12 Ocak 2017

Film Raporları

Siyah beyaz yüzyıldan selam getirdim:


A Trip to the Moon: 

1902'de Fransa'da çekilmiş. Yönetmeni Georges Melies. Çılgın bi film. Bilim adamlarının toplantısında Başkan Ay'a çıkma projesini anlatır. Herkes coşar, biri itiraz eder. Uzun tartışmalar sonunda onu da ikna ederler ve tabi halkın alkışları arasında, törenle yollanırlar Ay'a. Dolunay'da hep 2 göz ve bir ağız varmış gibi gelir bana, yönetmene de öyle geliyormuş ki ilk başta o bildiğimiz dolunay görüntüsünü görürüz. Fakat roket yaklaştıkça o yüz yavaşça gerçeğe dönüşür. İnsanlığın roketi Ay'ın suratına saplanır. İlk izlenim pek hoş olmaz kısacası. Yerlilerle karşılaşırlar sonra. İnsan dilini bilmeyen yerliler, el kol hareketleri yapınca korkar bizimkiler, ellerindeki şemsiyeyle vuru vuruverirler yerlilere. Hassas yapılı Ay vatandaşları, vurulunca hemen toza dönüşür. Bizimkilerin hoşuna gider bu, karşılarına çıkan her yerliyi tuzla buz ederler, krallarını bile. Dünyaya dönerken de yanlarında bir yerliyi götürüp, karşılama komitesinin hazırladığı törende sergilerler. Bilim adamları adına bi heykel dikilir, konuşmalar yapılır, danslar edilir. Filmin sömürgeciliğe laf soktuğunu izlerken hiç anlamamıştım, yazarken anladım. O kadar da eğlencelik bir film değilmiş. 


One Week:

1920-ABD filmi. Buster Keaton ve Edward F. Cline yönetmenliğini yapmış. Keaton aynı zamanda başrolde oynuyor. Yeni evli bir çifte, evlilik hediyesi olarak bir arazi ve ev verilir. Fakat ev Ikea usulüdür. Yani kutular halinde gelir, kendin inşa etmen gereklidir. Baş karakterimiz sakar olduğu için zaten işi zordur. Bi de (gelinin reddettiği, eski aşığı), kötü kalpli kahraman gelip kutuların üstündeki numaraları değiştirmesin mi? Evin yapılış aşamaları karıştıkça yamuk yumuk, modern sanatsal bi şey haline dönüşür. Bi türlü yılmazlar, bozulan yerleri tekrar tekrar yaparlar. Fakat ev bi türlü rahat durmaz. Taşınma ucuza gelsin diye "laminant parkeleri kendimiz döşeriz ya nolcak ki", diyen bünyeme bi işaret olsa gerek bu film.


Cops: 

1922-ABD-Buster Keaton filmi yine. Başrolümüz (Keaton), kız arkadaşı tarafından iyi bir işadamı oluncaya kadar kendisiyle evlenmeyeceği gerekçesiyle terk edilir. Yine saftır, insanlar hakkında hiç kötü düşüncesi yoktur, itilip kakılsa da düştüğü yerden kalkar, kin gütmez. Chaplin ve Kemal Sunal filmlerinden alışkın olduğum bir karakter. Çakal olduğu yüzünden belli bir adam tarafından dolandırılır, farkında olmaz. Aşırı yavaş bir at ve eşya yüklü at arabasıyla resmi geçit töreninin ortasına dalar. Polislerin geçişi sırasında teröristin attığı bomba O'nun eline düşer, sigarasını yakıp bombayı arkasına fırlatır. Tabi bomba patlayınca tüm polisler O'nun terörist olduğunu sanıp kovalamaya başlarlar. O saftır ama polisler O'ndan da aptaldır, sürekli kaçmayı başarır. Tüm polisleri bir binaya doldurup üstlerine kapıyı kilitler. Tüm bunlara tanık olan kızarkadaşına rastlar. Kız O'nu tamamen terk eder ve karakterimiz kederlenip tekrar polislerle dolu binaya girer. 


Safety Last!: 

1923 ABD filmi. Fred C. Newmeyer ve Sam Taylor yapmış yönetmenliğini. Bu sefer saf karakterimiz çok para kazanmak ve kariyer sahibi olmak için büyük şehre gider. İşadamı olunca evlenip kızarkadaşını da yanına getirecektir. Fakat işler düşündüğü gibi gitmez. Büyük bir kumaş mağazasında tezgahtar olmaktan öteye geçemez, kirasını bile zor öder. Yine de ev arkadaşının gramafonunu rehin verip bir kolye alır, sevgilisine yollar. Böylece kız, gittikçe zenginleştiğini sanacaktır. Mektuplarında anlattıklarıyla tam tersi bir hayat sürmektedir. Hem müşteriler, hem de müdürü sürekli itip kakar. Bir gün patronunun mağazaya 100 müşteri getirecek bir reklam fikri üreten kişiye 1000 dolar vereceğini öğrenir. Çok sevinir çünkü ev arkadaşı yüksek binalarda inşaat işçiliği yaptığı için tırmanma konusunda çok yeteneklidir. Mağazanın bulunduğu binaya korkusuz bir adamın tırmanacağını duyurur, basın gelir, büyük bir kalabalık toplanır. Saçma bir sebepten arkadaşını polis kovaladığı için binaya kendisi tırmanması gerekir. Sonunda başarır. Parayı alır mı, sevgilisine durumu açıklar mı, bilmiyoruz. Sadece kapitalizmin çarklarını, Amerikan rüyasının süründürdüğü insanları görüp, gülüp geçiyoruz.


Potemkin Zırhlısı: 

1925 SSCB propaganda filmi. Yönetmeni Sergei M. Eisenstein. Baş kahraman yok. 1905'te yaşanan gerçekler, hayali olaylarla harmanlanmış. Rus Çarlığı'na ait, Odessa yakınlarında bulunan bir gemide askerler kötü muameleden iyice bıkmışlar. Kurtlu etten yapılan yemeği protesto edip, onun yerine ekmeğe tuz döküp yiyorlar. Amirleri bazılarını öldürerek cezalandırmaya karar verince, Rusya'da hızla yayılan devrim hareketlerinden alınan gazla isyan başlıyor. Amirlerini öldürüyorlar. Aslında işçiler, monarşiyi öldürüyor, geminin papazıyla birlikte. Çünkü papaz da açıkça işçi düşmanı, üstelik işçilerin kontrolü ele aldığını görünce de hemen "öbür dünyayı düşün" diye korkutmaya çalışacak kadar yavşak. Yaralansa da ölmüyor, çakalın dibi olduğu için ölü taklidi yapıyor (bi gün uyanmak üzere). Bu sırada Odessa'da isyanı duyan halk Potemkin'dekilere destek olmak için neşe ve isyan içinde limana toplanıyor. Tabi hemen askerler onlara da saldırmaya başlıyor. Merdivenlerden aşağı koşan yüzlerce insan, çocuklar ve yaşlılar da dahil olmak üzere herkese ateş açılıyor. Halk şok içinde. Kıyafetlerinden anlaşılıyor ki, sadece köylüler ya da işçi sınıfı değil, zengin/orta sınıf da destekliyor isyanı. Fakat ordu kıyafete bakmadan önüne geleni vuruyor. Gemidekiler halka yardım etmek istiyor. Aralarında tartışıyorlar, kralın ordusuna direnmek mümkün değil diyenler oluyor. Yine de yardım etmek üzere anlaşıyorlar. Sabahında denizden orduya destek geliyor. Bizimkiler savaşa hazır tetikte beklerken, kardeş kardeşi vuracakken, bir geminin daha onlara destek olacağı anlaşılıyor. Ve film zaferle bitiyor. 

Hikayenin çoğu kısmı gerçek değilmiş, Potemkin zırhlısı'nın sonu zaferle bitmemiş, kaçarken yakıt ve yiyecekleri bittiği için Romanya'ya sığınmak zorunda kalmışlar, orada tutuklanmışlar. Fakat filmin çekildiği yılları düşününce oyunculuklara, çekimlere hayaran olmamak elde değil. O kadar kalabalığı şu an bile yönlendirmek zor olur, illa biri yanlış tarafa bakar, elinde olmadan sırıtır filan. Belli ki oyuncuların çoğu profesyonel de değil. Kısacası, bu filmde, insanın teknolojiye uyum sağlama hızı şaşırttı beni en çok.