08 Ekim 2012

BEN BİLMEM EŞİM BİLİR

Dün bir distopyadaydım. Fahrenheit 451'deki TV programında. Hani şu her evde sesi sonuna kadar açık olan, izleyiciyi gözetleyen, evde insanların birbirinin sesini duymasını engelleyen TV programı var ya, o. O stüdyodaydım.

Neden mi? Malum, işsizim. Part time işlere gidiyorum. Kanal D'de yayınlanan "Ben Bilmem Eşim Bilir" programına, Artizevi Ajans aracılığıyla ücretli seyirci olarak katıldım. Tabi kişisel olarak düşünürsek, aslında yeni bir topluluk tanımaya meraklı sosyoloji öğrencisi olarak katıldım.

Ajanslarda çalışmak ve TV programlarının distopikliği üzerine birkaç söz söylemek istedim:

Ajansla tanışma:
Unisbul.com yoluyla ajanstan gelen mailde 11.00de Taksim AKM önünde buluşulacağı, öğlen ve akşam yemeklerinin yapımcı tarafından karşılanacağı, yaklaşık 23.00 gibi servislerin tekrar AKM önüne bırakacağı yazıyordu. Ücret günlük 30TL, 3gün (cts, pazar,  pzt) 100TL idi. Çalışma saatlerinin çok, ücretinin az olmasından, kimsenin 3 gün gitmek istemeyeceği, dandik bi iş olduğu öngörülebilirdi. Yine de boşum ve ortamı merak ediyorum diye bir günlüğüne gitmek istedim.

Buluşma: 
Tam 11de AKM önündeydim. 4-5 kişi daha vardı. Geleceğim diyen çoğu kişi gelmemiş. Biraz daha bekleyip yola çıktık. 12 ye doğru Kanal D'deydik.

Kanal D önünde bekleme: 
2ye kadar dışarda, ağaç gölgesinde bekledik, binaya alınmadık. Geldiğimiz servisten arkadaşlarla ve ajans görevlisi kadınla muhabbet ettik (sağolsun çay ısmarladı). Herkes ajans aracılığıyla geliyordu. Diğer seyirciler birbirini tanıyordu, çünkü düzenli olarak programlara gidiyorlarmış zaten. Kulağımıza gelen dedikoduya göre, evlenme programı seyircisi tadındaki teyzeler 15TL alıyormuş, ama bizim 30TL aldığımızı bilmemeleri gerekiyormuş. Dedikodu tabi, ne kadar doğru bilmiyorum.

Bir de "apaçi" denilen liseli gençlik ağırlıktaydı. Üniversiteli az sayıdaydı.

Kanal D içinde bekleme: 
Yaklaşık 3e kadar Kanal D girişindeki kantinde bekledik. Bu esnada öğle yemeği verilmesini umduk ama verilmedi. Kantinden alışveriş yapanlar oldu.(Aldıkları üç kuruş paranın 3te birini geri vermiş oldular).

Stüdyoda bekleme: 
3 gibi stüdyoya alındık. Seyirci koltuklarına bizi yerleştirdiler. Ücretli gelince istediğin yere oturamıyorsun tabi. Görünümüne, boyuna posuna bakıyorlar. Zaten kimseyi tanımıyordum, benim için fark etmezdi. Yarışmacı yakınları bir araya oturtuldu. Beni de onların arkalarına geçirdiler.

Orada öylece 1.5 saat kadar bekledik. Program çalışanları koşturup durdu. Profesyonel izleyiciler "geç başlıyor, hayatta 11de bitmez" deyip durdu.

Yönetmen (ya da ünvanı her neyse) gelip kuvvetli alkışlamamızı, alkışlar iyi olmazsa o sahneyi tekrar çekmek zorunda kalacağını söyledi. (Burda aydınlandım, çocukken TV izlerken hep düşündüğüm , "bok mu var niye bu kadar coşuyor bu seyirci" sorusunun cevabını almış oldum). Kesinlikle yarışmacılara kopya vermememizi, telefonların sesini kısmamızı vs.. hatırlattı.

Bekledik bekledik bekledik (aslında bütün gün böyle geçti, niye uzun uzun yazıyorum ki, gönül işte, susmuyor).

Sunucu İlker geldi, biraz daha bekledik. O'nun komikliklerini ekiple komikleşmelerini izledik. Gülümsedik.

Yüzüme bir gülümseme taktım. Sunucudan yönetmene, yarışmacıdan seyirciye herkeste olandan. "İyi ki burdayım ve çok eğleniyorum" gülümsemesi.

Program çekimi: 
Önce yarışmacılar geldi, sonra sunucu, sonra başladı.
Genelde kuvvetli alkışladık, tekrar etmek zorunda kalmadık. Sanırım işimizi iyi yaptık.

İşte bu sanal ortamdı distopya dediğim.
Depresyonda falan değilsem, hayatta oturup izlemeyeceğim bir programdaydım çünkü:

Bir çift araba kazananacak diye insanlar oyunlar hazırlıyor, firmalar bir sürü masraf yapıyor, yarışmacılar orada arkadaş oluyor, sunucu hepsini ayrı ayrı çok seviyor, izleyicisini çok seviyor, işini çok seviyor, çok eğleniyor, sıcacık samimi ilişkiler...

Seyirciler bu hiç tanımadıkları çiftlerden biri araba kazanacak diye stüdyoya doluşuyor, deliler gibi alkışlıyor. Stüdyoya gelemeyenler evde ekran başında çekirdeğini çayını alıp izliyor, yarışmacıyla tek yürek olup heyecanlanıyor, sinirleniyor, üzülüyor, seviniyor....Bu hikayedeki herkes duygularını paylaşıyor, herkes heyecan dolu, coşku dolu.

Mantığı hiç katmazsak görüntü bu. Şimdi gerçek görüntüyü ele alalım. Bu bi kısır döngü:

Yarışmacılar programın yukarıda anlattığım sanal halini evde izleyip çok sever, başvururlar. Binlerce başvuru arasından seçilirler. Yarışma esnasında gerçekten heyecanlıdırlar, arabayı isterler, hırslıdırlar. Ama diğerlerine o kadar da sevgi dolu değildirler. "Dostlukları"nın ömür boyu sürme ihtimali iddia ettikleri kadar yüksek değildir. Ama ekranda daha sevimli görünmek isterler. Çünkü izleyicinin bunu istediğini bilirler. E doğal olarak izleyicinin istediğini yapımcı da ister. Sonuç: Sürekli gülümserler. Yarışmacı ekranda gördüğünün sanal olduğunu belki önceden de sezmiştir, ama ne kadar gerçekten uzak olduğunu stüdyoda daha iyi görür. Seyircinin aslında insanlardan değil, para kazanan insanlardan oluştuğunu ve alkışlamadıkları takdirde yönetmen tarafından azarlanacaklarını fark ederler. 

Program emekçileri (yani orda kafasını çalıştıran az sayıdaki insan), okumuş ya da en azından entellektüel kültür içinde zaman geçirmiş insanlardır. Saçma bir program yapıldığının en çok farkında olanlardır. Yaptıkları programı başkası yapsa ve kanalları değiştirirken denk gelse, büyük ihtimalle oturup izlemeyeceklerdir. İlgilerini çekmez, hatta bunu izleyen insanları cahillikleri sebebiyle küçümserler. Dolayısıyla aslında çok sevgili yarışmacılarını da küçümserler. Başka türlü, gerçekten işe yarar bir program yapmak isterler mi, kişiye göre değişir. Ama öyle bir programın çok izlenmeyeceğini, bu yüzden para kazandırmayacağını bilirler, yapmazlar. Çok idealistlerse zamanla yaparlar, ama bir taraftan bu tür küçümsedikleri işlerden para kazanmak zorundadırlar ki diğerine yatırabilsinler.

Seyirci zaten baştan beri söylediğim gibi, ajanslara başvurmuş para kazanan insanlardan oluşur. Birçoğu evde otursa da zaten bu programı seyredecektir, hiç olmazsa bir taraftan para kazanıyor olmak ister.  Dolayısıyla program emekçileri seyirciyi de küçümser. Küçümsediğini stüdyoda da belli eder. Evinde oturup seyreden seyirci ise, bu sanal ortamın gerçekliğine inanır ve yarışmaya başvurur...

Böylece döngü başa dönmüş olur.


Yemek molası ve ayrılma: 
3 oyundan sonra yemek molası verilecekti, dolayısıyla saat 7 gibi mola verildi. Bu demek oluyor ki ajansla getirilen seyirciler 11.00-19.00 arasında ağzına tek lokma koymadı. (Yemekte soğuk tavuk dürüm ve su vardı.) Program geç başladığı için geç (yani gece 1e doğru) bitti, servislere dağıldık. Servisten inerken 2. öğün verildi: birer sandviç ile dondurma, evde yemek için. Yemekleri yapımcı, servisleri ajans sağlıyordu.

Sonuç:
- Toplamda 13,5 saat çalıştık. 1 dürüm yedik, 1 şişe su içtik.
- Bu tür ajans işi üniversite mezunu bir insanın part time da olsa zevk alamayacağı, kendini değersiz hissedeceği bir iş. Vasıfsız insan için uygun.
- TV işinin belli bir saatinin olmadığını acımasız olduğunu hep duyar okurdum, gerçekmiş. Zaman açlık vs tanımıyor. İşini sevsen bunları görmezden gelebilirsin belki, ama sevmeyince yapmıncının insanları nasıl sömürdüğünü daha iyi görebiliyorsun ya, dokunuyor.
- İnsanlar bir şeyler izlesin diye ne çok saat/para/emek harcanıyor. Ve sonuç onlarca aptallaştırıcı program... Reytingler yeni programlara, yeni programlar yeni reytinglere dönüşüyor. İnsanın zekası, hayalleri, emeği yarattığımız sanal dünyada kaybolup gidiyor.

 
black mirror dizisinden bir sahne
konuyla ilgili olduğundan eklemek istedim