03 Nisan 2017

Kitap: Ölmeye Yatmak (Dar Zamanlar I) (Adalet Ağaoğlu)


Everest Yayınları
5. Basım, Kasım 2016
İlk Yayın: 1973



14 - Bazıları, erkeklerden bazıları, başlarını açmayı akıl etmişler. Yaşlı kadınlar damalı örtüleriyle yüzlerini kapatıyorlar. İçlerinden on kez, "Allahım sen günah yazma" diye yakarıp dua ederek, üç kere bağırlarına tükürüyorlar. Erkek kadın "umum" bir yerde ilk bulunuşları.

14 - Doktor bekardır. Sarı saçlarını parlatarak her yere geç gelmeyi, kendisini henüz bir hastadan dönüyor göstermeyi ve böylece herkesten daha ülkücü olduğunu belirtmeyi sever.

20 - Kız ve erkek öğrenciler ilk kez birbirlerine değeceklerdi. Ama, onca provaya karşın değemiyorlardı. Adımları birbirine karışıyordu. Sarılmak gerektiğinde, birbirlerinden birer metre uzakta duruyorlardı. Bu bile, erkek ve kız çocuklar arasında, birinin de kendini dereye atıp boğulmasıyla sonuçlanan büyük aşklara yol açacaktı.

21 - Seyirciler arasındaki eşraf ve esnaf babalar, polka ve rondo ile kirlenen namuslarını örtbas etmek için durmadan öksürüyor, kafalardaki bütün sıkıcı düşünceleri kovalamak için gerekli gereksiz gülüyorlardı. Medeni olmak buyrulmuştu. Eh, ne yapsın onlar da medeni olmuşlardı işte. Suç kendilerinde değildi.

22 - Geceler boyu bekar odasında, yatağında, helada, sofrada kendi kendine tekrarladığı, ama hiçbir fırsatla kimselere söyleyemediği ne kadar düşüncesi, ne kadar sözü varsa, hepsini bu akşam söyleyecekti işte.

23 - "Bir gün öğretmen de ölür. Ama ardından binlerce ve binlerce kişide yaşar o. Bir alev, sönmez bir ateş gibi, ilim meşalesini nesilden nesile devreder." (Bunları yobaz bir hocadan başına taş yiyip ölürken söyleyecek.)

24 - Aysel'in babası, Salim Efendi, Kurtuluş Savaşı'nda İsmet Paşa'yı Ankara'ya götüren jandarmalardan biri olmakla yakın zamana dek övünmüşse de, artık bunu unutmuş gibidir.

30 - Babanın ya da annenin tansiyonu yoksa, en üst kata yerleşmişlerdir. Kimsenin tepelerinden halı silkmesine ve gürültü etmesine izin vermemek için. (Şencan Apartmanı)

32 - Bir Kültür Bakanlığı vardır. Bütünleme sınavlarına engel sınavları, ekim ayına birinciteşrin, Adalet Bakanlığı'na Tüze Bakanlığı denilmektedi.

34 - "Dersim'e sefer olur, zafer olmaz" diyenlere karşın, Umumi Müfettiş Korgeneral Abdullah Alpdoğan, Dersim'e gidip köylülerle konuşmuş ve bu konuşma sırasında bir fotoğrafı çekilmiştir. Dersim'i (Tunceli) itaate alan iki güçten söz edilmektedir: Asker ve beton.

41 - Bütün iyi aile çocukları Galatasaray'da okuyormuş.

41 - Halam, Fenerbahçe'de dedemden kalan köşkte oturuyor.

42 - Babam küçük bir kasabada kaymakam, evet. Fakat dedem paşaymış. Bunu kimse bilmiyor ki. Bir gün öğrenirler.

42 - Ailesi hem köylü, hem de çok fakir. Babası da yokmuş zaten. Hele, Galatasaray'a hiç giremez.

42 - Babası hoca olduğu için, ona Kur'an ezberletirmiş; Kur'an'ı Arapça ezberlediğini bizden saklardı. Ben, öğretmenime söyledim. Neredeyse okuldan kovuluyordu. Başöğretmen acıdı da kovmadılar. Onu nasıl başöğretmen yapmışlar bilmem.

44 - Atatürk inkılaplarına böyle karşı gelirse, Belediye Reisi'ne dükkanını kapattıracağını söyledi de, Aysel müsamereye öyle çıkabildi. Zavallı Aysel! O, hiç Ulu Önderimizin istediği gibi bir Türk kızı olamayacak bana kalırsa.

45 - Bütün hocalarımız harp olmayacağı için çok seviniyorlar. Buna biraz içerliyorum. Ne olsa, hocalarımızın çoğu ecnebi. Türk olsalardı harpten korkmazlardı.

46 - Ama, ne olsa köylü işte. Avrupai kafalı biri olsa o da oğlunu Avrupai bir okula gönderirdi.

48 - Yoksa gebe miyim? Öyle ya. Çoktan aybaşı olmam gerekirdi. Neden olmadım? Kadınlığım mı bitti?

49 - İnsan kendini tek başına özgürleştiremezse ve tek başına özgürleşme düşü içinde boğulmuşsa, kendinden sonra gelenlerin altına yatmalıdır.

49 - Ama hiçbir yerli film, bir öğrenci odasında, kendi öğrencisinin odasında, bir doçent hanımın kadınlık zarının yeniden nasıl bozulmuş olduğunu göstermez.

50 - İşçiler, hizmetçiler, hastabakıcılar, marangozlar, marangoz çıraklalrı, dükkan çırakları, hademeler, çöpçüler... Bu gece Büyük Tiyatro'da My Fair Lady'y, seyretmeye gidemeyecek kim varsa başkentte, hepsi. Hepsi, sabahın köründen başlayarak, asla erişemeyecekleri bir masal hayatına vergi ödediklerini düşünmeksizin.

52 - Ne ki, bazı çirkinlikler fırsatsızlıktan önlenir. Benim de fırsatım yok şimdi. Ama bazı güzellikler de fırsatsızlıktan çirkinleşir. Onunla şimdi konuşmak istiyorsam, bu belki de son anda tamamlanabilecek bir şeyi tamamlayabilmek içindir. Hiçbir şeyi tamamlayamadan ölmüş olmamak için.

55 - Her şeyi kitaptan ezberlenmiş gibi düzgün bu oğlanın. Sahiciye benzemez.

55 - Aysel'i başkente yollamadan da durmadan boğulmaktaydı Salim Efendi. Oğlu okuryazar olduğundan bu yana boğulmakta. Öğretmene rastladıkça boğulmakta. Kaymakam mahfellerde, bayramlarda, kalkınan ışıklı bir ülkeden söz ettikçed, boğulmakta. Şakir Ağa, erkana rakı sofraları kurdukça, bağına bahçesine kuzu çevirmeye götürdükçe onları, boğulmakta. Onu, Belediye Reisi'nin kolunda, şosede dolaşırken görüp görüp boğulmakta. Onun öğretmenden yanak aldığını görüp boğulmakta. Jandarma Kumandanı'na besili hindiler gönderdikçe boğulmakta. Memurinin gittikçe dışına düştüğünü, hiçleştiğini görerek boğulmakta. Boğuldukça nemrutlaşmakta. Nemrutlaştıkça yenilik, uygarlık adına ne görürse ortalıkta, topuna birden soğukluk duymakta, hatta kin toplamakta...

59 - En çok onun kendilerini, "Yiyiçiğim, içiciğim" diye konuşturmasına takılırdı.

66 - Ali, henüz kaldığı otele de, başkente de alışamamış olmanın şaşkınlığı içinde ağlamayı becerememiştir.

67 - Bir kadın, erkek sırtları arasında tek tük yer alan kadınlardan biri, ak mendiliyle hıçkırıklarını ağzına hapsederken, birden, "Öff, ne pis kokuyorsun sen çocuk!" deyivermişti.

69 - Çıplakken bir matbaa işçisini bir öğrenciden, bir efendiyi bir uşaktan, bir zorbayı bir aşıktan nasıl ayırdedebilirsiniz?

70 - Ayrıntıları düşünmekten ölemiyorum.

74 - (Sahi, kabul günü ne zaman ithal edildi acaba yurdumuza?)

78 - Ben oraya gelince, en ağırıma giden de annemin, babamın bana başımı örttürmeleri oldu. Sana anlattığım gibi, burda benim yaşımdaki kızlar, hiç başlarımızı örtmüyoruz. Sadece, okula giderken kasketlerimizi giyiyoruz. Zaten Ölmez Atamız, bizlerin uyanık ve medeni olmamızı istemiştir. Şayet beni burdan bir öğretmenim yazın, başım örtülü olarak dolaştığımı görseydi kimbilir neler derdi?

80 - Biz Türk erkeklerine hep kardeşimiz gözüyle bakarız ve bakmalıyız.

81 - Çok komikti. Ayıp olmasın diye fazla gülmedim.

82 - Herkesten Hitler'in çok büyük bir adam olduğunu duyuyorum. Sevgili kardeşim, yurtta sulh, cihanda sulh diye, ben hiç harp  olmasın istiyorum. Fakat Hitler, Ulu Atamızı tanımadığı için ve O'nun ölümünün dünya için ne büyük bir kayıp olduğunu bilmediğinden olacak, böyle herkesi telaş içine sokuyor.

84 - Babam kaymakam olduğu halde yemekte ağzını çok şaplatması sinirime dokunuyordu. Kardeşim Nurten'e, "mersi" demesini öğrettim.

84 - Tabii hariciyeci olunca kaderde Moskova'ya gitmek de var. Nitekim, bir gün doktor da olsan, Şark hizmeti şarttır ve memleket uğruna insan bazen istemediği yerlere de gitmeye mecbur kalabilir.

89 - Dündar öğretmen de Atamızı bir kendisinin sevdiğini sanıyor.

93 - Hitler'in attığı her gol, Hitlercilerin bıyıklarını biraz daha küçültmeleriyle sonuçlanmaktadır.

96 - Belediye Reisi ve Kaymakam Bey, babamdan ne istiyorlar bilmem. Şakir Ağa'nın yaptıklarını görmüyorlar mı? Onlar gibi babam da çocuklarını rahat şartlar içinde okutamıyorsa kabahat onun mu?

103 - Belki biz gerçekten de alevler ortasında bir gül bahçesinde yaşamaktayız.

104 - Ağlamasını öğren oğlum Ali. Ağlamadın mı olmuyor. İyi ama, kime ağlamalı? Ağlamak için de biri gerek.

109 - Bazen, tövbe ama, abimin Atatürk'ü hiç sevmediğini sanıyorum.

110 - Halbuki jimnastik öğretmenimiz, benim taşımamı istemiş. Fakat Yıldız'ın babası saylav olduğu için, müdüranım onun taşımasını uygun görmüş.

113 - Yolunda giden bir evlilik. Yıllar sonra yatakta birbirine hala istekle sarılan iki kafa dengi. Evliliğin bir tanımı varsa, en yalını bu olmalı. İki kişiyle bütün bir dünya kurulamayacağını da bilen üstelik.

114 - Her şey yolunda görünüyordu. Artık öyle görünmemeli. Otuz yılda hiçbir yere gelinmemişse, bir başkaldırı mutlak olmalı. Bu hiçlik de yaşanmalı. Bir boşluğa olanca hızla düşülmeli. Bu düşüş gerçek yüzünü göstermeli. Bir düşüş yokmuş gibi yaşanılamaz. Düşülen yerden yıldızlar seyredilemez. Ülkücülük şırıngası ile Oscar Wilde bilgiçliği arasında asılı durulamaz. Bir yere dikilmeli. Orada sağa sola bakılmalı.

116 - Tamam... Buydu işte beni de hoşnut eden... Bir gençliği paylaşmak. Önünde her şey için daha çok zamanı olanlardan otlanmak.

117 - Kim istemez kendini beğenerek ölmeyi? Kendimi doğrulamış olarak ölmeyi ben de isterim. Her şeyde haklı bularak kendimi. Bütün haksızlıkları da başkalarına yıkarak. Devrederek. "Kısmet değilmiş!.."

119 - Demek tedbir zehiri fazla karışmış kanıma. Belki de bu zehirle savaşmaktan ölemiyorum.

120 - Açıklamaya girişmeler bazen çok uzun sürüyor. Yine de hiçbir şey çözümlenmiş, hiçbir şey anlatılmış olmuyor. Bu da insanı bir an önce kesin, somut bir iş yapmaktan, diyelim ölmekten alıkoyuyor hep. "Ölmek de bir iştir işler içinde" der, Ömer'in şair arkadaşı.

121 - DEmek, ölmeye karar verişim onun bu davranışından ötürü değil! Demek, öyle gurur kırılması falan gibi cıvık bir duygu yüzünden yürümedim ölüme. Birden, sigaram dudaklarımda, çırılçıplak oturduğum koltukta, az önce hesabını gördüğüm omuzlarımı dikiyorum. Kendi gözümde yeniden güzelleşip büyüyorum. (...) Türkiye'nin ayrıcalıklı aydın kadını oluyorum yeniden. Ölümümü kendim seçmişim işte.

121 - Kalan sağlara sevinmek. Her zaman sevinilecek bir şey bulmak...

123 - Anlaşılan Yahudiler birden kötü kesilmişlerdi. Bunu da ilk gören Hitler olmuştu zaten!

126 - Yine de Batılı çamaşırcı kadınların kendi ülkesindeki en soylu hanımefendilerden daha ince olduklarına inanıyordu.

128 - Yine de dudağına hafif bir ruj sürmekten ve yarım kollu bir giysi içinde olmaktan gayri Batı'yla hiçbir ilişki kuramamış olduğu ortadaydı.

128 - Alman yenge ikide bir, Aydın'ın gözünün önüne nedense bir yığın toprak testi getiren bir aksanla, "Elle est charmante, notre Sevil!" diyordu.

132 - Başkentteki yöneticiler, bilirkişi ve uzmana duydukları susuzluğu, Avrupa savaşından yakayı kurtarıp yurda dönen okumuşlarla gidermeye çalışmaktadırlar.

134 - Ardında biraz ürkek, biraz saygılı, biraz da hüzünlü bir kadın bıraktığını bilir. (Sevil ve annesi)

136 - "Şimdi başkentimizde bir orkestra var. Ama ne zaman ki her vilayetimizde bir orkestramız olur, işte o zaman Batı uygarlığına erişiriz.

139 - Kimi tutmak gerek peki?

141 - Milliyetçi bir öğrenci olarak yetiştirilmeye çalışıldığın bu okulda Dar Kapı'yı okumakla ahlakdışı hareket ettiğini biliyor musun? (...) Bilmeden vatana nasıl ihanet edilebileceğini öğrendi sonunda.

142 - Ertürk, bu ilk suçundan ötürü bağışlanınca, bir daha bilmeden suç işlememeyi de öğrendi. "Oku!" diye verdiklerinden gayri hiçbir şey okumamayı, "Düşün!" dedikleri dışında hiçbir şey düşünmemeyi...

156 - Bir maaşın yoksa hükümet kapısından, dar gelirli de değilsin.

157 - Neden sanki büyükler evlerinde hep turşu kuruyorlar da, çocuklarına bir boyalı şeker alıvermiyorlar?

162 - Fethi Bey, hiç boynunu kullanmıyor. Dönmek gerekirse bir yana, bütün gövdesiyle dönüyor.

164 - Turan neresiydi acaba? Ya lokantada adı geçen boyalı kuş? Boyalı kuş gerçekten var mıydı?

184 - Metin'in bu dersi asma teklifi hiç hoşuma gitmedi doğrusu. Yine de kibar bir çocuk.

190 - Neden bilmem, durmadan haksızlığa uğruyoruz.

192 - Ben de serbestlikten yanayım ama artist resimleriyle uğraşıp ülkemizi bir yana bırakarak değil.

194 - Böyle yazı, yazı makinesi, kitap vb. gibi işlerle uğraştığımı sağa sola çıtlatmaktan zevk duyarım.

195 - Bir arada hem saygıdeğer, hem saygıdeğmez; hem kusursuz, hem kusurlu; hem giyinik, hem çıplak. Hem kadın, hem insan.

197 - ...hep dar gelen zamanımın on saati birden, bir dalganın şurdan kalkıp şuraya ağıvermesi kadar yalın bir biçimde geçivermişti. Acaba gerekli ya da gereksiz, severek ya da sevmeyerek yapılan böyle yüzlerce şeyden hangisi beni bu kadar ısıtmış, pırıltılara boğmuştu?

197 - Kılları alınırken bile kendi gözümde hep bir fikir yığını haline gelmiş olan bu başı, bu boynu, bu kolları, bacakları hemen yeniden var saymakta bocaladım.

198 - ...o sabah değin sanki hep kadınlığımdan kopuk; sağlık, rahatlık için yapılmış birer görevdi.

198 - Sınıf? Öyle ya. Hangi sınıftanım ben?

198 - Yaşanmışlığı olmayan hiçbir cümle kalıbının hiçbir anlamı yüklenmediğini bir gün anlar mı acaba?

199 - Geceden kalan türküleri unutuvermiştim. Kaşlarımn orta yerinde bir ağırlık duyuyordum.

199 - Kendi kendimi asıl ilk böyle yakaladım işte. Temizlikçi kadına, "Konuklar geldi. Oturdum", "Bir arkadaşımla kaldım", "Canım yatmak istemedi. Dikiş diktim" ve bunlara benzer bir yığın başka şey söyleyebilirdim. İlle bir açıklama yapmak zorunda da değildim üstelik. Ama fırsatı bir kez daha okumuşluğum üstüne değerlendirivermiştim.

200 - Pedikürün ardından bir kokteyle davetliysem, alışverişe gideceksem ya da akşama konuklarımız varsa, bunları hiç söylemiyordum. Hep ciddi görevlerim olmalıydı.

201 - Tahta ayaklı başucu lambasının duygusal ışığını kapatıyorum.

204 - Şimdiki çocuklara kimseler görev yüklemiyor. Bir görevi kendileri seçerlerse seçiyorlar. Ya da güvensizliği yaşıyorlar. İnançsızlığı. İyi ama, neye inansınlar? Kime?

206 - Aşkale'den İstanbul'un Büyükada'sına, Moda'sına, Şişli'sine geri dönenler keyifle ellerini ovuşturuyorlardı. Durumu kolay atlatmışlardı. Varlık Vergisi adı altında pek de bir şey ödememişlerdi. Çoğu, neleri var neleri yok, çoktan karılarının, çocuklarının, analarının üstüne yaptırmışlardı çünkü.

207 - Almancı bazı yazarları, genç genç üniversite öğrencilerini, Hitler'i örnek alarak kendilerini ırkçılığa adaöış olanları, şimdi birden gözaltında tutma çabasına girişmesi neden?

211 - "Gel içeri. Bir de hasta olma başıma. Eline iş veriyorsak öğrenesin diye veriyoruz. Yaptığın bana ise, öğrendiğin kendine."

213 - Aysel ilk kez o akşamüstü umutsuzluğa düştü.

213 - Babasının aklına getirmemek gerek; ne büyüdüğünü, ne de hala okumakta olduğunu. Bir bardak su istedi mi, hemen fırlayıp vermeli.

221 - Çelimsiz bir telsizcinin de içinde bir yürek taşıyabileceğini düşünemiyordu henüz. Ama o zaten, "Türkiye'yi uygar milletler seviyesine yükseltecek" görünüş ve çabada olmayan hiçbir şey ve hiçbir kimseyle ilgilenmiyordu.

231 - Aysel artık, tenis oynayan bir Cumhuriyet çocuğunu önemsememezlik edemez.

232 - Aysel, içinde onarılmaz bir kırıklık duyuyor. Yeniden evin kıyıda köşede unutulmuş eşyası olduğunu seziyor. İlk gerçek öfkeyi tanıyor. Dışa vurulamayan o, insanı içten içe kırbaçlayan, insana kendini aştıran ve durmadan kendini zora koşturan... Eline geçen bu ilk fırsatı ne olursa olsun iyi değerlendirmeli. Kendisinin de bir "kişi"olduğu akıllara yer etmeli.

238 - Çehov'un anlattığı halk, onun mujikleri ya da bizimkiler böyle bir durum karşısında tek şey isterler: Ölse de kurtulsak!

240 - Bir elmayı bir tabak içinde çatal bıçakla yemeyi nerde öğrenmiştim ki ben? Neden yaptım bunu? Herhalde karşımdaki masada oturan dört kişi öyle yapıyordu da ondan. Darwin sağ olsaydı da bizi tanısaydı, kolayca kanıtlardı kuramını.

240 - Doğallık: Intelligenzia'nın yeni buluşu. Yeni peygamberler: Köylüler.

241 - Ama biliyordum, "İşçi sınıfı artık bizden o kadar uzak değil" diyecekler. Ben bile inanmıyor muyum buna? En azından inanmak istemiyor muyum?

242 - İlle inandırmaya çalışmanın gereği ne peki?

242 - Belki de salt gövdesi çekmiştir beni.

242 - Hemen kabulleneceğim okumuş ya da cahil, kolay çözümleyici hayat yargıçlarının yargısını. Ve bu öylesine işime gelecek ki!..

243 - "Bir bunalımdı" derim. "Sürmenaj...""Böyle yapmam gerekiyordu, böyle yaptım." Aydınların bu tür hakları vardır. Bu haklardan birini kullanmış olmam kimseyi yadırgatmaz. Yadırgatsa da aydınalrın başkalarına aldırmama hakları vardır. Ne yapalım? Bu böyle.

243 - Onunla yatmaktan aldığım tat bitmiş. Hiçbir şey olmamış gibi.

246 - Castro, yumuşak olup da sert olmaya çalışan bakışlarıyla, duvara çizilmiş küçük bir kız resminin üstünü süslüyor. Küçük, güleç; evleri bizim evlerimize benzemeyen, kır yolları ve bahçeleri bizim kır yollarımıza ve bahçelerimize benzemeyen; inekleri, babaları ve gıcır gıcır kolalı önlükler kuşanmış köylü anaları bizim ineklerimize, babalarımza ve köylü analarımıza benzemeyen, ilkokul okuma kitaplarında sayısız rastladığım bu küçük kız resminin, Castro'nun görev yüklenmiş ince omuzları altında işi ne?

246 - Uslu ve çalışkan bir öğrenciye verilen bir ödül.

248- "Bütün bu kitaplar okununca, Hanya'yı Konya'yı görünce bir insan... Bir erkek... Yani nasıl anlatsam, her kadından tat alınmaz olunuyor. Salt bir kadının gövdesi değil aradığım. Beynimle de doymak istiyorum. Aynı düşünceyi paylaştığımız bir kadın istiyorum yatağımda. Ama öyle bir kadın da yatmak için temiz bir yatak, sonra da yıkanmak istiyor."

249 - Daha önce, şubat ayının son haftasında yani, Türkiye Büyük Millet Meclisi, alınan tarihi bir kararla Birleşmiş Milletler Topluluğu'na katıldığımızı, böylece artık özgür ve uygar devletler içindeki yerimizi aldığımızı açıklamıştır. (1945)

256 - "Hem onlar Hıristiyan memleketi. Biz Müslümanız elhamdülillah." Ardından hemen düzelttiler: "Hayır yani din işlerini devlet işlerine karıştırdığımızdan değil. Gerekirse çıplak kadın heykeli de kondururuz ilçemizin münasip bir yerine. Ancak şimdi daha su derdimiz var. Yol derdimiz var. Gıda derdimiz, yakacak derdimiz, gaz, tuz, et..."

256 - Şimdilik işletsin dükkanını bakalım da, ilerde ben vali olunca alırız eve. Vali hanımı da ilaç dükkanında çalışmaz ya!..

264 - Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Roosevelt dün ansızın ölmüş. (...) Ankara'da bütün bayraklar yarıya indirildi.

266 - İyi bir gazeteci, gördüğü bir olayın her cephesini, hatta görünmeyen cephesini bile iyi aksettirebilen insandır.

269 - Hitler balon gibi sönmüş. Gestapo şefi Himmler ise karanlıkta şarkı söyleyen çocukalr gibi boşuna esip savuruyormuş.

269 - Acaba benim babam ne tarafı tuttuğunu neden hiçbir zaman söylemez? Bizim evde konuşulanlar, yok terfi, yok tayin, yok şu yemek pişecek, yok bugün falanlara gidilecek...

272 - Düşünüyorum da herhalde onun böyle erkekten kaçan bir kız oluşunu doğru bulmuyorum ve bir Atatürk çocuğu olarak değişmesini istiyorum. Bu da bize düşen bir görev, değil mi?

276 - Yer yerinden oynasa, kimimize yok yok.

277 - Bir adam bir başka ülkede, bir başka ülke üstüne her şeyi böyle inceden inceye biliyorsa, ondan çekinmek de gerekir.

278 - Memleketimize şeker geldi. (40lar)

282 - Bilgiç bilgiç başlarımızı salladık. Dağıldık.

282 - Gençlik Parkı'nda oturursam, halka daha mı yaklaşacağım, nedir? Engin'in gözüne girmek istemişimdir belki. Düşüncemle tavrımı, tutumumla yaşamımı özdeşleştireceğim... Hayır. Böyle değil. Bu düşüncenin dışındayım. Daha yalın bir nedeni var bunun: Seyretmek. Değerlendirmek.

282 - Üstümdeki renk renk kareli battaniyeye bir tekme atıyorum. İşte o zaman ölmeyi bile beceremeyecek denli geç kalınmış olduğunu anlıyorum. Ölmek nedir? Ölmek, yaşamış olduğunu bilmeyi gerektiriyor.

283 - Sevmek, bilmektir. En iyi öğrendiğim şeyse "vecize" söylemek.

284 - Zayıf olmayı kendime yasaklamaksızın. Bir toplumcuya yakışıp yakışmayacağını düşünmeksizin.

285 - Ama basıp istifayı Dışişleri'nden, onca dilediği "hariciyecilik" mesleğinden, niye İstanbul'da tümen tümen sol yayınlar basan bir yayınevi kurduğunu soracağım Galatasaraylı Aydın'a.

286 - Bir fikirden yana olmakla bir fikir olmak aynı şey değil. Bu delikanlının yanında kendime yer ayıra ayıra, nerdeyse benimsediğim fikir olduğuma inanacağım.

300 - Mister Truman da zaten ellerinde çok güçlü bir yeni silahın olduğunu söylüyor. Bu silah kullanılırsa bütün dünya altüst olabilirmiş. Henüz daha vatanımız için hiçbir şey yapamamışken bizim de sonumuzun gelmesi çok acıklı olur. Ayrıca, bir kızla daha doğru dürüst arkadaşlık bile etmedim.

301 - Fransızlar aslıdna sulhü severler. Mecbur kalmasalar Şam'ı top ateşine tutmazlardı sanıyorum.

301 - Fakat önce aynı partiden olup da sonra ayrı parti kurmak bana çok çocukça geliyor. (...) Mesela ben Erdal'la iyi arkadaşım. İlerde başka bir parti tutmaya başlasam ona karşı biraz ayıp olur. (...) Atatürkümüz başımızda sağ olsaydı, zaten bütün bu çekişmelere lüzum kalmazdı sanıyorum.

303 - Neden hep ona anlatmam gerekeb bir şeyler olduğunu sanıyorum?

305 - Ah, en sonunda, en sonunda okumuşluğumun bir işe yaradığı duygusu içindeyim. Somut, elle tutulur. Vermek, vermek... Sakınılmış ne varsa...

306 - "Ama adam haklı. Şaşmayın hayır. Gülmeyin de. Haklıymış işte. O ailelerden birinin yetiştirmesi olsaydım ve sizden bunu isteseydim, yatardınız benimle..."

s.307
s.308


312 - İki iri heykelin altında iri harflerle TÜRK yazılı. Ali heykelleri ilk gördüğünde, Bunlar Türk'se, ben neyim, diye düşünmüştür. Küçüklük duygusu o zamandan kalma.

313 - Bütün adaleleri dışa fırlamış iki güçlü Türk. Çenelerini, saçlarını, kafa biçimlerini ne köylüde, ne başkentte gördüğü insanlara benzetebilmekte Ali. Bir gün bir derste Yunan tanrılarını okudular. Bazı resimler gördüler. Ata'nın iki yanındaki güçlü dört kişi o derste gördüğü resimleri anımsatıyor Ali'ye.

314 - Ama insan okuyunca duvarcı, amele falan olmak istemiyor nedense.

315 - Radyoevi'nde sınava girme düşüncesi öyle kolay kolay, tek başına altından kalkılabilecek bir düşünce değil ki. Nerdeyse reisicumhur olmaya karar vermekle bir.

317 - Ali karşısındakine yüklediği çaresiz bocalamayı sezdi.

321 - Şimdi giyinirken Ali keyifli keyifli gülümsüyor. Avni Abisinin kendisine böyle kızışını seviyor. Onun bu öfkelenişleri bu bağırı bağırıverişleri içini ısıtıyor nedense. Okşanıp sevilip tatlı sözler dinlemekten çok ısıtıyor. Biri tarafından yürekten sevilmenin tadına varıyor Ali.

325 - Ta uzaktan bakışa bakışa yan yana gelmek güçtür. İnsan ne yapacağını şaşırır. Gülümsesin mi, ciddi mi dursun, el mi sallasın, gelene doğru yürüsün mü?..

332 - Birbirlerine bakıp zorla gülümsediler. Daraltılmış, tutuklu gülümsemeler... Bu çocuklar ta yürekten patlayan bir gülüşü hiç tanımıyorlar.

337 - Marlene Dietrich 1931'den buyana ilk kez Berlin'e gitmiş, Amerikan işgal kıtalarına şarkı söylüyor.

347 - Bana olan tutkunluğunun dalgasına kapılıp da kafasına benimsemeyeceği bir fikrin, bir bilginin sokulmaması için nerdeyse hücum altında tetikte bekliyordu da denilebilir. Aramızdaki karmaşık ilişkiyi ne kullanıyor, ne de kullandırmak istiyor.

349 - Ertesi gün Atatürk'ün huzurunda, bir ondan izin aldığımızı bilerek yani, Ömer'le nişanlandık. Bütün kokuşmuş töreleri de böylece alt ettiğimizi sandık.

350 - Yanan bir sigarayı avucuna bastırır gibi neyin ne denli acıtacağını, neyin ne denli yırtılıp parçalanacağını ve neyin seni nereye götüreceğini bilmek için kendine bir seyirci koltuğu seçmezdin.

350 - O korkunç soğukkanlılığı  yeniden yaşamak istemem. Neydi beni insanlıktan bu kadar uzaklaştıran?

350 - "Gövdesiyle birlik beyniyle de doymak" isteyenlere yetmek için kaç kişiyiz? Kaç parça olması, kaç parçaya bölünmesi gerek kadınlık zarımızın bütün okumuş erkeklerimizi doyurabilmesi için? Sonuna dek özgürleştirebilmemiz için onları ve vatanı, bir gecede kaç yatağa bölüşmemiz gerek?

353 - Sevimli yanlışlar yapıyorlar evet. Örnekse, oyun boyu bir dizi ezilen, sömürülen insanları gösteriyorlar. Bunlar niye ezildiklerinin, hatta ezildiklerinin bile farkında olmuyorlar ama, oyun sonu mutlak, her şeyin farkındaymışlar gibi ağaların, beylerin korkudan dudaklarını uçuklatacağını sandıkları sözler ediyorlar. Gerçekte böyle şeyler olmadığı için, sahnede oluyormuş gibi gösterilmesi yüreklere bir ferahlık verse gerek.

353 - Ömer bu oyunu görmek istemişti. Sevimli yanlışları seyretmekten de bilimsel bir sonuç çıkarır o.

353 - Bir zamanlar analarımız bize katılmazlardı. Bizi kendilerine katmaya çalışırlardı. Biz de onları beğenmez olmuştuk zaten.

355 - "Gövdenizi benden sakınmadığınız için teşekkürde geciktim. Hep geri attım bunu söylemeyi. Hak etmediğim bir şeydi..." Yooo, ne demek? Çoktan hak ettiğin bir şey. Hak ne söz?

362 - Romanya gazetelerinin Türkiye hakkında şu yayını yapmakta olduğu belirtilmektedir: İkinci Dünya Savaşı'nda Türkiye, tarafsızlık maskesi altında Hitlercilerin emperyalizmini pek faal bir şekilde desteklemiştir. Balkan Paktı'nın mevcudiyetine rağmen ezilen memleketleri müdafaa için kılını bile kıpırdatmamıştır. Hitler'in Rusya'ya tecavüzünden üç gün önce Türkiye, Almanya ile dostluk paktı imzalamıştır. buradan kalkan Alman uçakları Sovyet Rusya üstünde görünmüşlerdir. Boğazlar'dan Türkler yalnız mihver gemilerinin geçmesine izin vermişlerdir. Ankara'daki Sovyet mümessilleri aleyhine dava açmışlar, böylece Sovyet Rusya'ya husumet duygularını aşılamışlardır.

363 - Ulus gazetesi bir ek çıkarıyor. Daha doğrusu, bir propaganda broşürü. Bu broşürde komünizm, DP, Mareşal Çakmak'ın adları yanyana geliyor. Ali'nin aklı büsbütün karışıyor. DP gerçekten sol bir parti mi acaba?

364 - Neden "Vatan Sathı" böyle karman çorman? Acaba şimdi tam da Türk Gençliği'nin muhtaç olduğu gücü asil kanında araması gereken zaman mı? Öyle de acaba Ali, vurdumduymaz bir memur olmuş, Atatürk'ün verdiği göreve sırt mı çevirmişti?

367 - "DP hele bir başa geçsin... Merkezi Hükümet'te diyanet işlerini de kuracak. Beni de oraya gönderecekler..."

372 - Neden sanki ötekiler, kendi ülkesinin gençleri de böyle değillerdi? Acaba neden Aydın, Alain gibi olamıyordu? Örneğin, bir "Tan Olayı"nı karşılıklı oturup sakin sakin, bütün doğruları ve yanlışları tarta biçe değerlendirmeleri, birbirlerini böylece çoğaltmaları için ne eksikti? Eksik olanları ortaya çıkarmak ve değerlendirmek için neden ille yabancı bir ülkede bulunmak gerekiyordu? Mantık kitaplarından onlar da düşünme yöntemlerini, doğruyu saptama yöntemlerini öğrenmişlerdi. Kitaplardan öğrendiklerinin hayatla hiçbir ilintisi yokmuş gibi yaşamasız kalması nedendi?

375 - Yer yerinden oynasa Aydın yanındakinin, sadece bir kadın olduğunu unutamayacak. Yanındakinin insanlar içinde bir insan olduğunu düşünemeyecek...

375 - Acaba "uygar" bir kızın nasıl olacağını nereden çıkarıyordu Aydın? Hangi gözleminden, hangi geleneğinden, hangi görgüsünden? Neden, nasıl kuruyordu böyle bir düşü?

376 - Öğrencilerin yakalarında Birleşmiş Milletler rozetleri varmış galiba. Altıok yerini nedense bu rozetlere bırakmış.

378 - Bir türlü makul olamayıp, içinde komünist cinler barındıran bu öğretmen kimdi?

381 - Biz cumhuriyetsek, yeni kurulan Çin de cumhuriyetse; biz demokrasiysek, ABD de demokrasiyse Marshall Fikir Planı, dünya halkları arasında nasıl bir fikir boşluğu, nasıl bir yöntemle dolduracak? Demokrasi, günlük politikaya göre durmadan değişen bir temelsiz ilkeler yığını mı, yoksa kaçınılmaz olan bütün değişimleri insanın özgürlüğüne ve yücelmesine doğru yöneltecek bir temel görüş, bir fikir mi? İnsanı özgürleştirmek için canı-kanı olmayan ilkeleri koltuk değneği etmek yeterli mi?

392 - Öteki kardeşlerin nerede Engin? Ne yapıyorlar? Anan? Ya saat onarıcısı baban? Kampana fabrikasındakiler ne diyorlar? Kurtulmak ve kurtarmak istiyorlar mı? Sordun mu onlara? Sor.

392 - Söyle bana Engin: Şimdi hayran hayran ve güvenle yüzüne baktığın kadın özgür mü? Özgürleşti mi hiç değilse o? Söyle Engin. Kurtardı mı bir şeyleri? Bu mümkün mü? Tek başına kurtulmak ve kurtarmak mümkün mü?..

395 - Herkes beni arıyormuş, bense lunapark gibi bir yerde dönmedolaba binmeye dalmışım da ondan utanıyormuşum.

397 - Durmadan ödeyecek, her şeyi ödeyecek denli zengin olmadığımı, elimde olan, bildiğim, biriktirdiğim bütün zenginliğimi kendisine çoktan verip tükettiğimi nasıl açıklayabilirdim?