11 Temmuz 2018

Kitap: Mokusei! (Cees Noteboom)

Noteboom, Hollandalı, daha çok gezi kitapları yazıyor. Ama Hollanda edebiyatı denince de bilinen isimlerden ki, Türkçe çevirisi basılmış.

İlk okuduğumda çok bi şey anlamadım kitaptan. Japonya ile ilgiliydi, şairane bir anlatımı vardı, çok fazla olay yoktu vs... Japonya'da okuyunca daha iyi anladım. Meğersem güzelmiş kitap. Öte yandan, kitabın çevirisiyle ilgili hala sorunlarım var. Sevemedim. Eleştirecek kadar çeviri işinden anlıyor değilim ama bazı yerlerde bir şeylerden rahatsız olmuştum ve inceleyince özne yüklem uyumsuzluğu olduğunu fark etmiştim. Yani böyle basit hatalar vardı sanki. Fakat hiçbirini işaretlememişim, kanıt gösteremiyorum. Bir yerde de kadın değil de "bayan" denmiş olması ciddi ciddi rahatsız etmiş, altını çizmişim. Kadın hakları savunucusu gözüyle baktığımdan değil (yani normalde de sevmiyorum bayan sözcüğünü ama bu kez derdim o değil), edebiyata "bayan" sözcüğünü yakıştıramadığımdan... Bakınız cümle şu:

"Tıklım tıklım kalabalık havaalanı ile dünyanın herhangi bir yerindeki bütün diğer otellere tıpatıp benzeyen oteli arasındaki sonsuz yolculuk sırasında dağınık sokakların sıkıcı kalabalığının verdiği kasvetle birlikte, bu düşüncelerle Fuji Dağı önünde kimonolu bir bayanın özellikle gösterilmesi istenen bu önemsiz gezi kitabı arasındaki çelişkiyi bir kenara atmıştı. "

Kitabın orjinali Hollandaca ise eğer, ki büyük ihtimalle öyle, "bayan" diye çevrilmeyi gerektirecek kelime "vrouw"dan başka ne olabilir? Bilmiyorum. Öğrenirsem yazarım. Eğer "vrouw" ise, "kadın" demeyi neden tercih etmemiş çevirmen? İşte bunlar hep soru... Şimdi biraz araştırınca çevirmen Şemsa Yeğin'in ABD'de Amerikan Edebiyatı eğitimi aldığını öğrendim. Hollanda'yla bir bağı yoksa, kitabı orjinalinden değil İngilizcesinden çevirmiş olma ihtimali yüksek. Belki o yüzden tuhaflıklar vardır. Ya da, 2015 yılında, 75 yaşında ölen çevirmenle aramızda nesil farkı olduğu için O'nu anlayamıyorumdur. O'na göre "bayan" demek daha çok yakışıyordur edebiyata.

Kitapla ilgili diyeceklerim bunlar. Güzeldi, turist kafasıyla çok güzel dalga geçiyor. Özellikle batılının Japonya'ya olan hayranlığıyla. "Onların da bi hayatı var yahu, manyak mısınız, sizin hayallerinizdeki gibi yaşamak zorundalar mı?" diyor. Tabi bi de daha insani hikayeler var ama benim ilgimi daha çok bu kısmı çekti.

Alıntılar:

6 - İki Japonya yok - hiç değilse Japonlar için iki Japonya yok kuşkusuz. Varlığı akıllarından geçiyorsa da göze görünmez bir şey bu onlar için. Sen, buraya herkes gibi kötü niyetlerle geldin. Bunun örneğini öyle çok gördüm ki. Tanizaki'den bir kitap okumuş, belki Shogun'ı ya da Ressam Hiroşige'nin bir resim sergisini görmüş oluyorlar, Zen hakkında yalan yanlış birkaç bilgi topluyorlar ve her şeyi bildiklerini sanıyorlar. Büyük bir yanlış anlama bu, kelimenin tam anlamıyla yanlış anlama. Bunları anında tanırım, yeter ki bir öğle yemeği yiyeyim bu insanlarla. Tam olarak böbürlendikleri söylenemez, ama daha buraya ayak basmadan her şeyi bildiklerini, eski tüfek olduklarını hissettirmek isterler. Saşimi, suimono, mizutaki sözcükleri, hayatlarında başka bir şey yememişlercesine tökezleye tökezleye yuvarlanır ağızlarından; bu yemekleri Amsterdam'daki Okura ya da Kyo restoranda tattıklarını duysam hiç şaşırmam. Genellikle buraya ilk gelişlerinde hayatlarından memnundurlar - tabii onlar adına sen her şeyi gerektiği gibi ayarladıysan. Estetik düşkünüdürler, dolayısıyla bütün Hondalar görünmez kılınmalıdır. Her yerde olduğu gibi burada da hayatın dörtte üçünü oluşturan bayağılığı ve kabalığı görmemeye kararlıdırlar - işte tam da bu konuda onlara yardımcı olmanız gerekir. Tokyo'da pek uzun kalmazlar, hemen süslü tapınaklarıyla ünlü Nikko'ya ya da hızlı trenle - ah, evet, pek sevdikleri hızlı trenle - Kyoto'ya koşarlar, hiç vakit kaybetmezler. Gerçek bir ryokan'da - bir geleneksel Japon otelinde uyumak, ailecek ahşap bir küvette yıkanmak isterler, Kabuki-za tiyatrosunda saatlerce kalır, oyunu anlıyormuş numarası yaparlar, mümkünse Japonya'nın tinselliği hakkındaki fikirlerini doğrulamak amacıyla bir manastırı ziyaret ederler. Aslında herkesin Lanceloet Şövalye Öykülerini ezbere bildiği bir Hollanda ya da ressam Memlinc'i, Bruges'in kent merkezi ve Ruusbroec'in derin dinsel bilgilerinden başka bir şeyi olmayan bir Belçika aramaktadırlar. Bu tür ülkeler sadece zaman içinde varlık gösterirler, uzamda kim bilir ne kadar uzun zamandır bulunmamaktadırlar.

10 - Ama sen saf ve temiz, kutsal gelenek olduğunu varsaydığın bir şeyi görüyorsun. Onlar da zaten sana onu böyle satmak istiyorlar. Bu kapılar sadece yılda bir kez açılır. O zaman normalde yalnızca İmparatorun yürüdüğü bahçe yollarında halkın yürümesine izin verilir. Ve bildiğin gibi İmparatorlar, bulanık, sisli geçmişlerden beri burada yaşamaktalar. İmparatorların son günleri! İsa'dan yüzlerce yıl öncesine uzanıyorlar. Sanıyorum şimdiki İmparator yüz otuzuncu oluyor. Üstelik bu doğrudan İmparatorluk soyundan geliyor. Böylece burada ilkçağlara bağlanmış oluyorsun, bu da pek çok kişi için mutluluk verici bir şey. Benim gördüğüm tek şey, en küçük bir doğallığa, kendiliğinden bir şeyler yaratmaya yanaşmayan bir askerci zorba sürüsü. Bu ulus itaat hastası. Sakın sırayı bozayım deme.

12 - Buraya gelen İngiliz ve Amerikalıların çoğu - sadece iş adamları demek istemiyorum, çünkü onlar çabucak uyanıyorlar - haydi diyelim sanatçı tipler, Japonya hakkında gerçek bilgilerden yoksunlar. Buranın farklı olduğunu biliyorlar, ama Vietnam da farklı, Fildişi Sahili de farklı. DEyiş doğruysa, farklı bir farklılık var Japonya'da. Ama bunu onlara nasıl anlatacaksın? Japonca konuşmazlar, çoğu durumda da hiçbir zaman konuşmayacaklar, bazıları Japon kültürü hakkında bir şeyler biliyor ki bu da aslında hiçbir şey - ama bu onları hiç rahatsız etmiyor, çünkü  Japonya hakkında bilgiden daha değerli bir şeyleri, fikirleri var yani. Bu fikir kesinlikle belli bir estetik form ya da saflık ya da adını ne koyarsan o konudadır. Kısacası, sonuçta, bu insanlar Japonların sanki bir tür saf, kirletilmemiş bir kültürde yaşıyorlarmışçasına geleneklerini olduğu gibi korumak için başka halklardan daha iyi başardığına inanıyorlar.

13 - Parola saflık. Yazı sanatının saf güzelliği. Çiçek yerleştirmenin, yemek yemenin, günlük yaşantının saf estetiği. Japonlar bizim toplu üretimi satın almak, gülünç ve saçma bir yozlaşma içine gömülmek gibi en kötü alışkanlıklarımızı, son derece çirkin, aptalca, köle gibi kopya ediyorlar, ama bundan haberleri yok. En kötüleri de romantikler - şairler. Durmadan bu şiirlerin bugün çevrildikleri dilin henüz ortaya çıkmadığı bir dönemde şiir yazan Samuraylardan - Japon soylularından söz ederler. Şairler askerlerden ve ticaretten konuşmaya başladılar mı, dikkatli olacaksın. Geçen gün şöyle bir cümle okudum: "Samuray sınıfı, Japonya'da günümüzde gerçekleşen ekonomik mucizenin beşiğinin yanıbaşında durmaktadır." Bunu senin yurttaşlarından biri yazmıştı. Adamlar yirmi sayfalık el kitabını okudular mı, dört dörtlük Budist olduklarına inanıyorlar, Batılı otel odalarında yazıp duruyorlar ama televizyonu açmak akıllarına gelmiyor, çeşitli dönemler arasındaki biçem farkını dikkate almadan birkaç dilde çalakalem yazılmış bir Seyahat Rehberiyle silahlanmış olarak Kyoto'daki tapınaklar bölgesinde dolaşıp duruyorlar. Sonradan da şaşıp kalıyor ve yüz seksen derece dönüyorlar. Sonra da gerçek Japon şiirine, haikuya hiç değinmeseler de durmadan yakınıyorlar: "Japonlar arkadaş canlısı değil, onlara ulaşamazsın, hiçbir şey anlamazlar, hiçbir dil konuşmazlar, sadece kibar kibar gülerler, bireysellikleri gelişmemiş, kendi ilkelerini hiçe sayıp Batıya yanaşıyorlar, ülkelerini hak etmiyorlar," falan filan...

14 - Şimdi sözünü ettikleri Japonya, başlangıçta etmiş oldukları Japonya bir zamanlar vardı bana göre. Bir zamanlar. Japonya'yı bize katılmaya zorlamamızdan önce. Ne çılgınlık. Asya'nın koca göbeğine bir karides gibi uzanmış duran bir adayı ne yapıp edip çekmek, hastalıklı gelişmemizin şafağına yanaştırmak istemek! Komutan Perry*. Küçük olaylar, kötü sonuçlar.

16 - ...sözcükleri bulunmayan bir deneyim yaşamışçasına sessizlik içinde çıkış kapısına doğru yürüyen insanlara baktı.

17 - Onlar hakkında ne garip düşüncelerim var, biliyor musun? Bütün büyük kahramanları başarısızlığa uğramış. İnsanların fark edilmeyi, gizlenmeyi yeğlediği bir ülkede, herkesin yaptığını yapmayan ve umutsuzca başarısızlığa uğrayan birkaç deli, kahraman oluyor. Yeter ki başarısız olsunlar, yeter ki sonları acımasız ve umarsız, yok olacakları baştan belli olsun. Bende bir kitap var bununla ilgili: Başarısızlığın Soyluluğu, mutlaka okumalısın.

21 - Utrecht'li otuz dört yaşındaki fotoğrafçının uzun yaşamı!

25 - ...doğayı simgelemekten çok çağrıştıran...

30 - Uzun zaman önce ve aynı zamanda dün gibi. Bu türden bir zamanı belirtecek bir zaman kipi yok.

31 - Otelinin, yemeklerin son derece pahalı olduğu Japon lokantasında yedi yemeğini ve garson bayanların kesik kesik seslerden oluşan konuşmalarıyla zarif hareketlerine hayran kaldı. İşlerini yaparken, her zaman için bir öncekinin tekrarı olan minik, hışırtılı adımlarda mekanik bir hava yarattıklarını görmezden geldi. Japonya'daydı. Ve bu olguyu kimsenin ondan çekip almasına izin vermeyecekti.

39 - ... az sonra kentten çıkmış olacaklardı. Ancak o zaman Japonya'da sayacaktı kendini.

50 - Bu tümcenin getirdiği sınırlama hoşuna gitti. İnsanlar ancak birkaç sözcük biliyorlarsa her şeyi anlayabilirler. Bu çok rahatlatıcıydı, paylaşılan bir dil, diye düşünüyordu, her zaman zararlıdır, çünkü sözcükler ağızdan çıkar çıkmaz yalanlar söylenir.









* Matthew C. Perry: 200 yıldır dış etkilere kendini kapatan Japonyayı 1850lerde ticarete ve diplomatik ilişki kurmaya zorlamak için görevlendirilen Amerikalı deniz subayı.