10 Temmuz 2018

Japonya

Japonya'ya gittim geldim. Çıktığım en uzun tatil oldu, 3 hafta. Eve döndüğüm için mutluyum. Zaten Yunanistan dışında her tatilden eve dönüşte mutlu oldum şimdiye kadar. Ev gibisi var mı... Yunanistan gibisi de yok tabi. Bu sene 3 haftayı Japonya'da harcadığımız için az buçuk üzgünüm, müziğini sevdiğimin Yunanistan'ı varken... Tabi içimdeki çocuk böyle mızmızlanıyor, yoksa kıyaslanamaz ikisi. Dünyanın öbür ucuna bi daha gitmem büyük ihtimalle. Hatta öyle ki, bi çekilişten bedava seyahat kazandım diyelim, yine gitmem sanırım. Neden? Çünkü bu gezide kendimi biraz daha tanıdım.

Gezgin ruhlu bi insan değilim. Gezmenin belli tiplerini seviyorum. En birincisi, müze gezmek. Sanat müzesi değil, tarih müzesi olacak. Gittiğim yerin tarihini bana özet geçsin, yeter, çok fazla buluntu sergilemesine de gerek yok. Yani sergilerse güzel olur tabi ama şart değil. Sonra çıkıp şehirde gezinmek, meydanında oturup insanları izlemek. Gezinirken sokak sanatçılarına denk gelmek... He bi de çok pahalı bi yer olmazsa ekstra güzel bi gezi olur. Tabi bunlardan anladığımız üzre, şehir gezmeyi seviyorum, doğayla aram yok. Şehir de şehir olsun diyorum hatta, akşamları sokakları canlı olsun, meydanları olsun, hava müsaitse insanların para harcamadan vakit geçirebileceği meydanları, meydanlarında bankları olsun... Şehir içinde parkları olsun tabi bi de, ağacı bol olsun. Doğa gezmeyi sevmiyorum dediysem, doğa karşıtı da değilim. Doğada gezerken, el değmemiş güzelliğin hakkını veremiyorum. İnsan eli değmemiş yerlerin dilinden anlamıyorum. Şiir gibi, başka bir dilde konuşuyor, ben o dili henüz bilmiyorum gibi geliyor. Fotoğraf çekme alışkanlığım da yok ki güzelliklerin hakkını vermeye çabalarken vakit geçireyim...

Kısacası gezmek, benim için insan ve tarih demek. Orada yaşayanlar neyi neden ve nasıl yapıyorlar? Bu soruların cevabını aramak... Of ne güzel bi haz...

Japonya'ya geri dönersek; yukarıda anlattığım şekilde gezenler için 3 hafta fazla geliyor. Kendine has bi kültürü var, doğası çok güzel, modern dünyaya uyum sağlama yöntemlerini gözlemlemek çok güzel... Fakat, zaman geçtikçe fakatları hissediyor insan.

Birincisi, sokakta hayat yok. Yani Avrupa'daki kadar yok. Meydanları oturup vakit geçirmek için değil de, buluşmak için, geçip gitmek için tasarlanmış. Hatta çok fazla meydan yok görebildiğim kadarıyla. (Tokyo ve Kyoto'da kaldık, daha çok buralar için konuşuyorum.) Tapınakların olduğu yerler genellikle güzel parklar içinde. Gündüzleri bu parklarda takılmak güzel fakat mesela sokak sanatçıları yok buralarda. Bir de akşamları parkta vakit geçirilmiyor. (Ya da biz geçirmedik, alışkın olmadığımız için. Acaba akşamları mı coşuyordu parklarda hayat? Abbov, çok şey kaçırdık eğer öyleyse.) İnsanlar dışarı çıkınca restoranlarda, barlarda ya da Japonların deyimiyle izakayalarda takılıyor daha çok. Kapalı mekanlarda yani. Bu da para harcamayı gerektiriyor.

Para önemli. Japonya ucuz bi yer değil. Bira ucuz değil, ki bu da bi mekanda oturup uzun zaman geçirmemi engelliyor. Japonya'ya gidip bira içersen öyle olur, demeyiniz, yerel ve ucuz olan bi içki olsa, onu içecektik fakat menülerde öyle ucuz bi içki göremedik. Sake de çok ucuz değildi. İtalya'da mesela bira içmek aptallık oluyor, çünkü şarap çok daha ucuz ve güzel. Fakat Japonya'da öyle değil. Biz de çoğu zaman akşamlarımızı evde geçirdik. Yabancı bir ülkede evde oturmak insanı rahatsız ediyor. Sanki görmen gereken bir şeyler var da kaçırıyorsun gibi geliyor. Daha kısa süreliğine gitseydik, dışarda daha çok vakit geçirirdik. İşte bu yüzden 3 hafta fazla diyorum biraz da.

Bir de tapınaklar alışkın olduğum mimariden çok farklı, insanların dini alışkanlıklarını gözlemlemek güzel filan tamam da, bir yerden sonra hepsi birbirine benziyor gibi geliyor. Japonya'nın görülmesi gereken yerlerinin başında da bu tapınaklar geliyor. Dinlere özel bir merağım da yok, hatta benden uzak Allah'a yakın olsunlar felsefesiyle yaşıyorum daha çok günlük hayatımda. Böyle bi insan için tapınak ne anlama gelebilir? Tarih. O tapınakta neler yaşanmış, ne kadar inanan girip çıkıyor? Geçmişte bu bina ne ifade etmiş insanlara, şimdi ne diyor? Bu tip sorulara o turistik bölgelerde cevap bulmak zor. Birkaç cümlelik broşür bulabilirsen ne ala, yoksa hepsini tek tek internette araştırmak gerekiyor. Ben Avrupa tarzı gezmeye, her girdiğim tarihi binada uzun uzun tanıtım yazıları okumaya çok alışmışım galiba. Hollanda'da kiliselerin girişinde bile ayrıntılı bilgi içeren broşürler oluyor. Hele ki giriş ücretliyse epey bi bilgi bulunuyor. Fakat Japonya'da tapınaklar daha çok batı dünyasında bulunması  mümkün olmayan binalar olduğu için özel. Çevrelerini kaplayan parklar özenle düzenlenmiş. Fotoğraf çekmek, çektirmek, instagrama koymak için çok güzel. Onun dışında ya ben çok ruhsuzum ya da Avrupa tarzı gezmelere çok alışmışım. Hollanda'da 10 eurodan aşağı müze bulmak çok zor fakat genellikle o kadar çok bilgi ve eser sunuluyor ki, bir yerden sonra hepsini algılayamayacak kadar yoruluyor insan. Tapınak ise daha çok deneyim satıyor.

Bir de kaleler var. Geleneksel Japon kaleleri. Yine Avrupa'daki kale anlayışından çok farklı. Fakat yine, verdiği bilgi ile giriş ücretini kıyaslayınca tam tatmin olamıyor insan. O binalar Hollanda'da olsa piyuuuuuv... Neler neler anlatırlardı... Sanırım Hollanda müze konusunda fazla iyi, her yeri burayla kıyaslayasım geliyor. Ücretler de iyi olsa ne güzel olurdu. Burada yaşayanlar için iyi, Müzekart var çünkü ama turistler için fena.

Şimdi, Japonya'da 3 hafta geçirmenin benim için neden fazla olduğunu açıkladım. Aklımda kalan diğer noktaları dağınık dağınık yazayım unutmadan:

- Sokakta çöp kutusu yok denecek kadar az. Bazı yerlerde umumi tuvaletlerde bile çöp kutusu yok. Var ama sadece pet ve tampon için. Özellikle yazmışlar "lütfen bunlar dışındaki çöplerinizi evinize götürün" diye. Orada yaşayanlar için çöpleri, plastikti metaldi, ayrıştırıp atmak şart. Sanırım geri dönüşüm sağlanabilmesi için sokaklarda çöp kutusu yok. E o zaman herkes çöpü sokağa atar diye düşünüyor insan hemen, lakin ki öyle değildir. Çok turistik yerlerin dışında ortalıkta çöp yok. Alışmışlar. Biz de alıştık hemen. Zaten geri dönüşümün iyi işlediğini duymaktan ve nesneleri sınıflandırmaktan psikopatça bir haz aldığım için, uyum sağlamam hiç zor olmadı.

- Lakin ki sokakta sigara içilmesi de yasak. Özellikle Tokyo'da. Çoğu yerde "sigara içmeyin" işareti var. Aslında yürürken içmek yasakmış. Çok kalabalık olduğu için bu kuralı koymuş olabilirler. Belli sigara içme alanları var. Genellikle içecek veya sigara otomatlarının yanı veya metro durağı gibi insanların durmadan aktığı yerlerde sigara odaları ya da camla ayrılmış bölmeler var. Pek çok kapalı mekanda sigara içilebilen masalar var. Ama havalandırma öyle bir çalışıyor ki mekan duman altı olmuyor. İçmeyenler için illaki rahatsız edici olur ama içenler için güzel bi şey. Fakat restoranların, barların dışardaki masalarında da genellikle içmek yasak. Hadi burda diğer müşterileri rahatsız etmemek için diyelim. Fakat otellerde de balkonda içmek yasak. Bu neden? Sokakların temiz olmasına o kadar alışmışlar ki, müşterinin külünü balkondan aşağıya pıt pıt yapma ve komşuların rahatsız olması ihtimaline karşı yasaklamışlar. Ben yapmam öyle bi şey fakat illa çıkar bunu yapacak hayvan. O yüzden, buna da hak veriyor insan. Yıllardır böyle yaşıyorlar ve alışmışlar. Ama ben o güzelim sıcak havalarda bi mekanın bahçesine oturup, kahvenin ya da biranın yanında sigara tüttürmeyi çok istedim, içimde kaldı.

- Marketlerde damak tadımıza uygun ekmek bulmak zor. Sünger gibi, kalın dilimli tost ekmekleri var. Ki bazıları şekerli. Hangisinin şekersiz olduğunu tahmin edebilirsen ne ala. Çoğu ürünün üstünde sadece Japonca yazıyor, içindekiler filan da dahil. Google Translate de düzgün çalışmıyor Japonca'da. Market çalışanları da genellikle İngilizce bilmiyor doğal olarak. Dolayısıyla beklentiye girmeden yiyecek almak gerekiyor, yoksa çok fena hayal kırıklığına uğrayabiliyor insan. Beklentiye girmeyince zevkli. Sağlık sorunları sebebiyle beslenmesine dikkat edenler içinse epey zor bi gezi olabilir. Öte yandan çoğu restoranın camında menüdeki yemeklerin modelleri var. En azından görüntüsünden bi şeyler anlamak mümkün.



- Ayrıca beyaz peynir yok. Feta da yok. Hiç yok. Hiçbir markette yok. Türk marketi de yok. Dönercide ayran yok. Temel gıda maddesi karşim bunlar, nasıl olmaz! diye isyan etmedik tabi, süt ürünleriyle aralarının iyi olmadığını biliyorduk neyse ki önceden.

- Çalışanlar genellikle İngilizce bilmeseler bile yardımcı olmak için öyle çok çabalıyorlar ki insanın tutup sarılası geliyor. Hollanda uçağına biner binmez kültürel yedi farkı gördük. Bizim hosteslere soru sormaya çekiniyor insan. Yine güler yüzlüler ama öyle müşteri her zaman haklıdır mantığı yok. Meşgulse, araya girip bir şey sormaya çalışırsan azarı yiyebilirsin. Özgüven mi desem, işini kaybetme korkusu olmamasından mı desem, Hollanda'da müşteri birinci planda değil. Müşterinin kral olduğu yerlerde çalıştığım için seviyorum Hollandalının bu huyunu. Hala alışamadım, o ayrı.

- Japonya'da tanımadığın insana selam verme alışkanlığı yok. Mesela küçücük bi sigara odasında yalnızsın, sigaranı içip çıkacaksın. Biri daha geliyor, göz göze geliyorsunuz ama selam vermiyor. Soğuk nevale olduklarından değil. Mesela bi şey sorsan, mutlaka içten bi şekilde cevap verir, yardımcı olmaya çalışırlar. Bana tuhaf gelmesinin sebebi, burdaki durum. Burda az kişinin olduğu bir ortama girince, hiç tanımasa bile genellikle selam veriyor insanlar. Kültürel farklılığa bariz bir örnek daha.

- Japon tuvalet ve banyolarının hastası oldum. Tuvaletini duymuştum daha önce, taharet musluğu var (Avrupa için büyük devrim) ama sıradan bir musluk değil, akıllı. Tazyiğini, suyun sıcaklığını filan ayarlayabiliyorsun. Koltuğu ısıtmalı olanı var, masaj yapanı var, dışarıya ses gider diye endişelenenler için su sesi çıkaranı var...

Klozetin yanında böyle bi ekran var.

Bunları duymuştum daha önce, çok ilgimi çekmemişti, burda ıslak tuvalet kağıdı kullanmaya alıştım. Ama banyolarını çok sevdim. Bi kere banyo tamamen öyle bi malzemeyle kaplı ki, her yer rahatça ıslatılabiliyor. Yerler de öyle. Havalandırma sistemi aynı zamanda kurutma sistemi olduğu için hiçbi yer ıslak kalmıyor. Hatta çamaşırlar da banyoda kurutuluyor. Bununla ilgili ayrıntılı bi video var, daha iyi anlatır:




- Ayrıca bizim alaturka tuvaletlere benzer tuvaletleri de var. Eski tip Japon tuvaleti deniyor. Turistik yerlerde umumi tuvaletlerde Avrupalı turistler bunları kullanmadığı için genelde boş oluyor. Anadolu'nun bağrından kopup geldiğim için hemen koşuyorum. Tabi bunlarda akıllı taharet musluğu konforu yok.

- İnsanların giyim tarzı bizim oralardan ya da Avrupa'dan çok farklı. Güneşten korunmak için şemsiye taşıyorlar. Kadınlar parmaksız, dirseklere kadar uzun eldivenler takıyorlar, sanırım hem güneşten korunmak için, hem de geleneksel olduğu için. Erkekler mutlaka çanta taşıyor. Hatta çoğunlukla kadınlarda görebileceğimiz büyük çantalar. Sıcaktan olsa gerek, herkeste ya mendil ya da küçük havlular var. Sürekli terlediğim için bir yerden sonra ben de taşımaya başladım.

- Turistik yerlerde kimono kiralanabiliyor. Daha çok fotoğraf çekmelik bi yer dedim ya, insanlar kimonoyla poz veriyor. Bunu daha çok yerli turistler yapıyor. İlginç geldi bu bana. Türkiye'de geleneksel kıyafet kiralanacak olsa bile, yerli turistin bununla çok ilgileneceğini sanmam. Geçmişleriyle görüntüye bile yansıyan böyle bir bağları var. Arkaplanda ne kavgalar dönüyor, bilmiyorum tabi. Kraliyet karşıtı muhalifler varmış mesela bir belgeselden öğrendiğim kadarıyla ama halkın ne kadarını temsil ediyorlar bilemiyorum.

- Her şeyin yeşil çaylısını yapmışlar. Dondurma, kurabiye, Kitkat... Denemeye değer bence.

- Haziran sonu, temmuz başı Muson yağmurları zamanı. Her gün deli gibi yağmur yağmuyor ama bütün gün yağdığı için hiç evden çıkmadığımız iki gün oldu. Dinlenmeye ihtiyacımız vardı, iyi oldu. Fakat kısa süreliğine gidecekseniz, bu tarihlerde almamanız iyi olabilir.

- Biz ordayken 30 küsur yıldır yağmayan bi yağmur yağmış, seller, toprak kaymaları oldu özellikle Hiroşima civarında. Epey bi kişi öldü, hala haber alınamayan insanları arama çalışmaları da devam ediyor. Osaka civarında da deprem oldu, 2 kişi öldü. Zor bi coğrafya netekim. Depreme alışmışlar, çok sık oluyormuş fakat sel ve toprak kayması çok fena vurdu sanırım ülkeyi.

- Mutfaklı, çamaşır makineli odalarda kaldık. Odadaki aletlerin nasıl kullanılacağının uzun uzun anlatıldığı kitapçıklar vardı hep. Çünkü beyaz eşyaların üstündeki talimatlar hep Japonca. Dil bilmemek market dışında çok problem olmadı kısacası. (Sumimasen, Koniçiva ve Arigatomuzu eksik etmedik tabi.) İstasyonlarda da çoğunlukla İngilizce yönlendirmeler vardı. Ayrıca Google Maps toplu taşımada çok işe yarıyor, ücretleri de gösteriyor.

- Japan Rail Pass almak çok mantıklı. Tabi sadece Tokyo'da kalıp dönecekseniz gerek yok fakat birkaç şehre gidecekseniz mutlaka avantaj sağlıyor. Normalde tren biletleri, daha doğrusu genel olarak toplu taşıma çok pahalı. Kyoto içinde otobüse binecekseniz, tek bilet 230yen, günlük bilet 600 yen. Bu tip kampanyaları takip etmek gerekiyor. Genellikle her şehrin Tourist Info ofisinde bunlarla ilgili bilgi oluyor.

- Japan Rail Pass'ın geçmediği tren hatları var. Bunu biliyorduk ama Fuji Dağı'na giden trende geçmeyeceğini düşünemedik. Mutlaka göreceğim dediğiniz yerler varsa aklınızda, onların bilet fiyatını araştırıp, ona göre Japan Rail Pass almak mantıklı olabilir. Bilet fiyatları için burdan buyurun: http://www.hyperdia.com/

- Bu siteden de görebileceğiniz gibi, ülkede her yerden reklam ve yazı fışkırıyor. Kalabalık sokaklardan, binalardan, internet sitelerinden, dükkanlardan, TV programlarından... Çok fazla dikkat dağıtıcı şey var. Yollardan kamyonetler geçiyor, hoparlörle bağıra çağıra reklam yaparak. O kadar alışmışlar ki bu dikkat dağıtıcı şeylere, ambulansların da sesi yetmiyor, bi ses kaydı konuşuyor, "yolu açın" dediğini tahmin ediyorum.

- Hiroşima'dan bir resimle bitireyim yazıyı. Unuttuklarım varsa, sonradan eklerim.


Hiroşima'da atom bombası sebebiyle yerle bir olduğu için, görülmesi gereken tarihi bina yok (bildiğim kadarıyla). Fakat aynı olay bir daha yaşanmasın dileğiyle büyük bi park inşa etmişler. Parkın bi köşesinde bu fotoğraftaki kubbeli bina harabe halinde duruyor. Yıkıp yenilememişler ki sürekli hatırlansın. Ülkenin çeşitli yerlerinden öğrenciler origamiyle yaptıkları turnaları bu parka bağışlıyormuş, biri de turnalardan bu tabloyu yapmış. Eğer bağışlamak istersek dünyanın her yerinden gönderebiliyoruz.


Parkın içinde bir de müze var, oldukça ucuz (200yen) ve bolca bilgi var içinde. Öğrenciler okul gezisiyle gelip geziyorlar burayı. (Sadece burayı değil, tarihi tapınaklarda da bolca gördük öğrenci gruplarını.)


Şimdilik bu kadar,
Sevgilerimlen,
Kanatlı Kedi