Adalet Ağaoğlu'nun Geçerken isimli kitabını okuyorum şu sıralar. Kitapta, "Edebiyatın Kendi Olayı" makalesinde bir Amerikan filmi olan Avcı (The Deer Hunter) ile edebiyat arasında bağlantı kurarken şöyle diyor Ağaoğlu:
"Büyük, olağanüstü olayların desteğini seçmeden izleyiciyi kendine çekebilen, onunla ortaklaşalık kurabilen yapıtlar, yaratılmaları en güç yapıtlardır."
Bu cümleyi okuyunca son günlerde zihnimde yankılanan Lonergan filmleri geldi gözümün önüne. Evet, dedim, o yüzden büyük fırtınalar koparmamasına rağmen derin izler bırakıyor bu tür filmler. Büyük felaketlerin, kahramanlıkların, acıların ya da iyimserliklerin desteğini almadan, olduğu gibi anlatıyor hayatımızı bize. Bu yüzden sinemayı sadece kafa dağıtma aracı olarak görmeyen izleyici bir türlü vazgeçemiyor onlardan.
Yönetmen Kenneth Lonergan'ın Manchester By The Sea filmini izledikten sonra diğer filmlerini izlemeyi kafaya koymuştum. You Can Count On Me'yi izledim haftasonunda. Richard Linklater filmlerini hatırlattı bana. İki filminden çıkardığım sonuçlarla bi karşılaştırma yapacağım.
Lonergan, alışkın olduğumuz Amerikan sinemasının aksine süper kahraman veya tüm dünyayı etkileyecek bir felaket koymuyor filmlerine. Mutlaka mutlu sonla biten romantik komedilerden de yapmıyor. Sıradan insanların hayatlarındaki küçük görünen ama özünde büyük etkiler bırakan felaketleri anlatıyor.
Örneğin Manchester By The Sea'de içe kapanık bir adam var. İnsanlarla iletişimini olabildiğince kesmiş, ailesinden uzakta, ölümü bekler gibi yuvarlanıp gidiyor. Mümkünse hiç gülmüyor. İntihar edecek de etmeye hali yok gibi. Zamanla bunun sebebini anlıyoruz. Yıllar önce yaptığı bir hata yüzünden kendini affedemiyor. Fakat abisinin ölümüyle yeğeninin sorumluluğunu almak zorunda kalınca işler değişiyor. Tek başına ölümü beklemek kolay fakat birilerinin sorumluluğu varsa üstünde, her sabah uyandığında yaşama sevinci yüklemek zorundasın bünyeye. Karakterin bu durumla savaşmasını görüyoruz. Kendini affetmesi gerek.
Romantik komedi olsaydı eninde sonunda bunu başarırdı. Ama hayır, gerçek hayatta işler öyle yürümüyor işte. Sonunda işler çözülüyor fakat ne çok mutlu ediyor bizi, ne de daha büyük bir felaket eşliğinde drama sürükleniyoruz. Olması gerektiği gibi bitiyor.
You Can Count On Me'de ise iki tane başkarakterimiz var, yine iki kardeş. Erkek olan (Terry) dinden ve doğup büyüdüğü yerden uzaklaşmış. Abd'nin küçük kasabalarındaki tutucu hayattan nefret ediyor. Dünyayı geziyor, dikiş tutturduğu bir iş yok, para kazanıp kazanıp harcıyor. İnandığı gibi yaşıyor fakat bu, toplumu karşısına almayı gerektirdiği için zorlanıyor. Tarifi belirsiz dertleri var. Örneğin para sıkıntısı çektikçe ablasından borç istiyor. Çünkü ablası (Sammy) bankada çalışıyor, düzenli geliri var. Toplumla uyum içinde. Pazarları kiliseye gidiyor, iyi bir Hristiyan olmak istiyor. Doğup büyüdüğü yerden uzaklaşmak istemiyor. Fakat bayan mükemmel olmak da o kadar kolay değil. Öte yandan O'nun geleneklerine yani topluma yani düzene bu kadar bağlı olmasının sebeplerinden biri, belki de en büyüğü, tek başına büyütmek zorunda kaldığı bir oğlunun olması. Üstelik oğlunun babası kazada falan ölmemiş, bunları terk etmiş. Yani sevginin verdiği güçle tekrar hayata tutunma şansı yok. Dolayısıyla topluma sarılması, O'nu tanıyan, kollayan insanların desteğinden uzaklaşmak istememesi, yabancılardan korkması son derece anlaşılabilir. Çünkü hayata tutunmak zorunda, koyverme şansı yok.
Ayrıca bu iki kardeşin anne-babası bunlar küçükken bir kazada ölüyor. Bu yüzden birbirlerine, tüm zıtlıklarına rağmen çok bağlılar. Bir arada yaşama ihtimalleri yok fakat birbirlerinden kopamazlar da. Hatta bu bağ, toplumda dahil olmadıkları gruplara karşı yumuşamalarını sağlıyor. Onlar tartışıp tartışıp tekrar birbirlerine sarıldıkça sanki onlarla birlikte siyasi gruplar da birbirine sarılıyor. Sanki dünya bir dakikalığına güzelleşiyor. (!)
Richard Linklater filmleri de benzer etkiyi bırakmıştı bende. Before Sunrise/Sunset/Midnight serisi örneğin. Romantik bir aşk hikayesinden ibaret görünmesine karşın, sanki filmin asıl söylemek istediği hep arada geçen konuşmalarda gizliydi. Dünyanın tğm dertlerinden bahsediyordu karakterler. Savaşlar, çevre sorunu, önyargılar, dinler, aileler, özgürlük... Fakat her şeyi diyaloglarla ifade ediyordu Linklater. film yerine kitap yazsa yeri var gibiydi. (Senaryonun kitabı çıktı nitekim.) O'nun -bu bağlamda- Lonergan'dan ayrıldığı nokta bu bence. Lonergan'ın sözsüz, bakışmalarla ya da kısa cümlelerle ifade ettiklerini, O altyazısını takip etmeyi zorlaştıracak kadar uzun cümlelerle ifade ediyor.
Tekrar izlemem gerekiyor ama hatırladığım kadarıyla Linklater'ın Boyhood'u hem konu yönünden, hem de diyalogların azlığı bakımından Longerman'la daha çok benzeşiyordu. Dağılmış bir aileyi, maddi sıkıntıların ve çocuk bakımının getirdiği sorumlulukla hayata tutunmak zorunda olan karakterleri kullanarak toplumu betimliyordu bize. Neyi neden hissettiğini uzun cümlelerle değil, bakışlarıyla anlatıyordu süper olmayan kahramanlar.
Bence bu müthiş bi yetenek. Ayrıca yönetmenin dert edindiği konuyu izleyicinin daha derinlerine işlemesini sağlıyor. Filmlerde ne kadar büyük felaketlerle anlatılırsa konu, o kadar "yok canım, olur mu öyle şey" deyip geçmesine sebep oluyor izleyicinin. Ciddiye alınmıyor ya da o kadar ciddiye alınıyor ki asla çözülmeyeceği için boşveriliyor. Bu yüzden Mustang'a çok kızmıştım. Sorunun gerçek haliyle bağlarını yıpratmış, dolayısıyla sorunu değersizleştirmişti.
Selam ederim, güneşli pazartesiler..