Önce siyah beyazlar:
Sherlock Jr.:
1924 ABD yapımı film. Buster Keaton başrolde ve yönetmen koltuğunda. Film, "iki işi birden süper idare edebileceğini düşünen kişi, ikisini de beceremez" manasında bir atasözüyle başlıyor çünkü baş kahramanımız ekmeğini kazanmak için film makinistiği yapsa da, okuduğu kitapların etkisiyle, aslında dedektif olmak istiyor. Boş kaldığı her anda "Nasıl Dedektif Olunur?" adlı kitabı cebinden çıkarıp okumaya başlıyor. Öte yandan elbette y,ne beş parasız ve saf. Kötü bir adamın kendisini hırsızlıkla suçlamasına karşı koyamıyor. Dedektiflik yaparak kendini aklamaya çalışsa da beceremiyor. En sonunda pes edip film makinesinin başına geçiyor. Oynattığı filmde izliyoruz bu kez hayallerindeki kendisini. Ne kadar karizmatik, ne kadar düzgün giyimli, ne kadar da gerçeğinin tam tersi... Bu sırada sevdiceği de inanamıyor O'nun suçlu olabileceğine, dedektiflik yapıp suçsuzluğunu öğreniyor. Gelip özür diliyor O'ndan şüphelendiği için. Mutlu sonla bitiyor film. Karakterler o kadar saf ki, kötü adamı cezalandırmak akıllarına bile gelmiyor. Ne önemi var ki artık?
Seven Chances:
1925-ABD yapımı film yine Buster Keaton'a ait. Bu kez Keaton öyle ezik büzük, beş parasız biri değil, önemli bir işadamı. Fakat iflas etmek üzere. Bu yüzden amcasının vasiyetinde kendisine miras bıraktığını öğrendiğinde çok seviniyor. Fakat amcanın bir şartı var: Keaton, 27. yaş gününde akşam 7'ye kadar evlenmiş olursa, bu mirası alabilecek. 2 senedir aşkını ilan etmeye çalışıp bi türlü beceremediği Mary'nin yanına koşuyor hemen. Kız çok seviniyor fakat sırf mirası alabilmek için teklif ettiğini öğrenince kızıp reddediyor. Keaton üzülüyor, "lanet olsun böyle paraya, daha elime geçmeden en değer verdiğim insanı aldı benden", diye dertleniyor. Fakat iş ortağının iflas ettiklerini hatırlatması ve ısrarı üzerine evlenecek başka bir kadın bulmaya karar veriyor. Üst sınıf kadınların takıldığı bir kulüpte gördüğü her kadına teklif ediyor, reddediliyor. Yolda gördüğü kadınlardan da red cevabı alıyor. Sonunda ortağı gazeteye ilan veriyor. İlanı gören nikahın kıyılacağı kiliseye koşuyor. Kiliseye sığamıyorlar. Keaton kaçmaya başlıyor.
Anladığım kadarıyla bu eski filmlerde, en azından Keaton filmlerinde kaçma sahneleri olmazsa olmaz. Fakat bu seferki fena, onlarca kadın Keaton'ı kovalıyor. Potemkin Zırhlısı'ndaki kalabalık sahneler kadar olmasa da, amatör izleyiciyi teknik yönden etkileyen sahneler var. Örneğin tepeden aşağı koşarken, kovalayan kayaları nasıl çektiler acaba? Kayalar elbette gerçek değildi ama yine de tehlikeli görünüyor. Zaten eski filmlerde ne kadar çok canını tehliye atarsan o kadar seviliyorsun durumu var galiba. Yoksa bu kadar tehlikeli sahneler akıl karı değil.
Neyse efem, sonuçta tabi ki kahramanımız tüm gelin adaylarını atlatıyor, Mary'sinin fikir değiştirdiğini öğrenip yanına koşuyor. Evlenip mutlu oluyorlar.
Filmin iki sahnesinde Keaton'ın ırkçılığa bakışı hakkında fikir edinebiliriz. Misal, yolda kadının birine evlenme teklif etmek amacıyla yanaşınca kadının siyahi olduğunu fark edip korkup geri dönüyor. Kapıda siyah bir adamla karşılaşınca da aynı tepkiyi veriyor. Siyahların canavarlaştırılmasına değil de, ırkçılığa dikkat çektiğini filan düşünmek istiyorum ama bi mantık oturtamıyorum açıkçası.
Not: Chaplin'le KEaton'ın aynı filmde oynadığını öğrendim az önce. Merak ettim ama sırayla..
Das Cabinet des Dr. Caligari:
1920 Alman yapımı film. Yönetmeni Robert Wiene. İlk korku filmi mi? Belki. Değilse de ilklerinden. Arkaplanlara ve mimari tasarımlara hayran olmamak elde değil. Hikaye de sürükleyici. Küçük bir şehre panayır kurulduktan sonra ard arda cinayetler işlenir ve karakterlerimiz çözmeye çalışır. Sonuç da tatmin edici bence. Sadece oyunculuklar alışkın olmadığım derecede abartılı. Hele o esas oğlan, en ufak bi duygu değişimini bile sinir krizi geçiriyormuş gibi yaşaması insanı biraz sıkıyor ve itiraf edeyim, sıkılınca 1-2 saniye ileri aldım.
Şimdi renkliler:
Manchester by the Sea:
Bu kez 2016 ABDsindeyiz. Topluma uyum sağlamakta zorlanan bir tamirci. 30larında olmasına rağmen çok yaşlıymış gibi hayata boşver, insanlara karşı kibar olmak gibi dertleri yok. Hep böyleymiş gibi geliyor insana ama arada bi geçmişine dönünce anlıyoruz hep öyle değilmiş. Geçmişte yaptığı hatalar sonrasında kendini öldürmeyi becerememiş ya da artık üşenmiş mi nedense, öylesine yaşamaya devam ediyor sadece. Sonra ergenlik çağındaki yeğenine göz kulak olması gerekiyor. Kendinden başka insanların sorumluluğu olunca omuzlarında, hayatı boşveremiyor, tutunamıyor da sorumluluklarına... Debelenip duruyor.
Güzel olan, ABD'den böyle bir filmin çıkmış olması. ABD'den daha çok süper kahraman/komedi filmi çıktığını duyduğumuz için, böyle insani filmlerin de yapılabildiğini görünce seviniyorum. Son zamanlarda iyi denk geldi. Son zamanlarda izlediklerimden I, Daniel Blake'i hatırlattı bana. Ne de olsa ikisi de gündelik hayatı yaşanmaz kılan ama küçük görünen dertlerimize değiniyor.
Yönetmen Kenneth Lonergan'ın diğer filmlerini de izlemek lazım gibi, güzel görünüyor.