Yıllardır ertelerim Momo'yu okumayı. Çocuk kitapçısında çalıştığım zaman, Küçük Kara Balık'ı, Küçük Prens'i çok sevdiğimi duyan müdürüm, Momo'yu önermişti. Raflarda görmüştüm ama Kabalcı Yayınları'ndan çıktığı için, içeriğinin tarihsel, bilimsel olduğunu sanıp ilgilenmemiştim. Meğer çocuk kitabıymış. Bizim dükkandaki tek kopyaydı. Çok satılmıyordu. Kaç defa çabaladıysam da satamadım. En iyi ihtimalle aylardır duruyordu orada. Ben girdikten sonra da altı ay öylece durdu. Okuyamamıştım. Hem yorgunluktan ve yoğunluktan uzun kitaplara odaklanmaya fırsat olmuyordu, hem de rafta eskimekle meşgul olan kitabı bir de ben elimde yıpratmak istememiştim. Görünümü eskidikçe satma ihtimalim daha çok düşüyordu. Ne de olsa burası sahaf değil AVM kitapçısıydı.
Zaten okumadığın kitabı satmaya çalışmak nereden baksan tuhaf kaçıyor. Müşteri tavsiyeye ne kadar açık olursa olsun, ruhunda pazarlamacılık yoksa, dürüstlükle "Müdürüm dedi, Küçük Kara Balık'ı seven bunu da severmiş, çok güzelmiş" diyerek olacak iş değil.
Kısacası, yıllar Momo'suz geçti. Bu sırada Tobie Lolness'la tanıştım. Büyükler için çocuk kitapları listeme O'nu da ekledim.
Yazıya başlarken amacım Momo'dan bahsetmekti ama yine bir sürü konu üşüştü zihnime. Başlıklarla düzenleyeyim..
Sesli kitabın güzelliği:
Birkaç gün önce Youtube'da sesli kitap hesaplarının olduğunu fark ettim. Görme engelliler için, yollarda uzun vakitler harcayanlar için ve benim gibi Türkçe kitaba erişimi kısıtlı olanlar için müthiş bir hizmet. Önce Küçük Prens'i dinledim. Ardından aynı hesapta yayınlanan Momo'yu. İki kitap da biteli iki gün olmasına rağmen, bir şeyler okurken veya yazarken kafamda hala okuyucunun sesi yankılanıyor, hala O'nun sesiyle okuyorum sanki. Öyle profesyonel bir ses değil, güzelliği de burada zaten. Bir yerden sonra yazı, sesle bütünleşiyor, dinleyen sanki kendi sesiyle okuyormuş gibi hissediyor. Kitabın sürükleyiciliğinden mi yoksa okuyucunun becerisinden mi bilmem, sayfaların maddi yokluğu hiç hissedilmiyor. Momo'nun sonlarına doğru aklım başıma geldi, basılı kitaptan okusaydım altını çizeceğim yerleri bazen videoyu durdurarak, bazen de durdurmadan hızlıca not aldım. Böylece söz uçar yazı kalır lafını sesli kitapta da işler hale getirdim. Keşke önceden gelseymiş aklıma ki tüm kitaptan cümleler kaydedebilseymişim.
Büyükler İçin Çocuk Kitapları
Çocuklara ders verme amacı güden kitaplardan hoşlanmıyorum, yapaylık akıyor. Ders verilecekse de, özgür ol, kendini küçümseme, çocuksuluğunu kaybetme, hayal kurmayı bırakma diyenleri yeğliyorum. Her çocuğun ayrı problemi vardır, elbet onlara yönelik eğitsel kitaplar da yayınlanmalı. Ancak çocuk kitabı deyince sadece eğitsel kitaplar anlaşılıyor bazen. Özellikle çocuklarının çok kitap okumasını istediği halde kendisinin okuma alışkanlığı olmayan ebeveynlerde görülebilir bu durum. Veya kitap okuma alışkanlığı hiç olmayan, kitabı masraftan ibaret görenlerde de. Bir kitap alınacaksa eğitim için alınmalıdır onlara göre. Elbette maddi imkansızlıklarla ilgisi var bu durumun. Fakat bu anlayışla, çocuğun kitap okumasındaki tek amaç, düzene ayak uydurmasına yardımcı olmak haline geliyor. Kitap salt propaganda aracı haline sokuluyor. Sanatla bağlantısı yok ediliyor. Ucubeleşiyor kısacası.
Büyükler için çocuk kitapları ismini koyduğum tür, çocuklara değil, büyüklere ders verme amacı güdüyor. Çocuk kitabı deyip geçmemiz büyük haksızlık olur bu türe. Büyüklere haksızlık olur daha doğrusu, çocuk kitaplarıyla haşır neşir olmayanın haberi olmaz bu güzelliklerden.
Örneğin Küçük Kara Balık'ta kendi çevresinden başka dünyaların olabileceğine ihtimal vermeyen büyüklerden bahsediyor Samed Behrengi. Yabancıların kötülüğünden korkup içe kapanan topluluklardan, her toplumda iyinin ve kötünün olabileceğini düşenemeyenlerden, her şeyi bildiğini sanıp ahkam kesenlerden...
Küçük Prens ise oldukça zor bir kitap. Çocukların anlaması çok zor gibi görünebilir ama sanırım bu da çocuğun ne kadar dünyaya açık yetiştirildiğine bağlı. (Dükkanda çalışırken edindiğim izlenim buydu.) Büyüklerin bile ilk seferde anlayamayacağı kısa ama felsefi cümleler içeriyor. Not etmeyi akıl edemediğim için örnek veremeyeceğim ne yazık ki. Ama okuyanlar ne demek istediğimi anlayacaktır. Kitapta sürekli büyüklerin tuhaflıklarından bahsediliyor. İktidar, para hırsından, yaşadığı anı unutup sürekli koşturmasından, aceleciliğinden, hayal kurmamasından...Yaşamı sıkıcı hale getirmesinden. Oturup yıldızları izleyecek vakit bulamamasından.
Tobie Lolness'ta ise çok net bir sınıf savaşı var. İnsan hayatının kopyası bir ağaca yerleştirilmiş. Üst dallarda üst sınıflar, alt dallarda alt sınıflar ve daha aşağılarda ise yerliler/yamyamlar ve anarşistler var. Tabi ki anarşist kelimesi geçmiyor kitapta. Bu adlandırmaları ancak bir yetişkin yapabilir. İşte bu kitaplar, evrensel değerlerin düşüncelere isim vermeden de anlatılabileceğini kanıtlıyor. Ötekileştirmeden kitlesel nefrete, oradan diktatörlüğe ve yıkıma giden yolu bir ağaç üzerinde yaşayan hayali kahramanlarla izliyoruz. Başkahramanımız tabi ki yine bir çocuk.
Gelelim Momo'ya. Yazar önce zihinlerdeki eski ve güzel mahalle imgesini canlandırıyor. Ortalıkta koşturan çocuklar, arada kavga etse de yuvarlanıp giden komşular, televizyonsuz evler, oyuncaksız da oynanabilen oyunlar... Uzun bi roman, tabi her şey güllük gülistanlık gitmeyecek. Duman adamlar giriyor devreye. Takım elbiseli, melon şapkalı, sürekli sigara içen, evrak çantasını elinden bırakmayan ve gülümsemesinden bile soğukluk akan adamlar. İnsanları zamanlarını verimli harcamaya, daha çok kazanmaya, daha çok harcamaya, satın almaya ikna ediyorlar. Dolayısyla sokakta vakit geçiren, muhabbet eden, gülümseyen, hayal kuran insan sayısı gittikçe azalıyor. Verimlilik artıyor. İdeal yaşam biçimi, her istediğini satın alabiliyor olmak haline geliyor. Ve tabi ki çocuklar duman adamlara en uzun süre dayanabilenler oluyor. Savaşı da onlardan biri, yani Momo başlatıyor. Annesi babası olmayan, nereden geldiği tam olarak bilinmeyen bir çocuk. ismini bile kendisi koymuş. Köksüzlüğü O'nu özgür ve güçlü kılıyor.
Ve kavga zamanı... "Ne kadar yavaş, o kadar hızlı."*
İnsan bu tür kitapları okurken kendisiyle kavga ediyor. Momo'yu şimdiye kadar alıp okumayışımın bahanesi hep pahalı olmasıydı. Halbuki asıl sebep "bir çocuk kitabına bu kadar para vermek" istemeyişimdi. Kütüphaneden de ödünç almadım, var olup olmadığına bile bakmadım. Çünkü hep, okunacak daha önemli ve ciddi kitaplarım vardı. Sesli kitabını görünce çok sevindim çünkü evde bulaşıkları toparlamak, yemek yapmak, çamaşır asmak gibi vakit kaybına sebep olan işleri yaparken artık vicdan azabı duymayacaktım. Öyle de oldu. Ama benim istediğim gibi değil, Momo bana hakim oldu. İlk gün, işleri yaparken dinledim. Ama ne işler! Aylardır ertelediğim çekmece düzeltme gibi işler çıkardım kendime, onları da bitirdim. Gece uyku tutmadı, dinleyerek uyudum. İkinci gün de böyle geçti. Üçüncü gün baktım iki video kalmış. Yaklaşık toplam iki saat. Oturdum dinledim. Bi taraftan biteceğine üzüldüm, bi taraftan dinlerken yapacak iş bulamamaktan vicdan azabı duydum, bi taraftan bundan vicdan azabı duyduğum için Momo'dan utandım. Sırf bi şey yapmış olmak için, unutmamak için not almaya çalıştım. Aynı anda tek bir eyleme odaklanamayışıma, altı üstü bir hikayede kaybolup gitmeyi beceremeyişime kızdım. Hiçbir şey üretmeye çabalamadan durmak bu kadar zor muydu?
Duman adamların etkisinden çıkmak kolay değil Kedi, üzülme deyip gıdımı okşadım.
Bitsin artık di mi? Daha okunacak bi sürü kitap, izlenecek bi sürü film, takip edilecek bi sürü haber, tepki gösterilecek bi sürü gelişme ve yazılacak bi sürü yazı var. Üstelik günlük hayat devam ediyor. Buralar hep vakit kaybı.
Küçüklerin ellerinden, büyüklerin gözlerinden öperim..
* Momo'dan bir söz.