09 Ocak 2017

Filimlerden Bir Demet..

Yakın zamanda izlediğim filmleri buraya kısa da olsa not düşeyim dedim. Hafızama faydası oluyor:


Toni Erdmann: Alman dram-komedisi. Son yılların dillerden düşmeyen eylemi "başkası adına utanmak" hissini bol bol yaşatıyor. Salon kahkahalarla güldü bu hissin yaşandığı sahnelerde ama benim gülme kriterlerim farklı sanırım, daha çok içimi acıtıyor bu kısımlar.  Ayrıca iyice geri plana attığım sosyolojiyi aklıma sokan film. Zygmunt Bauman ve Richard Sennett'i hatırlattı. Bireyselleşme, takım çalışması, esnek ve çok çalışma, işten çıkarmalar, belirsizlik, gelecek korkusu, yaptığın işte anlam arayıp bulamama, nesiller arası kopukluk, basit hayata duyulan nefret, bunun getirdiği stres, paranın getirmediği mutluluğa nasıl ulaşacağını bilememek, globallik, "bu dünya bizim memleket" mottosunun getirdiği yurtsuzluk hissi, yalnızlık, yalnızlık...  Abartmış olabilirim ama herbiri bir diğerini çağrıştırdı. Lüks oteller arasında koşuşturan karakterlerin arkaplanında gösterilen gecekondu hayatı... İkilemler, alışkın olmadığım bi komedi anlayışıyla sunulmuş fakat iyi olmuş, çünkü aksi takdirde kör göze parmak olabilirdi.

Frantz: 2016 yapımı siyah-beyaz bir film. Konusu itibariyle de siyah beyaz, Birinci Dünya Savaşı sonrasını anlatıyor, Almanya ve Fransa'da geçiyor. Savaş karşıtlığı temel konu. Milliyetçi düşüncenin gaza getirilince, durup düşünmeyi bi kenara bırakınca nası da kendiliğinden körüklendiğini, işin öldürmeye vardığını görüyor insan. Evrensel, eşitlikçi değerlerin gün geçtikçe askıya alındığı bu zamanlarda çok daha anlamlı gelen, etkileyici ama ağlatmayan, bu yüzden çok daha vurucu olan bi film.

Queen: "Biraz da gülelim" deyince izlenmelik, feel good movie türünden bi Hint filmi. Geleneklerine, ailesine çok bağlı, genç bi kadının hayatın sillesini yemesi sonucu "ay iyi ki de yemişim silleyi, hayat aslında güzelmiş, geleneklerden ibaret değilmiş, ben varmışım" deyişini anlatıyor. Tabi bi yandan doğu batı ilişkisi kurcalanıyor çok derinlere inmeden. Batı insanı da insan, korkmanıza gerek yok, sadece biraz farklı, diyor, doğululara.

La La Land: ABD'de oyuncu olmak ve caz yapmak hakkında, romantik-komedi-müzikal karışımı. Yine feel good movie türünden. Dans sahnelerinde gözü dolan benim gibi manyaklar için muhteşem görüntüler içerse de, 20li yaşların sonundakiler için tehlikeli olabilir. Çünkü büyümek, hayallerden vazgeçmek gibi hassas konulara değiniyor. Ve isminin aksine, çok da laylaylom bi film değil. "İçi dolu romantik komedi" türünün karakterine uygun olacak şekilde gerçekçi ve yine de "hayat devam ediyo be hacı, napak, ölek mi?" dediği için ambale olmanıza, hangi ruh haline bürüneceğinize karar verememenize sebep olabilir.

Designated Survivor: Bu sene izlediğim en gereksiz şey. ABD dizisi. Konusu ilgimi çektiği için başlamıştım lakin bi konu bu kadar mı rezilce işlenir... Anneanne gibi "git koşsana peşinden", "tek başına oraya gitmesenee" diye ekrana bağırmama sebep olan mantıksız, sırf dizi uzasın, heyecan olsun, millet merak etsin diye yerleştirilmiş aptalca sahnelerle dolu, düşük bütçeli izlenimi bırakan yapım. Ben vakit harcadım başkaları harcamasın diye buraya yazmak istedim. Kötü, kötü, çok kötü.

I, Daniel Blake: Ken Loach'la tanışma filmim. Sıradan insanın büyük çaresizlikleri, ekonomik açıdan dibe batması, bürokrasi içinde boğulması gibi bunaltıcı konular işlese de hüngür hüngür ağlatmıyor. Seyirciye "bunlar ağlayıp unutuverecceğin büyük dramlardan değil, unutma, düşün, itiraz et" diyor. Bazı noktalarda (spoiler: annenin iş bulamayınca seks işçisi olması ve ana karakterimizin bu duruma gösterdiği tepkinin dozu gibi) arabesk görünse de, bunu arabesk olarak algılamak da kendimi sorgulamama sebep oldu.

Kes: Ken Loach'a devam filmim. 1969 yapımı. yine alt tabakadan bir kakhraman, bu kez ortaokul-lise çağlarında bir çocuk. Kendi kendine zaman geçirişine, bulduğu kuşu profesyonelce eğitmesine, istediği bilgiye ulaşmak için sınır tanımamasına, kuralları gözünde büyütmeyişine, sıradanlığına, farklı olmak gibi, kendini kanıtlamak gibi bi hayalinin olmayışına, anlaşıldığını hissettiğinde gözlerindeki heyecana hayran kalıyor insan. Sanki çocuk, oyuncu değil, sanki onun hayatı belgesel haline getirilmiş de diğer tüm karakterler oyuncuymuş gibi, o kadar gerçek oynuyor velet.

Rogue One: Star Wars filmi. Feel good movie olmasa da eğlencelik, bence güzel bi film. Aklımda nerdeyse hiçbi şey kalmamış. Amacına ulaşmış benim açımdan, bariz saçmalıklar yoktu. Star Wars çılgınları ne düşünür bilmiyorum.

Arrival: Sinemadan çıkınca tekrar izleme isteği uyandırdı bende, daha iyi sindirmem için gerekli gibi. Başkarakteri oynayan Amy Adams'ın bakışlarından hiç gitmeyen endişe duygusu beni yorsa da, sevdim filmi. Uzaylı filmi deyip geçmiştim afişi görünce fakat öyle değilmiş. Önyargılarımız, savunma refleksimiz, her yabancıyı masumiyetini kanıtlayana kadar düşman saymamız gibi tuhaflıklarımızı vurguluyor film.

Shindler's List: Evet, çok ayıp, ilk defa izledim bikaç hafta önce. Güzel filmmiş hakketen. Acı gerçekleri öğrenmeye alıştım son zamanlarda, yalama oldum ya da insanlıktan çıktım belki, sadece en sonunda gözlerim doldu. Kendime şaştım.

Hedi: Tunus'ta anasının dizinin dibinden ayrılmayan, yirmili yaşlarında bi oğlan çocuğu. Gelenekler, yapılması gerekenler, okumak, iş bulmak, evlenmek, çocuk yapmak, kendi keyfini düşünmemek, ailenin gurur duyacağı şeyler yapmak, aileye karşı gelmemek... Doğudan, aileden, batıya, Avrupa'ya kaçma isteği uyandıran şeyler kısacası. Bir de Arap Baharı'nın ardından hissedilen hayal kırıklığı, Gezi'yi hatırlatan diyaloglar...

Etat de Siege (Sıkı Yönetim): Costa Gavras'la tanışma filmim bu da. 1970 filmi. Devrim amaçlı uygulanan şiddeti ve sınırlarını sorgulatıyor insana. Örneğin birini kaçırıp devleti tehdit etmek ne zaman meşru sayılabilir? Devlet rehineyi gözden çıkarırsa ne olur? Baştan öldürürüz diye tehdit ettiyseniz fakat öldürmeye meraklı bi örgüt değilseniz ya? Öldürürseniz halktan aldığınız desteği kaybedebilirsiniz, propaganda dünyası "devrimci dedikleriniz aslında terörist" diye  çınlatır ortalığı. Öldürmezseniz bütün ciddiyetinizi kaybedersiniz. Emperyalizmin yaşaması üç beş insanın hayatına bağlı değil, der film, öldürmekle yenemezsin onu. Ya da ben bunu anladım.

Putin'in Rusyası:  2011 belgeseli. Putin öncesi, başa geçişi ve sonrası. Ne kadar tarafsız olduğunu bilemem ama yakın geçmiş olaylarına şöyle bi göz atmak için faydalı. Öte yandan Batıyla kavgası medeniyete gıcığı olan bünyeme haz vermedi değil.

Weiner: 2016 ABD yapımı belgesel. Hillary Clinton'ın ekibinden olan Weiner'in, seks içerikli fotoğraf ve yazışmalarının sosyal medyada yayılması üzerine ettiği kavgaları anlatıyor. Siyasetin nasıl ikiyüzlü bi şey olduğunu bu kadar net görünce kimseye oy vermeme isteği uyanıyor insanda. Bu da Amerikanın oyunu olsa gerek, oyuna gelmeyin, büyük resmi görüp oy verin yine de.

Bakur: PKK'da günlük hayat ve sıradan PKKlılar ne düşünüyor, konulu 2016 yapımı belgesel. Ayrıntılı olarak yazmıştım daha önce.