06 Mart 2018

Daldan dala, çelıncsız

Geçtiğimiz hafta sorumluluklarım açısından çok tembeldim. Kurslar tatildi, havalar soğuktu, evden çıkmadım, u. da evden çalıştı. Bütün düzenim bozuldu tabi. Tatil olduğu için fazla fazla verilen ödevler son güne kaldı. Motifleri de yetiştiremedim. Dün gece harıl harıl çalışıp anca 5'e tamamlayabildim.

Bu tembelliğimin birincil sebebi geçen haftasonu başladığım puzzle. Yine kendimi tutamadım, boynumun tutulmasına sebep olacak kadar uzuuun süreler boyunca başında oturdum. Sonunda da pes ettim, tamam be dedim, puzzle bitene kadar başka bi şey düşünmiycem! 1 haftada bitti çok şükür. Bitti de n'oldu? İçgüdülerime kalsa, hemen yenisini alıp başlayacağım ama olmaz öyle şey. Hayat devam etmeli. Ödevler yapılmalı, motifler örülmeli, kitaplar okunmalı. 

O aşırı soğukların üstüne dün bahar havası kendini göstermeye başladı. Bugün dışarı çıktım. Aman yarebbi, eve giresim gelmedi. Zaten hava güzelse ve Jordaan civarındaysam, yani eski Amsterdam'ın oralardaysam eve dönesim gelmiyor. Bugün de ders sonrası kumaş pazarına gitmiştim aslında, Noordermarkt'a. Fermuar gibi ufak tefek bikaç şey alacaktım. Ama tabi pazarda ikinci el eşya ve kıyafet de satıldığı için başından sonuna inceleye inceleye gezdim. İki tane vatkalı hırka aldım. Tabi eve gelince hemen vatkalarını çıkarttım, öyle de giyilir gibime geldi. Güzel güzel, giyilir. 

İstanbul'a öğrenci olarak yerleştiğimde, ilk korkuyu attıktan, İstanbul'la yıldızlarımız barıştıktan sonra en sevdiğim bölge İstiklal'in ara sokakları olmuştu. Her sokakta bi sürprizle karşılaşma ihtimali, değişik değişik dükkanlar, sahaflar, kediler... Klasik şeyler işte. Şimdi burda da Jordaan civarı aynı şeyleri hissettiriyor. İstiklal'dekinden daha çeşitli butik dükkanlar sokaklara renk katıyor. Hepsine girip kurcalamasam da, çoğundan alışveriş yapacak kadar savurmalık param olmasa da, büyük markalarla değil de böyle küçük tasarım dükkanlarıyla dolu sokaklarda yürümek illaki zevkli (hava güzelse diye tekrar belirteyim). Bi de buralar eskiden işçilerin, işsizlerin mahallesiymiş. Yani Amsterdam'ın en fakir mahallesiymiş. Sonra bi şekilde restore edilmiş, kiraları yüksek bi mahalleye dönüştürülmüş. Ama hala yol üstünde denk gelen ikinci elciler, sahaflar var ki, insanın içini açıyor. İşte bir sokakta karşılaşmaktan hoşlandığım sürprizler derken bunları kast ediyorum. Alışveriş yapmayacağım dükkanlar, mimarisi veya manzarası ne kadar güzel olursa olsun tam olarak ilgimi çekmiyor. Ama işin içine eski eşya girince, birden ruh giriyor mekana. 

Sonunda burda da kendime bi İstiklal bulabildiğim için mutluyum. Burayı gerçekten benimsemeye başlıyorum demek ki.

Theo Thijssen Cafe ile karşılaştım bi de. Hollanda'nın son yüzyıldaki fikir ve eylem adamlarından biri. Müzesine gitmiştim. Sözde blogda da anlatacaktım da bi türlü bitiremedim yazıyı,hala bekliyor. Hollanda'nın eğitim sisteminin eğlenceli hale getirilmesine katkısı büyükmüş. Sonra bi sürü roman yazmış. Sosyalistmiş. Sosyalist Hollandalı yazarları tanımak daha bi heyecanlandırıyor beni çünkü bugün sanki hiç yoklarmış, sanki solculuk buralara hiç uğramamamış gibi bi ortam var. 1 Mayıs tatil değil bi kere. Sonra, beni çok şaşırtan bi şey de şu: Sokaklarda solcu afişler, duvar yazıları yok. Ya hiç yazılmıyor, asılmıyor, internet varken artık bu yöntemlerin modasının geçtiği düşünülüyor ya da burda solcu yok. Hala çözemedim. Dili bilmeyince anca böyle görsel mesajları algılıyor insan. 

Ursula K. Leguin'in "Dümeni Yaratıcılığa Kırmak" kitabını bitirdim bu hafta. Yazmak isteyenlere yol gösteriyor yazar. Her bölümün sonunda alıştırma yaptırıyor. Başlarda uygulamaya çalıştım. Sonra alıştırmaları yapmak istemediğim için kitabı okumayı erteledim. Sonunda pes edip yazmayı boş verdim, hızlı hızlı okuyup bitirdim. Harcadım yani kitabı, en okunmaması gereken yöntemle okudum. Sırf arkamda yarım kalmış bi kitap bırakmamak için, aklım onda kalmasın diye. Ne zaman büyüyeceğim, bu takıntılardan ne zaman kurtulacağım acaba? 

"Başka nerde bu kadar heyecanlanıyorsun ki?" bu cümle etkiledi bu hafta beni. Bana söylenmedi. Yıllardır amatör olarak şarkı söyleyen iki kişinin konuşmasına kulak misafiri oldum. Biri yıllardır hala ilk günkü gibi heyecanlandığını söylüyordu ki,diğeri de cevaben bu soruyu yapıştırdı. "Ne güzel işte, başka nerde bu kadar heyecanlanıyorsun ki?" Bi tuhaf oldum. Ben neyden zevk alarak heyecanlanıyorum? Yok. Hiç oldu mu? Hatırlamıyorum. Yine kendimi ve yaşamımı küçümseme moduna girdim. Sonra bu modumdan gına geldiğini fark ettim. Bırak başkalarının hayatına bakıp bakıp "Bak Neriman teyzenin kızı neler yapıyo" demeyi be Kedicik, dedim, susturdum kadirbilmezi.

Bu hafta düzgün bi film izlememişim. Yine puzzle yüzünden tabi. Ama puzzle yaparken Atilla İlhan şiirleriyle kendimden geçmişliğim var ki, o akşamı boşa geçmiş gibi anmam yazık olur. Şiirden anlamamamıza, hatta Attila İlhan'ın o kafe senin bu kafe benim gezip gezip şiir yazarken parasızlıktan şikayet etmesiyle, tanımadığımız insanları tanıyormuşuzcasına bize anlatıp durmasıyla dalga geçmemize rağmen, kör ışıkta puzzle yapan gözlerimizin yaşardığını, "ya nası bi cümle bu ya" diye hafif sarhoş gülümsemelerle içimizi yumuşadığını, böyle uzun, bol virgüllü cümleler kurmamıza sebep olduğunu söylemem gerekir.

O zaman, o akşamımızın en sevileni, Belma Sebil'le veda edeyim sizlere. Şiirin müzikle müthiş bileşimine ve "Sen beni görmedin, görmedin"deki Erdal Bakkalımsı ses tonuna, üsluba dikkatinizi çekerim.


İnsan bu şiirle müziği bi arada duyduğunda niye doğduğunu sorguluyor yine, ister istemez. Nisan değilse mayıs, perşembe değilse pazar, diyor adam, ben diyorum, ben niye varım? O geldi geçti, ben niye geldim buraya? Ne gerek vardı?

Ne gerek var? sorusunu sormayı bıraksam, başka bi insan olabilirdim belki. Bu düşünce de bu hafta düştü içime. Delhi isimli bir Norveç (ya da İsveç miydi) dizisinin ilk bölümünden. Diyalog şu şekil: 
- Hindistan'a gitmek isteyen birini tanıyor musun? 
- İnsan niye Hindistan'a gitmek ister ki? 
- Hah işte tam sana yakışan bi cevap. Niye ki? Ne gerek var ki?

Kendi kendime epey güldüm bu sahneye. Etrafımdakilere hayatı zehir etme yöntemlerimden biri bu soruları sormak çünkü. İnsan hoşlanmadığı yönleriyle filmlerde, kitaplarda karşılaşınca bi hoş oluyor. Böyle romantik komedimsi bi diziyse sıkıntı yok, illaki iyi bi şeyler olacak. Ama ya Tirza'daki gibiyse? İnsanın içindeki bütün pislikleri sakin sakin, sebebini sonucunu inceleye inceleye, adilane bi tavırla anlatıyorsa? Gerçekçiyse yani? İşte o zaman sıkıntı var. Güzel bi sıkıntı. Bi kavga hali. İçim sıkılırken kitaba karşı kahkaha atmama sebep olan cinsten. 

Böyle dertlerimizle kardeş kardeş yaşamamıza içelim!

Sevgilerle, lililerle, Maria Misakyanlarla...