09 Ağustos 2017

Film: The Big Sick (ve bizim büyük çaresizliğimiz)



Uzun zamandır sinemaya gitmemiştim. Kontrol ettim, (cineville sizin yerinize kaydeder) haziran başından beri gitmemişim. Arada tatile gittik taşındık, gezegenler arası geçiş yaptık falan derken sinema hep ekstra, hep fazla lüks göründü. Sonra eve döndük, yerleştik, böcekler yok oldu, evim oldu tekrar, sakinleştim, nerde kalmıştık, dedim kendime... Sinemaya sıra geldi çok şükür. Fakat evden çıkmak bazı insanlar için çok zordur. Hadi dünya senin etrafında dönmüyor kedicik her insan için hayatlarının bazı döneminde çok zordur. Onu biliyoruz, lakin demek istediğim, benim için, çoğu zaman çok zordur. O yüzden bi türlü sinemaya gidemedim. Bazen tam moda girmişim, yağmur başladı, ya da günün herhangi bi saatinde yağacağını öğrendim kutsal Buienradar'dan. Bazen o gün çok güzel kitap okuyasım geldi kaçırmak istemedim, bazen kargo bekledim, bazen sadece evden çıkmak istemiyorum işte, dedim, kabullendim. Bunlar hep psikolog önerilerine aykırı şeyler ama neyseki psikologla ilişkime de mecburen ara vermiştim.

Sadede gelirsek, bugün evden çıkmak zorundaydım. Çıktım. Çıkarken de dedim ki kendime, hemen eve dönmeyeceksin, ya sinemaya gideceksin ya da başka ne bulursan onu yapacaksın. Dönüş yolunda bi ara kendimi kandıracak gibi oldumsa da, neyseki yol üstünde sinema vardı, hem de en sevdiklerimden, üniversiteye yakın olanından, içi üniversiteli ya da benzer kafada yaşlılarla dolu olanından (bkz: Kriterion)... Canımın çektiği herhangi bi film yoktu. 7 civarı seansında çok fazla seçenek de yoktu. Aksiyon filmi olanla daha önce izlediğim belgesel olanını çıkarınca geriye Hint komedisi kaldı, tamam dedim, aldım. Severim Hint filmlerini.

1 saat önceden bileti aldım (ki kaçamayayım), geçtim oturdum. Konusuna baktım. Meğersem afişte görünen başrol Hintli değil, Pakiymiş. Film de aslen Amerikan filmiymiş, yani bi tek başrol oyuncusu esmermiş. (bkz: afişe götüyle bakmak) Yine de büyük beklentim olmadan girdim. 

Sonuçta filme girdim. Komedi. Ama ben yine salya sümük tabi. Artık kabullendim bu halimi. Arkadaşlarla birlikte Sherlock izlerken, duygusal sahnelerde kimsenin gözleri dolmazken benim selpak yetiştiremediğimi fark ettiğimde anlamıştım ki, ben böyleymişim demek. Yaş olmuş otuz. Ağla be, boşver, koyver gitsin.

Bu filmde tek olay benim salya sümüklüğüm değil ama. Aslında bahsetmek istediğim de bu tarafı. 

Pakistanlı, Müslüman bi ailenin çocuğu olan başrolümüzün, Amerikalı, beyaz bi kıza aşık olması, bu aşkın karşılıklı olması ve bizim oğlanın (tabi ki oğlan bizim) ailesine bunu açıklayamaması. Çünkü Müslüman bi Paki kızla evlenmesini beklemeleri. Düzenli olarak namazını kıldığını sanmaları. Yani çocuğu hiç tanımamaları.

Konuya girip tek tek anlatmayayım. Tek bi replik kaldı aklımda, "Ben 400 yıllık gelenekle mücadele ediyorum, senin tek derdinse lisede çirkinmişsin". Bağlamdan kopuk olunca bi şey anlaşılmasa da, bu cümle vurdu beni. Burdaki insanlarla aramızdaki uçurum. Bunu aşıp yolumuza devam edebilmekteki güçlük. 

Geçmiş ya da aile ya da gelenekler büyük bi pranga ayağımızda. Çıkartabiliriz, aileyle bağları koparmadan da yapabiliriz bunu, ama çok zor. Çok fena göt istiyor. Ve biz onlarla uğraşırken yaşıtımız olan bazı insanlar, bazı batılılar, bazı Türkler de dahil, özgürce kişiliğini oturtuyor, en kötü ihtimalle kendini ararken intihar ediyor. Ama kendilerini aramak için bi şansları var. Biz, kendimizi ararken bi taraftan formaliteleri uygulamaya ya da uygular gibi görünmeye çalışıyoruz. Senelerimiz gidiyor. Bi bakmışız, hoop 30 yaşımızdayız.

Neyseki kadınlarımız erkeklerimizden daha çabuk kendini buluyor ya da kendini bulmak için adım atıyor (eğer buna niyetleri varsa). Ya da savaş veriyor. Çünkü çok daha net baskı var üzerlerinde. Başörtüsü örtmek istemediğini dile getirecek göt varsa mesela hanımkızımızda, başka şeyleri de konuşuyor o arada. Gidebildiği kadar gidiyor. Aile bu, az buçuk makulse, gelenekleri bi yana bırakıp kızını dinleme inceliği gösterebiliyor. Ama erkekler ... Neden bilmiyorum, ya da buna kafa yoracak halim yok, erteliyorlar sürekli bu konuşmaları. Filmdeki karakter de öyleydi, bu tezimi doğruladı.

Nitekim, salon bol bol güldü, hislendi de. Ama sanmıyorum ki (dikkat spoiler ama çok da şey değil) benim kadar anlayabilsinler annesi namaz kıl diye içeri yolladığında Müslüman çocuğun içinden geçenleri. Seccadeyi serip, saati kurup, beş dakka geçene kadar telefonda oyun oynamasının ne anlam ifade ettiğini. (spoiler bitti). Ya da 400 yıllık gelenekle ilgili alıntıladığım cümleyi... 

Yani evde bira içmekle dışarda bira içmek arasındaki farkı. Ya da (one night stand demiyorum) gönlünün kaydığı biriyle yatabilmenin ne demek olduğunu. Ya da inandığın yüce varlıkla arandaki ilişkinin, ibadetlerinin o varlık tarafından değil de aile tarafından sorgulanmasını... Ya da azıcık açık bi kıyafetle sokakta gezinmenin ne demek olduğunu... Ya da.. 

Daha uzar gider bu.. Anlattıkça da anlamsızlaşır. Anlattıkça "hadi canım, abartıyosun" denir. Ya da doğunun acılarından ilham alan batılılar empati yapmaya çalışır belki. Ama imkansızdır bence, arada aşılmaz bi dağ var ve bu dağın yıkılması sadece savaşan kişinin elinde. Başka kimse yardım edemez.

İşte The Big Sick de böyle bi filmdi. Cineville yine beni şaşırtmadı (aslında bu defa şaşırttı). Dandirik görünen bi film yine vurucu çıktı. (Hadi hadi... Sen de vurulmaya pek meraklısın). Doğru.


Ek: Ah kızın anne-babasındaki o datlışlık...