Duygu Asena'nın 1989'da 6.baskısını yapan kitabı. "O yıllarda bu kadar okunduysa, sene olmuş 2016, bi şeylerin değişmiş olması lazım, ne değişti gözünü sevdiğimin memleketinde?" diye sorası geliyor insanın.
Sanırım ortaokulda okumuştum Duygu Asena'nın Kadının Adı Yok'unu. En yakın arkadaşım nereden duyduysa bulmuş, almıştı kitabını. Feministim, diye gururla geziyordu ortalıkta. Bol bol dalga geçildi, her şeyle her fırsatta dalga geçmeye çalışan oğlanlar bu konuda da boş durmadılar tabi. Ben feminizmin ne demek olduğunu bilmiyordum. Kadın erkek eşitliği mi demekti? Tabi ki eşit olmalıydı. Bunu herkes kabul etmez miydi? Bunun için kendi kendine isim koymaya gerek var mıydı? Romanı okuyunca feminizmin ne demek olduğunu değil ama kadınla erkeğin eşit olmadığını daha iyi anladım. Okudukça şaşırdım, sürekli kendi yaşadığım çevreyi düşündüm. Yanlış hatırlamıyorsam kadınla erkeğin aynı evde yaşamasını, sürekli birlikte yatma zorunluluğunu, evliliği sorguluyordu yazar. Şok oldukça gerildim, isyan ettim, evlilik olmazsa çocuklara ne olacak, öyle şey mi olur, hem günah? vs vs... Şimdi bu sorularımı ve o zamanki hiddetimi düşününce yanağımdan bi makas alıyorum, çünkü rahatsız eden kitaplar güzeldir.
Yıllar sonra yazarın ölüm yıldönümünde Twitter'da önüme düşen röportajlarını okudum. Ben niye bu kadar uzak kalmışım bu kadından, dedim. Kafamın köşesindeki okunacaklar listesine not ettim. Türkiye'ye son gidişimde sahafta rastgele gördüğüm bir kitabını aldım. "Aslında Aşk da Yok".
Sanırım yıllarca Duygu Asena'dan ve kadınlıkla ilgili meselelerden uzaklaşmamın sebebi, kafamda bu konuları aştığımı düşünmemdi. Erkeğe hizmet için, evlenmek ve çocuk yapmak için dünyaya gönderilmediğimi bilmemdi, yani artık zaten özgürdüm. Başka şeyler yapacaktım. Kadın şöyle olmalı diyen akrabalarla iletişimimi epey koparmıştım. Ailemle de tartışabildiğim, yanlarında kendimi ifade edebildiğim için halimden memnundum. Kesinlikle evlenmemeye kararlıydım. Zaten aşık değildim, olmayacağımdan emindim. Olsam bile geçici olduğunu biliyordum, gaza gelip evleniverecek bi insan değildim. Hayatımın odağında başka şeyler olacaktı. "Özgür olmalısın" cümlelerine karnım toktu yani, sıkılıyordum. O kadar da zor değildi özgür olmak. Erkekler yemek sonrası dünyayı kurtarırken kadınların çay getirip götürdüğü dünyaya karşı tabi ki hala direniyordum ama bunun kitabını okumama gerek yoktu, öğrenecek başka şeyler vardı. Ben bu konuya zaten tik atmıştım zamanında.
Şimdi ise evlendim. Kendimle çeliştiğimi düşünmedim, aşkın coşkusuyla değil, düşünerek, tartarak evlendim. Daha çok direnebilirdim evet ama istemedim. "Feminizmin bir neferei olarak evlilik kurumuna karşı çıktığım için evlenmiyorum" diyebilirdim ama kendimi nefer gibi hissetmiyordum. Toplumu benden uzak tutacak, bana bulaşmasına izin vermeyecek bir çözümdü, evlenip yurtdışına gitmek. Fakat toplumsal bi kurum olunca tek kişiyle değil, toplumla evlendim aslında. İyi anlaşmam gereken yeni bi aile girdi işin içine. Erkekler dünyayı kurtarırken bulaşıkları yıkayıp çay koymam gereken bir aile. Şimdi, yıllarca kendi aileme karşı verdiğim savaşı vermeli miyim? Versem işe yarar mı? Ailem ne yaparsam yapayım beni sevecekti zaten. Bu insanlara kendimi sevdirmem gerekecek. Ne kadar taviz vermeliyim? Sınırları nasıl çizmeliyim, kavga etmeden bu mümkün mü?
Yeni bi savaş başladı kısacası. Okumakla olacak iş değil elbette, yine yaşayarak, tartışarak, öncelikle düzeni savunan kadınları ikna ederek çözeceğim. Ama gücün azaldığı anda iyi geliyor bu tip kitaplar, filmler.
----
Duygu Asena'nın bir röportajında iyi edebiyat yapma derdinin olmadığını, kendini edebiyatçı olarak tanımlamadığını okumuştum, o yüzden edebi açıdan büyük beklentilerim yoktu kitaptan. Buna rağmen kitaba başlayınca hayal kırıklığına uğradım. Çünkü Bridget Jones'un Günlüğü gibi geldi, özgür bir kadının aşk acısıyla çelişkilere düşmesi, olur olmaz şeyleri kıskanması, erkeklerin ilgisizliğinden şikayet etmesi vs... Bu mu yani, dedim. Neyse ki dili basitti, hızlı bitecekti, başlamışken bitireyim diye zar zor ikna ettim kendimi. Kitabın yarısına gelince anca anladım ki, baş karakterin yaşadığı çelişkileri anlatıyormuş yazar, bunları savunmuyormuş. Ne önyargılı, ne kötü bir okurmuşum ki, bu kadar geç anladım. Asena aslında geleneklerle büyümüş insanın, sonradan edindiği, benimsediği değerleri hayatına uygulamasının ne kadar zor olduğunu, "ben özgürüm" deyince özgür olunmadığını anlatmak istemiş. Kendimi düşündükçe daha iyi anladım ki özgürlük fikirlerin, duyguların mayasında olmalı, bu ise nesilden nesile birikim gerektiren bir şey. İnsanın kendi kararlarını alması, kimseye danışmaması özgür olduğunu göstermiyor. Kararları aldıktan sonra içinde ne kadar az çelişki yaşarsa, tek başına ne kadar mutlu olabiliyorsa o kadar özgürleşiyor. Ne kendi parasını kazanması, ne evlenmemesi hiçbir şeyi kanıtlamıyor.
Dolayısıyla sadece toplumla değil, kendinle savaşmanı da istiyor özgürlük. Savaştıkça daha çok içine yerleşiyor, daha çok kendin olabiliyorsun. "Ben özgürüm, o yüzden şunları yaparım, şunları yapmam" gibi cümleler gittikçe anlamını yitiriyor, çocukça geliyor. İşin güzel yanı, insanın kendiyle savaşı hiç bitmiyor, kadınlık konusunda içiyle iyice barışsa bile, başka konularda tartışmaya devam ediyor. Çünkü toplum hep orada bi yerde, hep bi şeyler bekliyor. Ve içerde birey hep değişiyor.
Lafı daha çok dağıtmadan üç beş alıntıyla bitireyim:
68 - Şebnem'le gittiğimiz barın en kuytu köşesine çekiliyoruz. O'nunla evde buluşmak istemedim, çünkü iki kadın birlikteyken, konuşacak çok şeyleri varken, bir erkek yanlarında aykırı kaçıyor. Bir erkek, iki kadının konuşmasına asla ortak olamıyor. Zaten iki kadının konuşacağı şeyler, o erkeğin yanında gündeme gelmiyor. Kadınlar istediklerini konuşamamanın sıkıntısını, erkekler aykırı kalmanın huzursuzluğunu çekiyor. (Çok enteresan ve saçma ama bu böyle, neden böyle? Neden bazen bu kadar ayrı dünyaların insanları oluyoruz?)
92 - Kendini yaşamın akışına bırakıp dertlenmekle gelmiyor mutluluk ve özgürlük.
137 - Aydın'ın durumumuzdan hoşnut olduğu, ama benden hiç hoşlanmadığı açıkça belli. O eskiden bana aşıktı, peki öyleyse neden yeni beni destekliyor?
205 - Evim de, ofisim de çiçeklerle doldu. Yüzlerce çiçek, hem de en sevdiklerimden... Ne denli ince bir adam bu. (Yine şaşırıyorum yazarın çiçek göndermeyi incelik olarak tanımlamasına. Erkeklerin kafasına kazınmış incelik görevlerinden en barizi bu sonuçta, internette "sevgiliye alınacak hediyeler" listesinin ya en başında ya da pırlanta yüzükten bir sonra gelir. Anlıyorum ki yine başkahramanın o anki gözlerinden bakıyor yazar, bunu savunduğu için değil. Kurgu kitapları okumayı öğrenmem lazım artık, yaş olmuş yirmisekiz...)
Çok fazla yerin altını çizmedim çünkü zaten katıldığım ve sindirdiğim fikirlerdi. Şaşırmadım, sadece hatırladım. Ve o kadar çoktular ki, hepsinin altını çizmeye üşendim.
Durumlar böyle efenim, sağlıcakla kalınız.