02 Mart 2016

Film: Spotlight

Spotlight'ı sonunda izledim. Oscar kazandı diye değil ha,sinemada fragmanını gördüğüm günden beri aklımdaydı. Tamam Oscar alması "hadi artık izle" diye arkamdan ittirmedi değil ama tek etkenin o olmadığını da biliniz lütfen.

Film malumunuz, bir gazetecilik hikayesi. Hayallerimizdeki gazetecilik. Boston Globe Gazetesi'ne yeni bir editör gelir. Baron yani Florida ve Miami'de çalışmış bu yeni adam göz korkutur, işten çıkarma olacak mı gibi sorular sordurtur gizli kapaklı. Sonra bir araştırma konusu verir bizim spotlight ekibine: Katolik kilisesi rahiplerinin tacizine uğrayan çocuklar. Harıl harıl araştırmaya başlar  bizimkiler. Araştırdıkça yeni kaynaklar keşfederler, yeni verilere ulaşırlar, her buldukları veride gittikçe daha çok şaşırırlar. Elbette sonunda haberi yaparlar. Bu söylediklerimin hiçbiri spoiler değil, fragmandan da çıkarılabiliyor. Buradan sonrası spoiler içerebilir.

Filmde canlandırılan karakterler ve hikaye gerçek. Filmin çekimi esnasında oyuncular gerçek spotlight ekibiyle sürekli görüşmüşler. Bunu filmi izlerken de anlayabiliyoruz, duygu sömürüsü yok. Bilgi edindikçe şok olan gazetecilerimizle birlikte birkaç saniye biz de şok oluyoruz. Ama o sırada arkadan daha da etkilenmemizi sağlayacak vurucu bir müzik gelmiyor mesela. Ya da öğrendiklerinden sonra sinirlerine hakim olamayıp iş arkadaşlarına çatan Rezendes'i çok iyi anlıyoruz ama diğer filmlerde bolca yaşadığımız empati sonucu gözyaşlarına boğulma durumunu burada yaşamıyoruz. Neredeyse hiç ağlatmıyor bu film. Ben biraz fazla sulugözüm, Kemal Sunal'ın Şaban filmlerinde bile gözlerim dolabiliyor hala. Yani benim azıcık gözüm dolduysa bu filmde, normal bir insan hiç ağlamaz.

Film, arkaplanda tabi ki Newsroom'u hatırlatıyor ama bunun sebebi gazetecilikle ilgili Spotlight'tan önce izlediğim tek dizinin/filmin Newsroom olması olabilir. Zira iki öykü arasında gerçeğe ulaşmak için çabalayan gazeteciler dışında bir benzerlik yok. Spotlight'ta öne çıkan tek bir karakter yok bir kere, başrolde kim var sorusunun en az 5 tane cevabı var. Ayrıca filmin renk tonları karamsar değil ama iç açıcı sayılacak kadar keskin hatlara da sahip değil. Bir duyguyu dikte etmeyen renkler kullanılmış, soluk, sarı tonları. Bu da bana yine "burada sinirlen, şurada gül, şurada kendini iyi hisset" gibi baskıların olmadığını hissettirdi, rahatlattı. Sanki karşımızda bir film yok da, arkadaşlarımızın hayatını izliyormuşuz gibiydi.

Newsroom ile Spotlight'ı karşılaştırıyorsak madem, bence en önemli fark, karakterlerin sıradan olmasıydı. Newsroom'daki karakterleri bilen bilir, hepsinde ayrı bi ışıltı vardır. Sezonlar izlense bitse bile, Charlie, Maggie, Will McAvoy, MacKanzie, Sampat, Jim Harper, Don Keeper, Sloan Sabbith isimlerini ne zaman duysak bi gülümseme yayılır yüzümüze, ah be deriz, Don nası bi pislikti başlarda da nası sevdirdi kendini eşşek... Tüm şebekliklerinin yanında öyle bi gazetecilik yaparlar, o stüdyoda olmak öyle bi sorumluluk gerektirir ki, hem şebek hem sorumlu insanlar olmaları onları adeta ulaşılmazlaştırır. Süper kahraman olurlar. Hem bizden biri gibidirler hem de değildirler.

Spotlight'taki gazetecilerimiz daha sıradan. Üstün zeka fışkıran esprileriyle ciddi bi konuşmanın ortasında güldürmezler bizi, romantik komedi havası yaratan tatlı aptallıkları da yoktur... Film bittiğinde fanlarından biri, oturup birbirine yakıştırdığı iki karakterin yer aldığı görüntüleri birbirine bağlayıp arkaya müzik eklemek suretiyle romantik bir Youtube videosu da hazırlamayacaktır. Newsroom'da bunun olması çok mümkündü, oldu da netekim. Demem o ki, Spotlight'ta karakterler işini seven, araştırdıkları konuya hayatını adayan ama çok da kahramanlaştırılmayan sıradan insanlardır. Aileleri vardır ama neredeyse hiç tanımayız. Rezendes'in kavgalı olduğu karısı kimdir? Carroll'un buzdolabının üzerine not bıraktığı çocukları ve karısı nasıl insanlardır? Hiç bilmeyiz. Ama buna gerek de duymayız, merak etmeyiz, ettirmez senarist. Karakterleri sevelim diye onlara şebeklik de yaptırmaz.
Gerçek Spotlight ekibi

Film sektöründe çok kullanılan çirkin bulduğum bir taktik var: Gerçek hikayeden uyarlanmış filmde bolca yalan söylemek. Amaç hikayeyi daha çekici kılmak. En son Meryl Streep'in Out of Africa'sında yaşamıştım bunu. Film bitiyor, duygu seli içinde boğuluyoruz, doyamıyoruz, hakkında bi şeyler okuyayım diyoruz, bi bakıyoruz ki filmin en salya sümük yerleri senaristin eklemesiymiş, gerçekte öyle şeyler olmamış. Stephan Hawking'in hayatını anlatan Theory of Everything için de aynı şey geçerli. Karısı filmde anlatılan bazı anları kabul etmiyor.

Aklımda kalan tek soru işareti, gazetecilerin araştırmalar sırasında -filmde yansıtıldığı gibi- hiç ciddi olarak tehdit almadığı doğru mu? Doğru bilgiye ulaşmakta zorlanıyorlar, kaynakları sürekli eksik bilgi veriyor, bu da işi uzatıyor, evet ama kendilerine ya da ailelerine hiç ölüm tehdidi gelmemiş olması tuhaf geliyor. Kurgu filmlerdeki abartılı senaryolara alıştığımdan ya da Türkiye'nin toprağına çok değdiğimden böyle şeyleri düşünüyor olabilirim elbette. Gerçek gazetecinin öldürülmesine, hiç olmazsa hapse atılmasına alışkınız biz.

Kısacası Spotlight, şimdiye kadar edindiğim bilgilere göre, seyirciyi kandıran bir film değil, en çok bu yönünü sevdim. İzleyiniz.

Gerçek Spotlight ekibi için şurayı didikleyebilirsiniz: http://www.historyvshollywood.com/reelfaces/spotlight/