10 Mart 2020

Kitap: Gezginin Oteli - Zamanda ve Mekanda Yolculuklar (Cees Noteboom)


Hollandalı yazar Cees Noteboom'un bir kitabını daha okudum. (Diğeri burada: Mokusei) Yıllar içinde tuttuğu gezi notlarından seçmelerden oluşuyor. Hakkını vereyim, gerçekten zor bir yazar. Bazı şeyler çeviride kaybolduğundan mıdır nedendir bilmem, bu yazarı sanırım her daim uyanık bi zihinle okumak gerekiyor. Yoksa o kadar çok gönderme, o kadar çok -daha önce hiç duymadığım- özel isim geçiyor ki, dalıp gidiyorum başka düşüncelere. Ama dalmadığım zamanlarda hep severek okudum. Diğer kitaplarını da okuyacağım kesin. Keşke orjinalinden okuyabilsem ama henüz Hollandacama o kadar güvenmiyorum. Yazarı niye sevdiğimi şöyle bir not alarak özetlemişim: "(Kitaplarında) insanı anlama çabası, tarih bilgisi, batılı bakış açısı ve batılı bakış açısına dışardan bakış... hepsi bir arada." Evet hepsine katılıyorum yine ama eksik bu. Yazar gezgin, dünyayı gezip gezip yazıyor. Ama "görülmesi gereken yerler" gibi listeler yapmıyor. İnsanları izliyor, aralarına karışıyor, asla tam olarak karışamayacağının, hep bir gözlemci olacağının farkına varıp hüzünleniyor, fakat bu hüzün öyle bir kıvamda ki, gereksiz bir drama tadı bırakmıyor ağızda... Tüm bunlar bende, Noteboom'un Sait Faik'in daha karmaşık cümleler kuran versiyonu olduğu izlenimi uyandırıyor. Birisi öykücü, birisi gezgin elbette, edebi dillerinin hiç alakası yok birbirleriyle elbette ama sanki insanlara baktıkça hissettikleri hep benzermiş, gibi. 

Neyse, öyledir, değildir, bilmem, bana düşmez ama bende uyandırdıkları böyle, birbirine benziyor. 

Altını çizmeye üşenmediğim kısımları not ettim buraya, buyrunuz: 

133 - Bu tür yerlerde daima çok mutlu olduğumdan, nedenini hiç sormadım kendime. Mutluluk hakkında düşünmeye, mutsuzluktan daha az zaman harcıyoruz sanki. 

134 - Hiçbir şey, ilerlemeden daha sıkıcı değil, diye düşünüyorum mantıksal yönden ileri ama duygusal yönden geri olan ve kendi anavatanında, benzer bir sofulukla kiliseden çıkan bir grup kara giysili Hıristiyan herifi her gördüğünde bir kasvet ürpertisi hisseden ben. 

136 - İran'a, körleşmiş bir Batı kibiriyle yaklaşıyor ve kendinizi hiçbir nirengi noktası bulunmayan, binlerce yıllık bir tarihle karşı karşıya buluyorsunuz. Bugüne dek son öğrendiğiniz şey Xerxes'ti, peki ondan sonra gelen bütün o yüzyıllar ne olacak? Fransa'ya Fransız Devrimi hakkında bir şey bilmeden, Napoleon hakkında mümkün olan en muğlak düşünceyle ve Charlemagne, Hıristiyanlığın yayılışı ve Katoliklikle Protestanlık arasındaki fark konusunda hiçbir fikriniz olmadan gitmeye benziyor bu.

137 - Halife Ömer ülkeyi 642 yılında fethediyor ve İranlılar gerçekten, bugüne dek Müslüman kalıyor ama Müslümanlıktan çok daha eski bir tarihe sahip olduklarının ve bir zamanlar Araplara yenildiklerinin olağanüstü bilincindeler. İranlıların uyguladığı, Şiilik denen ayrılıkçı Müslümanlık biçiminde Muhammet'in halefleri farklı ve diğer Müslümanlar tarafından sapkınlık olarak görülüyor bu.

143 - Nihayet burada, insan biçimlerini simgeleyen resimler yapılmış duvarlar görüyorum bari. İnsan!Bütün o geometriden sonra bir rahatlama geliyor...

150 - Bu kabartmalara insan figürlerinin ya da daha doğrusu, insan imgeleminden çıkan figürlerin oyulmuş olması bile, sizin onlara yakınlığınızın, onlardan sonra, sizden önce gelen İran sanatının yakınlığından çok daha fazla olduğu anlamına geliyor; o insan biçiminden yoksun, aşırı geometrik süslemeler...

151 - Beraberimde götürdüğüm şey, başkalarında belki bir kayak tatilinden sonra kalan duygular; rafine ve temiz bir şeyle temas etmiş olmak.

173 - Çok zaman önce kızkardeşimle ben savaş zamanı, Lahey'den boşaltıldıktan sonra, yönetimsel bir hata yüzünden, doğu Hollanda'daki School met den Bijbel (Kutsal Kitap okulu) dediğimiz bir yere yerleştirildik. Bu pek uzun sürmedi, çünkü diğer çocuklar daha ilk gün bizim 'pis katolar' olmamıza sardırıp oyun alanında bizi kovaladılar ve köşeye sıkıştırıp suratımıza tükürdüler. Bu bende bir travma yarası bırakmadı fakat unutmadım da. Bunu o bölgelerde, 'zwartekousenkerk' (kara çoraplar kilisesi) olarak hüküm süren katı ortodoks tipte Protestanlığa bağladık. Bildiğim kadarıyla, bu kilisenin üyelerine bugün bile televizyon izlemek yasaktır, çoğunluk oldukları semtlerde Pazar günleri yüzmek yoktur ve hatta bunların bazıları çocuklarına çocuk felci aşısı yaptırmayı bile reddediyor, çünkü bunu yaptırmak Tanrının esrarengiz işlerine karışmak demektir. 

173 - (Kilisede) Işıksız bir Noel ağacı, yerinden edilmiş kişidir; orada dururken, bir ağaç olmak için elinden geleni yapıyor, ama herhalde bunu bir ormanda yapmayı tercih ediyordur. 

181 - Yapraksız bir akçaağacı nasıl tanıyacağım? 

183 - Homo sapiensin çeşitli biçimlerinin konduğu bir kafes olursa belki o zaman kendimizi daha iyi anlayabiliriz. 

206 - ... ama bana anlatmak, açıklamak, tanımlamak istediği daha çok, çok şey var ve ben anladıkça, nasıl da hiç anlayamadığımı fark ediyorum sadece ve sonunda vazgeçiyoruz... (çevirinin bazı durumlarda işe yaramaması hakkında...)

206 - O ses, iki yahut üç kuşak sonra artık hiçbir anlamı kalmayan, tam bir antika haline, UNESCO fonuyla kurulmuş bir müzenin, yani görkemli günlerin, değerli kahramanların, tarihin anısına kurulmuş bir yerin bir rafında duran, konserve kutusuna konmuş bir mit haline gelecek ve sonunda MacLuhan'ın köyü (global köy kavramı) her şeyi tamamen eşdit kılmayı başardığında, bir zamanlar 'insanlarla ilgili her şey', her şey, her yer bundan sonraki kuşaklar için pahalı bir oyuncak haline gelecek. (Gittikçe daha az konuşulup kaybolan diller, kültürler hakkında)

217 - ... bireyleri hep birlikte yaşayan ve dolayısıyla tek başına ölmeyen bir toplumun son perdesidir bu.

217 - Dünyamız onların varlığına daha ne kadar izin verecek? Onların toplumunun 'bütünlüğünü' bozan tek şey, bizim tarafımızdan görülebilmesidir ve bozulmanın bizim görmemizle başlaması dünyada ilk kez olmayacak. (...) Bunun hakkında yazı bile yazamadığımı fark ediyorum; onların 'toplumu'  hakkında bir şeyler söylemeye çalıştığımda, en hor görücü türden bir neo-Hıristiyan terminolojisinin içinde bocalayıp duruyorum ve seçim zamanı, Hıristiyan Demokratların daha radikal kanadına hizmet eden birinin sözleri gibi geliyor sanki bunlar. Bizim bir topluluk hakkında konuşmaya hakkımız yok, çünkü bizim gerçek anlamda bir topluluğumuz yok artık. Aynı kavramları, tümüyle farklı anlamlartaşıdıkları bir topluma uygulamak olanaksızdır. Biz yalnız yaşıyoruz, onlar birlikte yaşıyor ya da başka bir şekilde söyleyecek olursak, yaşlı bir kadının pencerenin önünde, ölmüş halde üç gün oturması diye bir şey orada olamaz, her ne kadar bunun, onlarda önünde oturacak pencerenin olmamasından kaynaklandığını söyleyecek kişilerin çıkması kaçınılmazsa da.

219 - Timbuktu'nun adını duyunca tüm Avrupa ve Magrip'in özlemle titrediği zamanlar varmış. (Songhai İmparatorluğu)

222 - Beyaz adamlar Afrika'yı kendilerini şımarıkça soyutlayarak, kendi rahatlarına düşkünlükleri yüzünden asosyalleşerek gezer ve hiçbir şeyi görmezler. Ve gittikçe daha çok sayıda gelip, tuhaf vahşi hayvanların, parayla tutulmuş dans eden maskların yanından geçer ve yine hiçbir şey görmezler. Ve ama... ve ama... Levi Strauss bunu daha net bir şekilde dile getiriyor: 

Etnologlar, bizim yaşam tarzımızın tek tarz olmadığını, insanların mutlu bir şekilde yaşamasını sağlayan başka tarzların da varlığını göstermek için vardır. Etnologlar bizi kendini beğenmişliğimizi biraz yumuşatmaya, farklı yaşam biçimlerine saygı göstermeye çağırır. Etnologların incelediği toplumlarda kulak vermeye değer dersler vardır. bunlar insanoğluyla doğal çevresi arasında bir dengeyi sırrını ve amacını bizim artık anlayamayacağımız bir dengeyi kurabilmiş toplumlardır.

229 - ...insanlar... denizlere çıkan her geminin, limandan ayrılırkenkinden farklı bir haritayla döndüğü zamanları hep özleyecektir.

238 - ...şimdi kendi başıma dediğim bir yaşamı, yazmakla ve görünür dünyayı kaydetmekle geçen bir yaşam tarzını seçtim, ama tek bir sözcüğü okuyabilmek için kaç tane sözcük yazmanız gerek?