Bu hafta film açısından pek bi verimsiz geçmiş, üç tanecik var:
Siyah beyaz kuşağında, Altına Hücum (The Gold Rush), 1925 Charles Chaplin filmi var bugünkü raporumuzda. Başkarakter Little, altın arama furyasına katılıp karlı dağlara çıkar. Öncelikle karla ve diğer altın avcılarıyla mücadelesini görürüz. Kar fırtınasından kaçarken bir kulübeye sığınır. O kulübeyi işgal eden başka bir altın avcısı O'nu orada istemez. O kovalar, bizimki kaçar. O sırada iriyarı başka bir altın avcısı olan Joe da gelip sığınır. Joe o kadar dediğim dediktir ki, ikisine de hükmeder. Bir süre sonra yiyecekleri biter, açlık çekerler. Sonunda karfırtınası diner ve tekrar yollarına dağılırlar. Yakınlardaki bir köye gider Little. Orada güzeller güzeli bi dansçıya aşık olur. Dansçı başta Little'la dalga geçse de, gerçek aşkı aradığından bir süre sonra pişman olup O da tutulur kahramanımıza. Joe bu sırada hafızasını kaybetmiştir. Bulduğu altın madeninin yerini hatırlayamaz. Kasabada Little'la karşılaşınca O'nun yardımını ister. "Madenimi bulmama yardım et, kazandığımızı paylaşalım." der. Bizim saf karakterin şansı sayesinde bulurlar, milyoner olurlar. Gemiyle memleketlerine dönerken dansçı kızla tekrar karşılaşırlar ve mutlu olurlar.
Kar fırtınası sahnelerini nasıl çektiklerini merak etmiştim. Yine çok tehlikeli sahneler. Aşağıdaki videoda çekimlere dair ipuçları var. Hollywood'un her şeyi stüdyoda çekme yeteneği yüzünden paranoyak olmuştum, ne kadarını içeride, ne kadarını dış mekanda çektiler diye. Kar fırtınasını stüdyoda çekmişler.:
Ayrıca, Chaplin'in meşhur ekmek dansı da bu filmdeymiş:
Johnny Depp, Benny & Joon filminde bu dansı taklit ediyordu (Johnny Depp'e ve Mary Stuart Masterson'a aşık olma sebebidir bu film):
Gelelim vizyon filmimize. Oscar adayı olan Amerikan yapımı film: Moonlight. Bir zenci mahallesinde uyuşturucuyla, zorbalıkla, maddi zorluklarla geçen bir hayat. Babasız büyüyen, annesi gittikçe daha fazla uyuşturucu bağımlısı olan, içe kapanık bir çocuk, Chiran. Mahallenin serserileri sürekli itip kakıyor Chiran'ı. Dayak atmayanın dayak yediği, sürekli dalga geçildiği bi cangılda, üstüne üstlük bir de gey olduğunu hissediyor çocuk. İlkokul, lise ve yetişkinlik döneminden kesitlerde, hayata tutunma çabasını izliyoruz. Zorba olmadan hayat zor. Geçen seneki "Oscar fazla beyaz" yaygarasından sonra, bu sene adaylar arasına bol bol serpiştirilmiş siyahi filmler (Bir diğeri için bkz: The Violin Teacher). Bu filmde beyazların olduğu tek sahne en sondaki restoran sahnesiydi sanırım, onlar da figüran rolündeydi. O derece içe kapanık bir mahallede geçiyor film. İnsan düşünmeden edemiyor, bu derece içe kapanık bir ortamda büyüdükten sonra, yetişkinlik döneminde beyazlara nasıl uyum sağlar ki insan? Kendi mahallende ne kadar ağa olursan ol, para kazanmak için mecburen oradan çıkacaksın, beyazların arasına karışacaksın. Kendini uzaylı gibi hissetmez misin? Hala böyle tamamen siyah öğrencilerin gittiği okullar var mı bilmiyorum. Chiran'ın çocukluğu 80lerde geçiyor, belki bu zamana biraz daha homojenleşmiştir mahalleler.
Bir de evde izlemelik belgesel yazayım madem: Floortje Back to Syria. (İngilizce altyazılı halini şuradan izleyebilirsiniz.) Floortje Dessing, gezi programları yapan Hollandalı bir televizyoncu. 2008 yılında Suriye'ye de gitmiş. (Eski programları şuradan izlenebilir fakat Flemenkçe) 2016'da tekrar gidip, savaşla nelerin değiştiği üzerine bir program daha yapmış. Öncekiyle aynı güzergahı takip etmiş, savaşın izin verdiği kadarıyla tabi. Günlük hayatın savaşa rağmen devam etmesine şaşırıyor başlangıçta. Sık sık, "bizim Hollanda'da haberlerde gördüğümüz Suriye bu değil" diyor konuştuğu kişilere. Önceki gelişinde konuştuğu insanların öldüğünü duyup üzülüyor. Muhaliflerin daha ışid ortada yokken işyerlerini talan ettiğine inanmak istemiyor. Rejimin despotluğuna rağmen her yerde Esad bayrağı olmasına anlam veremiyor. Her yeni arkaplanda 2008 görüntülerini de yayınlıyor. İnsan ürperiyor. 8 yıl önce turistle dolup taşan yerler, şimdi ıssız, kimsesiz. Hepimizin başına gelebilir ya bu, insan bunu fark edip ürperiyor. Muhtemelen Floortje de aynı şeyleri hissetti. Amsterdam sokakları bile ıssızlaşabilir. Deliliğe, zorbalığa kapılıp gitmeye bakar sadece.
Bi yandan da tiksiniyor insan Batı'nın ikiyüzlülüğünden. Sanki bu savaş sırf, "Arap Baharı'nda isyan eden muhaliflerin Esad rejimi tarafından bastırılması" sonucu çıkmış gibi savaşın diğer kaynaklarından hiç bahsedilmiyor. Nedense röportaj yaptığı kişiler ne Batıyı, ne ABD'yi ne de başka bir ülkeyi hiç suçlamıyor. Sanki savaşın ortasında yaşayıp apolitik olmak mümkünmüş gibi hiç bu konulara değinmiyorlar. "Napalım, savaş işte" deyip geçmeleri televizyon izleyicisi için mükemmel: Dramatik görünüyor, tam bi an üzülüp, sonra unutmalık. Fakat unutmak istemeyenler için bi tuhaflık var, kırpılmış hissi veriyor.
Saygı, selam, hürmetle efenim..