03 Nisan 2017

meczup bile değişir coğrafyadan coğrafyaya

Türkiye'deyken orda burda karşıma çıkan, kafası uçmuş insanlarla muhabbet etmeyi severdim. Özellikle İstiklal Caddesi civarında denk gelirlerdi. İllaki edebiyatla bi alakaları olurdu. Evsiz tipli, orda burda takılan, hayatın sillesini yemiş, boşvermiş insanlar.. Ufak bi kafede otururken, dükkan sahibiyle kanka olmuş, dışarda sigara içerken gelip muhabbete dalar mesela. Başlar anlatmaya. Aklına geleni söyler, seni fazla dinlemez. Verdiğin her cevaptan yeni bi anısı gelir aklına, ordan oraya atlar. Seni sadece dinleyici olarak görür aslında. Aslında sen olmasan zaten kendi kendine konuşacaktır. Yine de, ciddiye aldıysan, he deyip geçmediysen minnetle bakar gözleri. Günlük hayatta alıştığımızın tersine, samimi bi muhabbetin peşindedir. Alabildiğine bencildir o da, bizim gibi, ama gereksiz kibarlıklara girişmez, dinliyormuş gibi yapmaz. Hem mütevazidir, hem kendine güveni tamdır. Vs vs..

O zamanlar gençtim, yeni insanlar, başka hayatlar tanımaya çok meraklıydım da ondan mı severdim bu muhabbetleri, yoksa konuştukları şeyler mi ilgimi çekerdi, bilmiyorum. Bi şeyler değişti, artık burda, başka bir dilin konuşulduğu bu ülkede zevk almıyorum davetsiz muhabbet misafirlerinden. Dili anlamamak değil problem, 2,5 senede ister istemez gelişti İngilizcem, olabildiğince az pratik yapmama rağmen. Ne dediklerini anlıyorum, refleks olarak cevap da verebiliyorum. Ama yabancı olduğumu çatdadanak anladıkları için, ilk soru "Nerelisin?" oluyor ve "Türkiyeliyim" deyince açılan muhabbetler hep aynı yöne gidiyor. Erdoğan, Hollanda'ya faşist demesi, Hollanda'daki Türkler vs... Sıkıcı, çok sıkıcı. Zaten bunlardan konuşmak istemiyorum, bi de bana kalkıp Türkiye'yi anlatmaları yok mu!.. Tayyip'ten önceki Türkiye'yle şimdikini kıyaslıyor bana. Gülen'le çok farkları yok aslında, sadece birden anlaşamadılar, kökenleri aynı, diyor. Mevlana'ya benzetiyor, ikisi de mistik diyerek... Bi arkadaşım var, Orhan, diyor, ailesiyle politika konuşamıyor, anlaşamıyor, diyor. Kendisi ne Erdoğancı, ne Gülenci, diyor. Atatürk de diktatördü ama daha iyiydi, diyor.

Hadi ya, diyorum, ne kadar ilginç. Sadece bunu diyebiliyorum. Beni hiç dinlemiyor çünkü. Bacak bacak üstüne atıp öne doğru eğiliyor durmadan yaktığı tütün sigarasını içerken... ve kitaplardan, haberlerden öğrendiği kadarıyla, Türkiye'yle ilgili daha önce hiç duymadığımı düşündüğü bi gerçeği daha anlatmaya başlıyor bana. Bana bana, Bihterine!

He deyip geçiyorum. "Yoruldum abicim bu konuları konuşmaktan, bana başka şeylerden bahset," diyecek güç bile bırakmıyor insanda. Durmadan konuşuyor. Bulunduğum yerden uzaklaşmaktan başka seçenek bırakmıyor bana.

Kaçınılmazsa zevk almaya bakmak, bi seçenek. Ne düşündüklerini öğrenmek, yaşadığın yerde farklıinsanların görüşlerini öğrenmek filan..  Ama olmuyor, zaten lafı bölüp muhabbete dalabilen, muhabbette dominant olabilen bi insan değilim, çok sıkılıyorum. Utanıyorum, çekiniyorum filan değil, bildiğin sıkılıyorum.

Bu yaptığım ırkçılık mı sevgili blog? Sorarım sana. Kendi memleketinin evsizleriyle konuşmaktan zevk alıp, göçtüğü ülkeninkilerin muhabbetini beğenmemek... Ya da daha hafif tabirle milliyetçilik mi? Yok be, değildir. Olsa olsa sıkılmaktır. Beni bana anlatma, demektir. Belki de büyümektir. Belki de artık düzene uymayıp boşveren insanların hayatlarına eskisi kadar saygı duymuyorumdur. İstiklal'de bağıra bağıra şiir okuyan, kapı önünde sigara içerken yanıma yanaşan bi evsiz daha görürsem, bi bakarım, ne hissediyormuşum. Ama du bakalım, memleketin evsizleri bile değişmiştir belki bu son bikaç yılda.

O değil de, pişşt, bak ne diycem: Türkiye çok değişti, biliyo musunuz?



Yukarıdaki kartpostalı İstiklal Caddesi'nde, Sahaflar Pasajı'nda bi sahaftan almıştım. Uzun uzun muhabbet etmiştim adamla. Uzuuun beyaz saçları ve uzuuun beyaz sakalları vardı. Üniversitenin başındaydım. Ne konuşmuştuk o kadar? Evlenmeyin demişti ya da kadınlarla ilgili bi şeyler demişti. Boşanınca nasıl rahatladığını anlatmıştı. Sonra tekrar gittiğimde göremedim onu. Oğlu vardı sanırım, suratsız, benim yaşımda bi tipti. Meczuplukla alakası yoktu, karizması çizilmesin diye gerekirse nefes bile almayacaktı, o derece olması gerektiği gibiydi. Sonra ben de onun gibi biri oldum, o ayrı.

Bu kartpostal, koleksiyonumun ilk üyesi oldu. Sonra, zamanla biriktiler. Seçilenler bi duvarı kapladı. Belki de hepsi o meczupça muhabbetin yüzü suyu hürmetineydi. Akıllı tarafından bakarsak hayata, so what? der insan. Bi duvar kartpostallarla kaplanmışsa ne olmuş? Kira değil mi ev, çıkarken boyatmak gerekir, boşa masraf. Öte yandan... O kadar basit değil işte. 

Düzen dediğin, normallik dediğin ota boka, gereksiz şeylere masraf çıkarmıyor mu sanki? Bi düğün olur misal, elbise gerekir, ayakkabı gerekir, ayağı vuran cinsinden, takı gerekir, çanta gerekir, saç, makyaj gerekir. Bunların hepsi masraf. Bu saydıklarımın hepsi olabildiğince günlük hayatta kullanılamayan türden olması gerekir. Öte yandan, her düğünde, her kutlamada, fotoğraflarda laynı kıyafetle görünmemek de gerekir. Dolayısıyla hayatında en fazla bikaç kere giyeceğin şeylere tonla yatırım yaparsın. Neden? Çünkü düzen kadına böyle yapmasını emreder! 

O yüzden, bana masraf bahanesiyle gelme sayın düzensever. O kartpostalın bi anlamı var, neye mal olursa olsun, düğün için alınan topuklu ayakkabıdan bin kat daha değerli. 

(Evet, yakın zamanda düğün var, gerginim ve kafam da biraz güzel)