22 Kasım 2016

Kitap: Akıl Çağı (Jean Paul Sartre)

Henüz hiç Sartre okumadım. Bi romanı olduğundan da haberim yoktu. Son gidişimde, Türkiye'de dayımın kitaplığında gördüm Akıl Çağı'nı. Sabah gazetesi, zamanında, Nobel ödülü almış edebi eserleri seri olarak vermiş okurlarına. Dayım da almış tabi. Bikaç kitapla birlikte valize attım hemen. Kilo sınırı olmasa o kitaplığın yarısını taşırdım buraya ama, artık, parça parça olacak bu iş. Sağolsun dayım da kitap dağıtmaya meraklı, alan memnun satan memnun yani.

Kitap isminden de tahmin edilebileceği üzere, tam bir fikir romanı. Böyle bir terim var mı edebiyatta bilmiyorum ama çok yakıştırdım. Fikirlerin romana ince ince işlendiği kitapları seviyorum. Her bi satırın altını çizmek geliyor içimden. Elbette her romanın arkasında fikirler vardır fakat benim demek istediğim, ideolojilerin romana yedirilmesi, bunun bazen çaktırılmadan, bazen göstere göstere yapılması. Roman karakterlerinin gündelik hayatlarıyla ideolojilerinin çatışmasına okurun şahit olmasının sağlanması.

Malumunuz, büyük amaçlarla gündelik yaşam bir türlü birleşemiyor. İnsan her zaman fikirlerine uygun yaşayamıyor. Bir siyasi harekete mensup olmasa yani kendini "...ist" olarak tanımlamasa bile herkesin "nasıl yaşamalı?" sorusuna kendince bir cevabı var ve buna uymaya çalışıyor. İşte fikir romanları, işte bu kitap, Akıl Çağı, insanın bu soruyla kendine çizdiği sınırlar içinde bocalamasını anlatıyor. İnsanın kendi kendine düşmanlığını kurcalayıp duruyor yazar.

Benim için, tekrar okunması gereken kitaplardan.

Şimdilik alıntılarla yollarımızı ayırıyoruz:


113 - Bunu bilmesi gerekti, kendimden bahsedemediğimi, çünkü kendimi başkalarına anlatabilecek kadar sevmediğimi anlaması gerekti. (Marcelle)

114 - Ondan nefret edersem, elimde ne kalır? (Marcelle)

116 - Fransız ruhuyla dolu bir havuzdu burası, her yerde o ruh vardı. Ivich'in saçlarının üzerinde, Mathieu'nün ellerinde: Bu süzülmüş, ayıklanıp temizlenmiş aydınlıktı, salonların ciddi ve saygılı sessizliğiydi. Mathieu birden kendini medeni bir sorumlulukla dopdolu buldu: Yavaş sesle konuşmak gerekti, eşyaya el sürmemek, kurcalayıcı zekasını insaflı fakat kararlı bir hızla kullanmak ve nihayet, bir Fransıza en uygun nitelik olan "ağırbaşlılığı" unutmamak gerekti.

167 - ...sen, kendinden utanan bir burjuvasın. (Jacques)

170 - Özgürlüğün, insanların kendi istekleriyle yaratıkları durumlara tam karşıdan bakmalarını ve o durumların sonuçlarına katlanmaları gerektirdiğine inanıyorum. Ama sen benim gibi düşünmüyorsun galiba; sen kapitalist düzeni suçluyorsun, o düzen içindesin ve o kapitalist devletin memurusun; komünistlere sampati beslediğini söyler durursun, ama herhangi bir uca bağlanmak istemediğin teranesiyle onlara sokulmazsın, oy vermezsin; burjuva sınıfı hor görürsün, suçlarsın, halbuki bir burjuva gibi yaşamaktan hoşlanırsın. (Jacques)

170 - Jacques gençlik yıllarıyla övünürdü, bu bir güvenç payıydı ve onun mevcut düzeni vicdan rahatlığıyla savunmasına yarıyordu.

171 - Hiç kimseye benzememek için insan herkese benzeme cesaretini göstermelidir. (Jacques)

171 - Belki de sen, bana kıyasla daha az korsandın, işte seni yıkan da bu oldu; yaşayışın, basit bir temele dayanan, ama bitmek bilmeyen bir isyan ve anarşi tiryakiliği ile, seni düzene, ahlak sağlamlığına ve günü gününe diyebileceğim alışılmış hayata iten derin ve güçlü bir içgüdü arasındaki çalışmadan ibaret! Sonuç şu ki sen, sorumluluğu olmayan ihtiyar bir öğrenci olarak kaldın... Artık körpecik bir delikanlı değilsin; anladın mı ve bu özentili bohem hayatı sana hiç yakışmıyor. Zaten bohem hayatı denilen şey de nedir? Bundan yüz sene önce pek güzel, romantik bir fikirdi herhalde, ama bugün artık modası geçmiş ömrünü tüketmiş bir şey... Artık akıl çağındasın Mathieu, akıl çağındasın, ya da... ya da olmalısın! (Jacques)

172 - Odette ne yapar o zaman? Olgun ve iyi niyetli bir zevce rolünü mü benimser, yoksa burnunu kitaptan kaldırmadan üç beş cümleyle başından mı savar?

175 - "Halbuki elimden geleni yapıyorum işte." Ya Marcelle çocuğu istiyorsa? İşte oradai bu noktada Mathieu boku yiyordu. Bu ihtimali bir saniye düşünmek yeterdi, o bir saniyede her şeyin anlamı değişiyordu. Bu, başka bir hikaye oluyordu artık...

175 - İnsan bütün bunları söyledikten sonra, artık öyle uslu uslu fikir değiştiremez; bu inanca ihanet gibi bir şey olur. Marcelle böyle bir ihaneti yapabilecek insan değildir! Öyle olsa bana söylerdi, değil mi, neden söylemesin? (Mathieu)

176 - Excelsior saldırgan bir gazete değildi; tapyoka gibi yavan, mızmız ve yağlı birkaç sayfadan ibaretti. Sizi heyecanlandırmaya, öfkelendirmeye çalışmıyor, sadece onu elinizde tuttuğunuz sürece yaşama sevincinizi kırmaya yarıyordu.

177 - Ne var ki o cansızdı, hareketsizdi, yaşamak, alevlenmek, acı çekmek için kendine bir varlık, bir vücut verilmesini bekliyordu. O başkalarının öfkesiydi.

178 - "İnsan istediği anda acı çekemez." Orada korkunç ve inanılmaz bir hikaye vardı ki, kendisi için acı çekilmesini istiyordu... "Yapamıyorum, işin içinde değilim." (Mathieu)

179 -...demir parmaklıkları olmayan bir kafeste gibiyim. (Mathieu)

185 - Ama bence sende, yıllarca büyük değer verdiği fikirlerin aslında on para etmediğini farkedivermiş bir insanın şaşkın hali vardı. (Brunet)

186 - Biliyor musun, kendilerinden başka bir düşüncesi olmayan ve prensip olarak bana hayranlık duyan bir alay çocukla haşır neşirim ben. Hiç kimse bana benden söz etmiyor, ben kendim, bazen kendimi bulmakta zorluk çekiyorum. Şimdi söyle bana! Sence bir uca bağlanmalı mıyım? (Mathieu)

187 - Sen kendi yoluna gittin... Sen burjuva çocuğusun, bize öylece, kolayca gelemezdin; kendinden kurtulman, sıyrılman gerekti. Şimdi, artık serbestsin, özgürsün. Fakat hürriyet, kendini bir yere, bir şeye vermek, bir şeye bağlanmak için değilse eğer, o zaman ne işe yarar? Kendi kendinden kurtulmak, temizlenmek için otuz beş yıl verdin, sonuç ne oldu? Hiçlik, boşluk! ... Acayip bir herifsin biliyor musun? Havada yaşıyorsun, bütün burjuva bağlantılarını kesip attın, proletarya ile de ilgin, bağlantın yok, uçuyorsun adeta. Sen varlığı olmayan bir yaratıksın, bir "yok"sun...Ama bu her zaman insana zevk veren bir duygu olmasa gerek. (Brunet)

187 - Özgür olmak için her şeyden vazgeçtin. Şimdi bir adım daha at, özgürlüğünden vazgeç. O zaman her şeyi yeniden kazandığını göreceksin. (Brunet)

188 - Ama, bilmiyorum neden, ben en sonunda gerçeklik duygusunu kaybettim. Hiçbir şey bana tam olarak gerçek görünmüyor. (Mathieu)

188 - Sende bu gerçeklik var. Elini nereye sürsen onda bir gerçeklik havası yaratıyorsun. Odama girdiğinden beri burası da gerçek görünüyor ve beni rahatsız ediyor... Sen bir insansın.... Sen insan olmayı istedin, seçtin! (Mathieu)

188 - Kısa ve sert gerçeklerle düşünen, şekilli ve güçlü kaslarıyla bir erkek - insan; dümdüz, kapalı, kendine güvenen, ayağı sapsağlam yere basmış bir insan; sanatın, psikoloji ve politikanın o masum görünüşlü oyunlarına kendini koyverip, erimeyen bir erkek, tam bir erkek; sadece erkek. Ve Mathieu orada, onun karşısındaydı; kararsız, ihtiyarlayamamış, pişememiş, insanoğluna yakışmayan bin türlü sersemlikle çepeçevre kuşatılmış Mathieu. Düşündü: "Ben bir erkeğe, bir adama benzemiyorum."

190 - Sanki gururlanarak günaha girmekten korkuyor gibiydi.

190 - O benden çok daha özgür; kendi kendisiyle barışık, Parti'yle barışık. (Mathieu)

192 - Daha sonra ha? Eğer karar verebilmek için içinden gelmesini bekleyeceksen, çok beklersin dostum. Partiye girdiğim sırada ben tamamen inanmış mıydım sanıyorsun? İnanç, sonradan gelir insana. (Brunet)

192 - Hepiniz böylesiniz, siz, aydınlar! Her şey yıkılsın, dünyanın anası ağlasın, tüfekler kendi kendilerine savaşa gitsinler, siz orada oturmuş gülümseyerek, rahat rahat, inanma hakkından dem vurun. Ah! Kendini benim gözlerimle bir görebilseydin, çok az vakit kaldığını anlardın. (Brunet)

Evet, anladım, çok az vakit kaldı. Peki sonra? (Mathieu)

İşte! Bu kadar şüpheci olduğun için pişmanlık duyuyor gibiydin, ama işte aynı noktada direniyorsun. Bu senin manevi konforun benim anladığım. Birisi ona dokundu mu, hemen üzerine kapanıyorsun, tıpkı Jacques'ın paracıklarına yaptığın gibi. (Brunet)

193 - Brunet'yi inandırmak, kendi kendini inandırmanın tek çaresiydi çünkü.

193 - Ben bağlanmak istemiyorum, bunun için yeter sebep görmüyorum kendimde. Ben de sizin gibi, aynı şeylere, aynı insanlara karşıyım, ama sizin kadar değil. Elimden gelmiyor, yapamıyorum. Yumruk sallayarak yürüyüşlere katılsam, boğazımı yırta yırta "Enternasyonel"i söylesem ve bununla yetiniyorum, desem; kendi kendime yalan söylemiş olurum. (Mathieu)

197 - Reddettim çünkü özgür olmak istiyorum: İşte bunu böyle izah edebilirim. Ya da, bir takım inançlarım var, diyebilirim; yeşil perdelerimi seviyorum, akşamları balkonumda oturup hava almayı seviyorum ve bunların değişmesini istemiyorum, diyebilirim; kapiltalistlere kızmaktan hoşlanıyorum, onların yok edilmesini istemiyorum, çünkü onlar yok olursa kızacak bir şeyim kalmayacak; öfkeli ve yalnız yaşamaktan hoşlanıyorum ve yaşanabilir bir dünya kurulmasından korkuyorum, çünkü orada evet demekten ve başkaları gibi hareket etmekten gayrı yapacak bir işim olmayacak, diyebilirim. (Mathieu)

201 - Onları dövesi gelirdi; kendi kendini suçlamış, mahkum etmiş bir adam, çileden çıkarırdı insanı; insan onu biraz daha ezmek, içinde bir yerde kalmış son bir gurur döküntüsü varsa onu da ufalayıp yok etmek için tepesine vurmak, çiğnemek isterdi. (Daniel)

218 - Genç adam hemen anlamıştı: İnsanların, her istediklerini yapabilmek gibi bir ödevleri vardı; her istediklerini yapmak, keyifleri nasıl isterse öyle düşünmek, sadece kendilerine karşı sorumlu olmak ve bütün düşündüklerini ve varolan her şeyi, her an, yeniden, sözkonusu etmek, tartışabilmek. Boris hayatını bunun üzerine kurmuştu ve büyük bir titizlikle özgürdü.

219 - Boris, onun yaşında olanların kendi düşüncelerine fazla bel bağlamalarını, önem vermelerini yadırgardı. Sorbonne'da o gözlüklü, kekremsi, içi boş, Ecole Normale ukalalarından çok görmüştü; bunların yedekte daima bir teorileri bulunurdu; şöyle, ya da böyle ama sonunda mutlaka anaları fallanırdı; hem sonra, her zaman ahmakça olmasa bile bu teoriler daima iç sıkıcıydı. Boris'in en korktuğu şey, gülünç düşmekti; şapa oturmaktansa susmayı, boş kafalı görünmeyi tercih ederdi.

219 - Bazen, istemediği halde Boris'in de aklına bir şeyler geldiği olur, Mathieu bunu fark etmesin diye elinden geleni yapar, ama bok herif daima anlar, "Senin kafanın içinde bir şey var" diye başlayan sorularının ardı gelmezdi. ... Boris pes eder, sonra gözlerini iki ayağının arasına diker, hele Mathieu'nün, sanki Boris dahiyane bir fikir bulmakla övünmüş gibi "Aman ne budalalık, kafanızda galiba beyin yerine et parçası var" demesi pek gücüne giderdi.

221 - Zira kafasıyla yaşayan bir insanın, gerçekle bağını koparmamak için bir el işini de benimsemesi gerektiğini, her zaman düşünmüştü. (Boris)

223 - Üç yıl sonra, beş yıl sonra onun kendi fikirleri olacak, Mathieu'nün düşünceleri ona eskimiş, modası geçmiş ve pek dokunaklı şeyler gelecekti; o artık kendi kendini tartışabilecek ve kendi hakkında kararı kendi verecekti. (Boris)

251 - Bu fikir onu çileden çıkarmıştı; bir işi oluruna bırakmaktan nefret ederdi. (Daniel)

257 - Ama kelimelerin de biraz karanlık bir çekiciliği yok değildi: "Mahvolmuş bir adam!" İnsana inanılmayacak kadar güzel felaketleri, intiharları, isyanları ve her şeyin sonu demek olan ümitsiz çareleri hatırlatıyordu. (Mathieu)

262 - Orada, karşısında, dikkatli ve ciddi oturuyorlardı, ikisi de hayallerinde kendilerine göre bir Mathieu yaratmışlardı ve ikisi de bu hayalin ona benzediğine inanıyorlardı. Ne var ki, bu iki hayalin birbiriyle bağdaşmasına imkan yoktu.

264 - Gerçekti: Mathieu böylelikle bile kendini kaybedemezdi. İçtiği müddetçe daha da sıkı sarılıyordu. Ama neye? Birden Gaugin'i görür gibi oldu; boş, çıplak gözleriyle solgun, iri, etli bir yüz; "İnsanlık gururuma!" diye düşündü. Kendini bir an koyverse beyninde, bir sıcak günün sisi gibi kopuk, avare uçuşan bir kara sinek, ya da koca bir kara örümcek kadar iğrenç bir düşünce bulmaktan korkuyordu.

265 - Kendine sersem, budala dediği zaman da samimi değildi; gerçekten kahrolmuyor, pişmanlık duymuyordu. Kendine kendi gözünde yeniden değer kazandırmak için başvurulmuş bir hileydi bu, böyle açıkça "gerçeği görerek" kendini bu düşüşten kurtaracağını sanıyordu, ama bu "gerçeği görüş" bir işe yaramıyordu, sadece onu eğlendiriyordu.  (Mathieu)

293 - Sonsuzluğa kadar, sonsuzluğa kadar Marcelle'in eski aşığı, şimdi kocası, lisede öğretmen, sonsuzluğa kadar İngilizce'yi öğrenememiş bir adam, komünist partisine girmemiş, İspanya'ya dövüşmeye gitmemiş bir adam, sonsuzluğa kadar.

293 - "Bütün ömrümce dişleri sökülmüş olarak yaşadım, diye düşündü. Evet, dişleri sökülmüş. Asla ısırmadım, bekledim, bekliyordum ve kendimi hep daha sonra gelecek günlere saklıyordum ve şimd, birden gördüm ki hiç dişim kalmamış. Ne yapmalı şimdi? Kabuğu mu kırmalı? Söylemesi kolay! Hem sonra geriye ne kalır? Toz toprak içinde ardında pırıl pırıl izler bırakarak tırmanan yapışkan bir küçük zamk parçası." (Mathieu)

366 - Benimle dostluğunu senden gizledi, çünkü senin bu dostluğu emrin altına almandan korktu; onu, bana karşı olan duygularını adlandırmaya zorlamandan, bu duyguları didikleyip paramparça etmenden çekindi. Bilir misin ki, dostluklar çoğu zaman fazla aydınlıktan tedirgin olur... Dostluk kararsız, kolay anlaşılamayan bir şeydir. (Daniel)

367 - Gerçekti bu! Mathieu başını eğdi; ne vakit Marcelle'in duygularını didiklemek gerekse, Mathieu içinde nihayetsiz bir tembellik, bir tokluk duyuyordu. Onun gözlerinde bir gölge, bir bulut gördüğü olmuştu, ama omuz silkmişti; "Adam sen de, bir sıkıntısı olsa bana söyler. Biz birbirimize her şeyi söyleriz!" Ve ben buna, Marcelle'e olan güvenim adını veriyordum. Her şeyi berbat ettim!

369 - Ama alınacak yeni bir karar yoktu ki. Böyle bir meselede ne yapacağımızı çok önceden kararlaştırmıştık biz. (Mathieu)

390 - Sen elindeki sargıyı çıkarmamışsın, dedi. Ama gerçek, sen ihtiyatlı, aklı başında bir adamsın. (Ivich)

472 - Denenmiş, tartılmış ahlak kalıpları şimdiden, usul usul, gizlice ona yardım teklif ediyorlardı. Doğru yolu bulmuş bir epikürizm vardı, gülümseyen hoşgörürlük vardı, kader fikri ve ciddiyet fikri vardı, stoisizm vardı; kısası, işini bilen bir keyif ehli ustalığıyla boşa harcanmış bir hayatın her an tadına bakmak için ne gerekiyorsa, hepsi vardı. Ceketini çıkardı, kravatını çözmeye davrandı. Esneyerek, kendi kendine tekrarladı: "Gerçek bu, her şeye rağmen gerçek; ben artık akıl çağına gelmişim."






17 Kasım 2016

Gezmelik Hollanda: Amsterdam Şehir Arşivi (Stadsarchief)

Sonunda uzun zamandır aklımda olan bi şey yapıp Amsterdam Stadsarchief'e gittim. Daha önce geldiğimde girişini gezmiştim, ki burayı adamakıllı gezmek bile epey vaktimi almıştı. Hollanda'da yer alıp Unesco Dünya Mirası listesine giren bölgeler hakkında uzun uzun bilgi veren broşürlerle, geçici bir fotoğraf sergisiyle ve dürbün gibi makinelerde gösterilen eski Hollanda fotoğraflarıyla epey oyalanmıştım. Bir de biletli veya Müzekartlı gezilen bi kısım vardı ama vaktim olmadığı için girememiştim. 14 Ekim-5 Şubat arasında "1900 Amsterdam" adında bi sergi geleceğini öğrenmiş, kafamın bi yerlerine kaydetmiştim, sonunda dün geldim ziyarete.

Sergi 3 katlı ve sadece son iki katında 1900 Amsterdam kısmı var. Konu bazlı olarak sınıflandırmışlar 1900 yılı civarında Amsterdam'da çekilen fotoğrafları: Çalışma hayatı, ev içi, arka sokaklar, boş zaman vs.. Bazen de fotoğrafçı bazlı sınıflandırmışlar. Bir yerden sonra fotoğraf sadece profesyonellerin işi olmaktan çıkmış, hobi olarak fotoğraf çekenler olmuş. Bu kişiler verilen pozları değil, sokak hayatını çektikleri için, geride bıraktıkları belgeler daha gerçekçi, daha değerli göründü bana.


Yukarıdaki resimde birinci ve ikinci katlar görünüyor. Karşı duvarda film salonunun giriş kapısı görünüyor. 1900lerde çekilmiş videoları birleştirmişler. En sevdiğim kısım orasıydı.

Serginin en alt katında ise 1900 Amsterdam'dan bağımsız bir kısım vardı. Hollanda'da politikayla ilgili olaylar sıralanmış gibiydi. Gibiydi diyorum çünkü belgelerin açıklamaları sadece Flemenkçeydi, tam olarak anlamadım. Müze kapanmak üzereydi, tek tek sözlüğe bakmaya da fırsatım yoktu yani. Şimdiye kadar çat pat öğrendiğim Flemenkçeden anladığım bolca siyasi olaya değinildiği.

Örneğin 1912'deki 1 Mayıs yürüyüşünün fotoğrafı yer alıyordu: 



Veya Kabouterspartij isimli anarşist partinin 1970te basılan afişi vardı:



Yönetmen Theo Van Gogh'a bir bölüm ayrılmıştı ki kendisi, İslamofobik olduğu gerekçesiyle Müslüman bir terörist tarafından 2004 yılında öldürülmüş. Aşağıda sevenlerinin yazdığı notlar var. 



Aynı katta bir de "Medieval Seals of Amsterdam" bölümü vardı ki, açıklamaları da anlamayınca hiç ilgimi çekmedi. Şu tip şeyler vardı.

Girişteki geçici sergide ise Schipol havaalanının kuruluşunun 100.yılı olması sebebiyle Schipol'ün eski fotoğrafları vardı. İnternette bolca paylaşılan şu videoyu izlediğim için bu kısmı hızlı geçtim:


       


Böyleyken böyle.

Not: Fotoğrafların çirkinliği sebebiyle üzgünüm, bu işleri çok beceremiyorum, bi de genelde burada paylaşacağımı düşünerek değil, sonra okumak niyetiyle aceleyle çekiyorum. Fotoğraflara bakarken, bunları da yazıya ekleyeyim, iyi olur, diyorum filan, bi bakmışım burdalar. Kısmet!

10 Kasım 2016

Evrensel insani değerler şapşikliği ve biz

ABD seçim değerlendirmelerini okuyorum da, çok komik geliyor. Sunulan sistem o kadar saçma ki, üzülmeye değmez. İki şeytandan birini seçmek zorundasın. Trump'ı beğenmeyenler Clinton'ı hiç eleştirmiyor. Aslında anlaşılan o ki, Trump bariz bir şekilde beğenilmeyecek bir insan olduğu için Clinton'ı sevmişler. Tıpkı benim zamanında kah CHP'ye, kah HDP'ye, sırf mecburiyetten, kendimi huzurlu hissetmek için ama bi türlü hissedemeyip, sırf o günün politik laflarına göre oy verişim gibi. Bu durum bana demokrasinin ne kadar yalancıktan bi çocuk oyuncağı olduğunu hatırlatıyor. Dünya barışı, eşitlik, adalet isteklerimiz aslında ne kadar da yalancıktan. Önceliğimiz her zaman alışkanlıklarımıza dokunulmadan hayatımızın devam etmesi. Seküleri için de böyle, en dindarı için de. 

Özellikle beyaz yakanın istekleri, oy verirken göz önünde bulundurdukları vaatler ne kadar da saçma. Kadın hakları, basın özgürlüğü, Lgbt hakları deyince bir aday, hemen ağzımızın suyu akıyor. Son yüzyılda empoze edilen insan hakları, modern hayat safsatalarının etkisi bu. Çünkü son yüzyılda köleliğe karşı, eşitsizliklere karşı çok isyan edildi. Çok da iyi yapıldı. Fakat her fırsatta yapıldığı gibi şimdi de, eski mücadeleler yalancıktan propaganda araçları olarak kullanılıyor. Ve bizler de her seferinde bunu yiyoruz. Gerçek bi isyan yok ortada. Gerçekten sorunlu olan konularda isyan etmiyoruz. 

Seçmek için sadece iki seçeneğimiz olmasına isyan etmeliyiz aslında. Trump'a karşı Clinton'ı desteklemek yerine, önümüze konan iki seçeneğin de işe yaramaz, hatta kötülüklerin temsilcisi oluşuna isyan etmeliyiz. 

Türkiye'de de gittikçe alışmak zorunda kaldığımız bir fikir olmaya başladı bu. Yani iki seçenekten birine yüklenmek. Tayyip'i sevmeyenler olarak, o sırada Tayyip'in karşısında kim varsa onun etrafında birleşmekten başka çözüm görmüyoruz. Tayyip çoğunluğu etkisi altına aldığı için, O'nu yenmek için birlik olmak gerekiyor, evet mantık bu, çok basit. Fakat gittikçe buna sindiriyoruz. ABD'nin cumhuriyetçi-demokrat ikiliğinin bizdeki bi sürü partiden çok daha mantıklı olduğu şakayla karışık söyleniyor dost meclislerinde. Şakayla karışık söylediğimiz şeylere zamanla alışıp gerçekten inandığımız için, korkuyorum. Ve bu kafayla oy verince rahatlayıveriyoruz, bikaç günlüğüne cidden her şeyin çözülüvereceğine inanıyoruz. Sonra şu an Amerikalıların yaşadığı gibi, derin bir hayal kırıklığı geliyor. Lanet olsun yüzde ellisi aptal olan bu koyun sürüsü halka, gibi cümleler çıkıyor ağzımızdan. Bi sonraki seçime kadar tekrar boşveriyoruz. Ekşi'de Türkiye'den siktir olup gitmek başlığında dertleşiyoruz. 

Bu boşverme hali, seçim zamanlarında ümitlenen halimizden çok daha onurlu geliyor bana. Çünkü uğrunda mücadele ettiğimiz şey aslında çok boş. Tayyip'ten kurtulmak gibi geçici bir çözüm için bu kadar heyecanlanmak fazla yüzeysel. Sonra ne olacak? Asıl istediğimiz ne?  Basın özgürlüğü mü? Gerçek anlamda basın özgürlüğü gelecek mi? Ya da kadınlar daha az mı öldürülecek? Gerçek anlamda, yasaların tehdidini umursamadan eşit olunması gerektiğini insanlar hayatın her alanında, evde, işte, sokakta, sindiremedikten sonra, ölümler azalır mı? Ya da yasal tehditlerle azalsa bile, gerçekten eşitlik gelir mi? Kadınların giyimi sadece yobazlarca kontrol altında tutulmuyor. Moda, makyaj, ünlüler, kim kiminle ne yapmış, kim kimle yakışıyor, temel güzellik kriterleri...Bıyıklı kadın, kıllı kadın, ipeksi tenli kadın, saçları yumuşak kadın, ideal ölçülerde memeli, kalçalı kadın, hem çalışan hem çocuğuna bakan kadın, üniversite mezunu çalışmayan kadın, hem iyi çalışan, hem mükemmel anne kadın, çocuğunu unutan anne... Bu cümleler beynimizden silinmedikçe, nasıl bi eşitlik olabilir ki? Kadınların tek sorunu öldürülmek veya seks objesi olarak görülmek değil. Çok sevdiğimiz sanat, özgür düşünce, evrensel kültür de kadının estetik görünmesi gerektiğini kafamıza çakıp duruyor. Bu algı, ne kadar sağlayabilir gerçek özgürlüğü, eşitliği? Neyin ilerlemesinden bahsediyoruz hala? Oy kullanma hakkı neye yarar gönül rahatlığıyla seçebileceğimiz kimse yoksa? Yüzyıl önce savaşan kadınlar, gerçekten bugünler için mi mücadele ettiler? Sadece biz rahatça mini etek giyelim diye mi?

Düzenin devam etmesine en çok katkıda bulunanlar, beyaz yakalar. Orta sınıf ya da orta üst sınıf. Artık etiketleri neyse, ben doğrudan beyaz yaka diyorum. Fazla mesaiye ücret verilmemesini normal kabul eden biz beyaz yakalar, Trump geldi diye deliriyoruz. Biz kimiz ki? Neyi değiştirmeye gücümüz yeter ki? Konforlu bi hayat için çabalayıp duruyoruz.  Çünkü yıllarca okuduk, ana babalarımız gibi çok çalışıp az kazanmaktansa çok çalışıp çok kazanmamız gerektiğini öğrendik. Başka da bi şey öğrenmedik bu yıllar boyunca. Çoğumuz bi şey ürettiğimize inanmadığımız işler yapıyoruz. Yeterince düzen oturtmuşsak evlenmeye, ev almaya, çocuk yapmaya bakıyoruz. Hala düzen oturtmamakla övünenlerdensek seyahate bol bol para harcıyoruz. O kazanılan para bi şekilde harcanacak çünkü, aksi takdirde ot oluyorsun. Ne kadar dolu insanlar olduğumuzu birbirimize kanıtlamak için yarışıyoruz. Yıllarca kafa patlatıp elde ettiğimiz bu lüksü, konforu kaybetme ihtimalimiz olunca, ancak o zaman toplumsal duyarlılığımız ortaya çıkıyor. "Yaşam biçimimize müdahale ediliyor, ben kimseye karışmıyorum, bana da karışmayın, demokrasi nerde?" diye yırtınıyoruz. Örgütlenelim, diyoruz, tek yol sandık, diyoruz. Oy kullanmayanlara çemkiriyoruz. Sonra yine o kısır döngüye giriyoruz, hayal kırıklığı, boşverme...Halbuki biz işyerinde "şu departmanı kapatıyoruz" dendiğinde, üçbeş kuruş tazminat alınca işten çıkarılmayı sorun etmeyen kişileriz. Tazminatsız çıkarılan varsa haberimiz olmuyor, çünkü olursa tepki göstermemiz, direnmemiz gerekecek. Facebookta #Diren hashtagini çok sevenler olarak, çaktırmıyoruz bu ikiyüzlülüğümüzü, bilmemek en güzeli. Kısacası, Trump'a ya da Tayyip'e karşı örgütlenmek bizim neyimize? Bi üfürükte dağılan örgütlenme ruhumuz varken...

Üzgünüm ama suç bizim. Trump'ı da Tayyip'i de seçen köylünün değil. Boğaziçi mezunu Nagehan Alçı'ya, Saray yalakası akademisyenlere, gazetecilere, sanatçılara da laf söylemeye hakkımız yok. "Hadi halkımız saf, asıl bu okumuşlar kötü kalpli, dürüst değil, yalancılar, kandırıyorlar" diyoruz ya hani, lafım buna. Biz de okumuşuz, bununla övünüyoruz. Biz gerçekten dürüst müyüz ki? Biz neye karşı çıkıyoruz tam olarak? Onursuzluğun büyüğü küçüğü olmaz. Dürüstsek, düzenin tüm haksızlıklara rağmen devam etmesini savunuyorsak, biraz da bize haksızlık edilmesine ses çıkarmamamız gerekiyor. Ama biz de bu çirkef propagandanın birer neferi olduğumuz için, dürüstlüğü arada bir kenara koyuyoruz. 

Okuduğumuzun hakkını vermiyoruz. Diploma almayı okumak sayıp, her konuda fikir beyan ediyoruz. Halbuki hala Fahreneit 465 dönemine girmedik, hala kitaplar var, üstelik internet de var. Ama TV izlememekle övünen bizler, hala bize pompalanandan başka bilgiyi sindirmiyoruz. Havuz medyasını okumamakla övündüğü halde Clinton seçilmedi diye üzülen herkes böyle. Okumuş cahilleriz. Neyi desteklediğimizin değil, neye karşı olduğumuzun bilincindeyiz sadece. Kadınlara hakaret ettiyse öküzün biri, onun alternatifi gözümüzde melek oluveriyor. Kaba saba olmayan, her türlü modern ahlaki değerin gereklerine uyan kişilerin yaptıklarının insani olduğundan/olacağından nasıl bu kadar emin olabiliyoruz? Tavır dediğin çalışınca düzeltilebilir, talep edilen kaba sığdırılır. Ayna karşısında konuşma pratiği yaparak bambaşka bir insan olabiliriz hepimiz. Neden dış görünüşe bu kadar kolay aldanıyoruz? Neden bu kadar meyilliyiz kolay olana, rahata? Okumuşluğumuzun ne anlamı kalıyor o zaman?

Evet, bizim için Türkiye'de başlayan insani değerlerin çöküşü dünyaya yayılıyor gittikçe. Artık cahillik gerçekten erdem sayılacak. Kemiksiz dille konuşmak dünyanın her yerinde delikanlılık olacak belki. Fikir özgürlüğü, sanat, akademi, iktidara hizmet etmiyorsa küçümsenecek, doğrusunun bu olduğuna yürekten inanılacak. Her millet "önce biz" diyecek. Yani Trump o koltukta kalmayı becerirse, diğer batı ülkelerinde de yükselen sağcı liderler komik olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşecekler. Hollanda'da Mart'ta seçim olacak mesela, aşırı sağcı Gilders'in yükseldiği korkusu yayılıyor. 

Peki neden? Neden halk birden bu kadar cahilleşti de evrensel insani değerlerden yoksun insanları başa geçirdi? Çok fazla tez var bununla ilgili. Çok fazla seçeneğin ve dürüstlüğün insani değerlerin dışında tutulması bence birinci sebep. Günümüze özgü bir sebep daha var benim gözlemleyebildiğim: 

ABD'den, Avrupa'dan uzakta bi yerlerde bir savaş var. Üstelik, kimse duymasın da, insani değerleri yüksek başkanların mütemadiyen körükledikleri bu savaş, ülke isimleri değişse de bi türlü bitmiyor. Batıdan askerler taa oralara gidip ölüyor, psikolojileri bozulup dönüyorlar. Psikolojisi bozuk askerler üzerine bir sürü film çekiliyor. Fakat artık iş büyüdü, savaş ülkelerindeki vatandaşlar kalıp kendilerini öldürtmek yerine yaşamak için kaçmayı tercih ediyorlar. Hem de önceden hiç olmadığı kadar büyük kitleler halinde. Refah düzeyi yüksek ülkelere doğru, adeta tehdit gibi, troll gibi durmadan yola çıkıyorlar. Çok şükür ki yarısı yolda ölüyor ama yine de sınır kapısına dayananların sayısı az değil. Devletlerin eski insani değerler safsatasının pohpohlandığı günlerden kalma mülteci kabul etme zorunlulukları var. Bütçe ayırıp geçici de olsa bakmak zorundalar bu insanlara. Bu yüzden batı ülkelerindeki insanlar korkuyor, Türkiye'deki gibi. "Lan," diyorlar, "zaten üç kuruşluk ekmeğimiz var, onu da cahil Arab'a mı yedirelim". Daha bilinçlileri diyor ki, "Lan, bizim gerzek liderlerin çıkardığı savaşın acısını yine biz çekiyoruz." Ve isyan büyüyor. Eskiden insani değerleriyle öne çıkan liderler gözden düşüyor. Yanıldığımız nokta şu, insani değerlere eskisinden az kıymet verilmesi değil bu gözden düşmenin sebebi, eskiden de gözümüze sokulduğu kadar kıymet verilmiyordu zaten. Samimiyetsizdi. Madem öyle, rol yapmayalım, azıcık delikanlı olalım, karı gibi kırıtmayalım, deyip basıp geçiyorlar Trump'a. Çünkü O "Önce Amerika" diyor, bırakın bu evrensellik palavralarını diyor, olabildiğince kaba, görgüsüz ve yine güvenilmez ama en azından değişiklik olur diye seçiliyor.

Eskiden sömürü, üstün beyaz ırk üzerine oturtulan düzen, son yüzyılda insani değerler üzerine oturtulmuştu. Fakat ikisi de aynı amaca hizmet ediyordu. Bazı kesimlerin sömürülmesi, bazılarının hem sömürülüp hem beslenmesi, bazılarınınsa sadece beslenmesine dayanıyordu. Bu düzen, kendisine karşı gerçek bir aydınlanma yaşayıp, gerçekten isyan etmediğimiz sürece, farklı şekillerde devam edecek. Onun dışındaki her isyan yüzeysel, çirkin kalıyor. Üstelik onurlu bi mücadele olduğunu savunduğumuz için daha da onursuz oluyor. "Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz" derken aslında deli gibi yalan söylüyoruz. Aslında, özünde istediğimizi satın almaktan başka derdimiz yok.

Tek düşmanımız diktatörlük değil. Demokrasinin şu an yaşadığımız hali diktatörlükten çok daha tehlikeli. Çünkü konfor veriyor, karşılığında beynimizi alıyor.

Son olarak, bu seçim bi ortadoğu ülkesinde olsaydı, Trump benzeri biri, Clinton benzeri birine karşı kazansaydı, seçim sonrası Clintoncılar sokakları doldurup isyan çıkarsaydı, sonuç ABD'dekinden çok farklı olurdu kanaatindeyim. Clintoncılar uluslararası arenada desteklenirdi, demokrasi sadece çoğunluğun kazanması mıdır, bu insanların da isteği dikkate alınmalı konulu köşe yazıları döşenirdi en saygın gazetelere. İç çatışmalar başlardı, diktatörlük iyice kök salacak zemini bulurdu. Sonunda Batı bu ülkeye demokrasi getirmek için elinden geleni yapardı. Bakalım ABD'de nereye varacak "benim başkanım değilsin" pankartlı protestolar, göreceğiz.