Orjinal Adı: To The Lighthouse
Çeviren: Sevda Çalışkan
İş Bankası Yayınları, 2. Baskı, 2016
Virginia Woolf'un Kendine Ait Bir Oda'sından başka kitabını okumamıştım. O'nu da okuyalı yıllar olmuştu. To The Lighthouse geçmişti sonra elime fakat İngilizcesi çok ağır gelince hemen bırakmıştım. Sanırım korktum sonra kadından, cesaret edip de elimi ciddi ciddi uzatamadım raflarına.
Son bir senedir, çok sevdiğim bazı romanların yazarlarını erkek sanarken kadın olduklarını öğrenince (Harper Lee gibi), kendi cinsime nasıl haksızlık ettiğimi, kadın yazar bilgimi arttırmam gerektiğini fark ettim. Virginia Woolf'u da listeye aldım.
Türkiye'ye son gidişimde rastgele bir kitabını seçtim, Deniz Feneri'ni. Daha önce başlayıp yarım bıraktığım To The Lighthouse'un çevirisi olduğunu bile fark etmeden, aceleyle aldım. İyi bi başlangıç oldu sanırım, barıştım tekrar Woolf'la. Çok sevdim.
Kitabın başında eyvah dedim, korktuğum başıma geldi. Uzun cümleler, uzun betimlemeler, soyut anlatımlarla, aralarında bağlantı kuramayacağım cümlelerle dolu olacak... Öyleydi çünkü. Kendimi zorlayıp devam edince anladım ki sorun kitapta değil bende. Çok hızlı okumaya çalışıyorum. Basit cümleler okumaya o kadar alışmışım ki, 2 satırdan uzun cümle görünce okumayı yeni öğrenen çocuk gibi sıkılıveriyorum.
Halbuki bu kitabı sakince, her cümleyi tam olarak anladığından emin olarak okumak gerekiyor. Kıytırık bir betimleme gibi görünen bir cümleyi kaçırınca, bir sonraki cümleyi de anlayamıyor insan. Önemsiz gibi görünen ama çok önemli bağlarla bağlanıyor cümleler birbirine. Her bir kelimenin, cümlenin neden oraya yerleştirildiğini anlayarak ya da anlamaya çalışarak okumak, Virginia Woolf 'u (veya en azından bu kitabını) okumayı zevkli kılıyor. Çünkü bu kitapta insana zevk veren, bir sonraki sayfayı merak ettiren şey, olay örgüsü değil, olayın anlatımı, anlatırken verilen detaylar, beklenmedik karakter analizleri... Yoksa sadece uyku getirmeye yarayan kitap olarak kullanılmış oluyor ki bu kullanım, bu kitaba edilecek en büyük hakaretlerden biridir herhalde.
Mrs. Dalloway'le birlikte Deniz Feneri, yazarın ilk romanları arasındaymış. Orlando, Kendine Ait Bir Oda, Dalgalar, Yıllar hep daha sonra gelmiş. Mrs Dalloway'i sipariş vermiştim Türkiye'den gelen arkadaşıma, elime ulaştı, yakında başlarım. (Önce Adalet Ağaoğlu'nun ilk romanı bitecek. Meraktan ölüyorum.) Farkında olmadan doğru sırada okuyorum sanırım Woolf'u.
Şimdi üç beş alıntı:
s.3 - "Evet, elbette, eğer yarın hava güzel olursa," (...)
s.4 - İşte şu anda durduğu yerde bir bıçak kadar ince, bıçağın keskin yüzü kadar yassı görünen ve sadece oğlunu düş kırıklığına uğratmanın ve kendisinden on bin kat daha iyi olan karısını (James böyle düşünüyordu) gülünç duruma düşürmenin hazzıyla değil, aynı zamanda hep doğru tahminler yapmanın gizli kibriyle de alaycı bir biçimde sırıtmakta olan Mr. Ramsay'nin sadece varlığıyla çocuklarının yüreğinde uyandırdığı duygular bu kadar şiddetliydi. (...) Doğru söylememeyi asla beceremezdi; bir gerçeği asla çarpıtmazdı; herhangi bir ölümlüyü memnun etmek veya kırmamak için asla sözünü sakınmazdı...
s.40 - O gider gitmez Mrs. Ramsay taç yapraklarını birbiri üzerine örterek içine kapanıyormuş gibi göründü...
s.40 - Bir an için bile olsa kocasından daha iyi biri olduğunu hissetmek hoşuna gitmemişti; dahası, onunla konuşurken ona söylediği şeylerin doğruluğundan tam olarak emin olamamasına dayanamıyordu. Üniversitelerin ve insanların onu istemesi, dersleri ve kitapları ve bunların çok önemli oluşu - bütün bunların çok önemli olduğundan hiç kuşkusu yoktu; ama onu rahatsız eden şey, aralarındaki ilişki, onun böyle, herkesin görebileceği şekilde, açıkça kendisine gelmesiydi; çünkü o zaman herkes onun kendisine bağımlı olduğunu söylüyordu, oysa bilmeliydiler ki, o kendisiyle karşılaştırılamayacak kadar önemliydi ve kendisinin dünyaya verdikleri onun verdikleriyle kıyaslandığında bir hiçti.
s.43 - (...) başkalarına verme, yardım etme arzusunun hep kibirden kaynaklandığı duygusunu yaratması. Bütün bu içgüdüsel olarak verme, yardım etme arzusu kendini tatmin etmek için, hep insanlar (...) ona ihtiyaç duysunlar, onu çağırsınlar ve ona hayran olsunlar diye miydi? (...) ona yalnızca bu yaklaşımına burun kıvrılmış gibi hissettirmemiş, aynı zamanda içindeki bir yönün ve insan ilişkilerinin adiliğinin, bu ilişkilerin ne kadar kusurlu, ne iğrenç ve en hafif deyimle ne kadar bencilce olduğunun farkına varmasını sağlamıştı.