayram'ımın haritasını da. Arada dokunulmamış-bakire Balkız'ın ırzına memleketin nerelerinde nasıl geçilirse 'iyi olur'u hesap ettim durdum. (Mayıs1974)

s.263 – Sahi, Virginia Woolf'un Türkçe'ye çevrilmiş bir kitabı var mı acaba? Olsa, bilmek için her şey yapılacağına göre, bilirdin canım! Hayret, bugüne kadar böyle bir şeye rastlamadım. Kızılay'a inip Remzi'ye sormalıyım. Mayıs1974)

s.271 – Hikaye kitabım Yüksek Gerilim çıktı. Umarım 'kadın öykü yazarları' mahallesinin kötü komşusu bana da düşman kesilmez. Son bir iki yıldır yeni yeni hikayeciler. Dergilerde her zaman varlar, ama bu sıralar çoğu kitaplanmış durumda. Çoğu çok taze. Yeni yaklaşımlar.

Ben Sevgi Soysal'ın Tutkulu Perçem'inde bu yeni esintiyi alnımda hissetmişimdir. Yeni Dergi'de Tank ve Çocuk öyküsü çıktığı zaman sarılıp öptüm onu. Öyküde hayli verimli bir dönem. Özellikle son iki üç yıldan beri. Füruzan da iyi. Çok da övülüyor, ama Sevgi'nin muziplikleri, dramın altındaki 'fiyesta' onda yok. Daha iyi. Herkes kendine mahsus. Tekrar yok. Çoğaltmacılık yok. Yine 'öykü'deyip duruyoru. Artık bende böyle yerleşti. Benim dilimde hikaye'nin yeri hala daha büyük ve sağlam. (Kasım 1974)

s.283 – Sovyetler'in Balkanlar'daki 'emperyalist istilası' beni onların 'sol Cumhuriye'lerinden soğutmuştur... (Aralık 1976)

s.284 – Lenin ödülü sahibi Kazak-Sovyet şairi Olcas Süleymonov'un kendilerinin Türkçe kökenli dillerinin Rusça altında kasten yokedildiği üstüne bir inceleme kitabı yazdı, diye ödülünün elinden alındığını bir yerlerde okumuştum. Çok irkiltici geldiydi bana. (...) ... ne olsa biz, siyasa adına göre göre siyasal baskılar, kitap toplanmalar, yasaklar filan görmüş bulunurkern, yukarda, Sosyalist Rejim Cumhuriyeti'nde öyle değildir sanıyorduk. (Aralık 1976)

s.289 – Yanımda benden bir kuşak öncesinin, Cumhuriyet'in ilk okumuş kadınlarından elektronik mühendisi Seniha Hanım da var. baktım, hıçkıra hıçkıra ağlamakta. “Neyiniz var Seniha Hanım?” “Atatürk'ün naşını Dolmabahçe'den uğurlarken hislerim neyse, öyleyim. Atatürk'e bağlılığımızın ifadesi de böyleydi. Onun yokluğunu duyuyorum yine. Halkı Mao'yu bu kadar seviyorsa, ben de seviyorum.” (Ocak 1977)

s.291 – Biz kadınlar, çarlık Rusyası üst tabaka kadınlarının kılık kıyafetleri, tuvaletleri, manşonlu mantoları, baş süsleri, çanta ve takıları çevresinde dönüp durmadan edemezdik. Öyle oldu. (Ocak 1977)

s.293 – (Ekber Babayev) Bir ara kulağıma eğilip: “Nazım tam zamanında öldü” dedi. Şaşkın bakışımdan anlamış olmalı, ekledi: “Yönetim kendisiyle uğraşmaya başlamıştı. Gözden düşmüştü.” Ne denir? Dilim tutuldu diyebilirsin. Gıkım çıkmadı. (Ocak 1977)

s.294 – Ekber ayrıntı veriyor: Nazım Hikmet kulakları delik kadınları severmiş. Bu deliklere küpe takanları... Anneleri, büyükanneleri hep öyle olduğu için. Memleketimin kadınları küpelerini hep delik kulaklara takarlardı deyince, Vera da delirmiş. (Ocak 1977)


s.296 – Köpeğin ağzından çıkmış eldiveni nereye koyacağımı şaşırmış durumdayım, ama tam 'canım Nazım'ın köpeğinin salyası, olsun varsın'diye bir teselli bulmuştum ki, Vera bu köpeği iki yıl önce aldığını söyledi. (...) Taptığımız bir sanatçının hayatından etkilenme falan değil, büyülenme buna denir işte! (Ocak 1977)