30 Eylül 2017

3. Gün

Şeker orucumda ikinci gün. Haftasonu kahvaltısı çayının şekersiz olması koydu evet. Şekersiz bitki çayı filan idare ediyor bi şekilde ama bi şeylerin yanında şekersiz siyah çay içmek, sıcak su içiyormuşum hissi verdi. Bi de gün içinde içtiğim kahveler, hep bi doyumsuzlukla beraber... Alışcaz, yolu yok, eskiden şeker mi vardı?

Dün akşam kronoloji notlarımı bloğa aktarmakla uğraştım saatlerce. 1916'dan 1921'e anca gelebildim. O sıralar neler olmuş neler... Bi de Nutuk'tan yeni ekleyeceklerim var şimdi 1919'a. O buna telgraf yollamış, bu ona yollamış, bissürü kayıt. O kadar zaman bilgisayar başında oturmaya alışkın değil bünye, her yerim uyuştu, sağ elimin başparmağı dahil. O arada Spotify'ın  reklamında Despacito çalmaya başladı. Kalktım accık kıvırttım, yetmedi Shakira'ya geçtim. Bi Shakira'ya baktım, bi aynada kendime baktım... Aynı hareketleri yaptığımı sanırken aslında vücudumun neredeyse hiç kıpırdamağını fark ettim... Olsun dedim, Shakira'ya saygım sonsuz ama herkes bi Shakira olmak zorunda değil ya... Vücudumla barışık olmaya çalışırken bi taraftan da şekeri bırakınca, olur da kilo verirsem, hani sporu da daha çok yaparsam o kadar da imkansız değil, belki benden bi yarım Shakira çıkar, diye aslında hala vücudumdan büyük beklentilerimin olduğunu gördüm, kendime kızarak. Olduğu gibi sevsen ya çocuğu...

Sonunda salon koltuğuna attım kendimi. İkea'nın bütün koltuklarına oturup kalkıp aldık kendisini. Öyle bi koltuk ki, oturunca içine gömülmüyosun ama kalk git dercesine sert de değil. İyi denk getirirsen, vücudunun boşluklarını öyle bi dolduruyor ki, saatlerce aynı pozisyonda kalsan da rahatsız etmiyor. Hasılı, oturunca kalkıp bilgisayarı televizyona bağlamaya üşendim. Telefondan, youtube'dan Daha Sonra İzle'lediğim filmlerden birini attım ekrana. Yerli film: Aşk Olsun. İlker Aksum'la bi kadın başrollerde. Son yıllarda çekilmiş romantik-komedi Türk filmlerini örgüye eşlik etmesi için ya da kafamı oyalamak için izlemesini seviyorum. Oyunculuklar çoğu zaman o kadar kötü  ki, izleyince rahatsız oluyor insan. Tuvalete giderken filan durdurma gereği duymuyorum çoğu zaman. Bi sonraki replik tahmin edilebilir oluyor zira, ya da bi önceki. Basit. 

Daha önce de yazmak isteyip, sonra üşenip yarıda bıraktığım konuyu yazayım hazır lafını açmışken. Bazı kadın oyuncularımız var ki, gerçekten çok kötü oyunculukları. Neden orada olduklarını anlayamıyorum, kızıyorum. Aşk Olsun'daki de öyleydi. Yüz ifadesi, ses tonu hep aynı sanki. Mimik yok. O yüzden hep belli rolleri oynuyorlar zaten, şehirli, hatta İstanbullu, beyaz yakalı vs... Mimiksizlikleri ile ilgili olası bi sebep daha geldi aklıma. Makyaj yüzünden olabilir. Yüzleri o kadar pürüzsüz, o kadar hatasız ki, oyunculuklarının kusurunu kapatamıyorlar, aksine, ne mimik yapsalar kabak gibi ortada oluyor. Yapamayınca da öyle tabi. Aynı kalitede bir erkek oyuncununsa bi sürü yüz çizgisi, teninde renk değişimleri, sakalı, bıyığı derken, oyunculuk kusurları kapanıyor. 

Ses tonlarındaki sorunsa bambaşka bi sinir bozukluğu. Yeni bi İstanbul ya da beyaz yaka Türkçesi doğdu sanki son 10-15 yıldır... Youtuber ses tonu gibi... "Geliyorum" derken -orum'u yuvarlayarak söylemek gibi. "Ben" derken -e'yi açık okumak, gibi... Sanki böyle konuşmayanı dövüyorlar artık. Bu yeni nesil mankenimsi kadın oyuncular da böyle konuşuyor hep. Yapmacıklık akıyor her yerlerinden. 

Bu filmden önce Belçim Bilgin'de aklıma gelmişti bunlar hep. Kurtuluş Son Durak filmini izlerken. Demet Akbağ'ın, Nihal Yalçın'ın, Asuman Dabak'ın yanında o kadar parlıyor ki Belçim Bilgin'in kötü oyunculuğu... Nasıl desem, makyajım bozulmasın diye oynamıyor gibi geliyor insana...Ki senaryo da çok güzeldi, orjinaldi. Üstelik Belçim Bilgin başrolde. Dedikleri gibi, Yılmaz Erdoğan torpilinden mi oluyor bunlar hep, bilmiyorum. Kendisini Kelebeğin Rüyası'nda tanıdım ve filmde beğenmediğim tek nokta O'nun oyunculuğuydu, sonradan öğrendim Erdoğan'la ilişkisini. O zamandan beri gıcığım yani...

Neyse efendim, dün gece bu son dönem yerli filmlerle ilgili aklımdan geçenler böyleyken böyleydi işte.

Sonra gerçek bi film izleme arzusuyla, gecenin köründe bi filme başladım: The Beautiful Fantastic. Fantastik bi şey yok filmde, ismine aldanmayınız. Konusundan falan bahsedip hiç spoiler vermeyeyim, Amelie tadında film arayanlara iyi gelir, diyeyim susayım. Yalnız yarısında bıraktım, gecenin üçü olmuştu çünkü, yazık etmeyeyim dedim. Bu gece devam edicem. 

Sabah geç kalktım tabi. Hava karanlık, yağmurlu...Kahvaltının tadı yok... Bi halsizlik, daha doğrusu halinden memnun olmama ve düzeltmek için kıpırdamak dahi istememe hali vardı üzerimde. Halbuki su geçirmez bisiklet pantolonu ve mont aldım daha geçenlerde, çıkıp yağmur altında bisiklet keyfi yapabilirim, sinemaya, müzeye filan gidebilirim... Dışarı çıkmaya hazırlandım, şekersiz kahve içtim, sigara içtim, örgü ördüm, tuvalete gittim, bi daha sigara içtim... Derken güneş açtı. Hava kahini uygulamama baktım, bugün bi daha yağmayacakmış yağmur. Hala evde mayışmak isteyen kendimi susturdum artık, bi hışımla çıktım evden.

Uzun zamandır aklımda olan Frankandael Park'a gittim. Park'a girer girmez, iyi ki götünü kaldırıp gelmişsin di mi, diye söylendim kendi kendime. Küçük küçük bahçecikler, içlerinde evcikler. Bahçeler arasında tek kişilik yollar, bu yollarda yürürken bacaklarına, omuzlarına, saçlarına dokunan yeşillikler... Yağmuru bol memleket, hiçbi şey ekmesen de ot bitiyor zaten, bi de ekilince daha bi saygı duyuyor insan. Tamam, hava karanlık, güneş az ama, benim gibi eve kapanmak yerine rengarenk çiçekler dikiyor bazı insanlar. Öyle parlak sarılar, maviler, kırmızılar... İnsanların evini gözetliyormuşum gibi hissettiğimden fotoğraflarını çekemedim ama oturup resmini yapsan yapılır yani, her birinin şekli farklı... Çiçeklerden hiç anlamayan zatımı hayran bıraktılar kendilerine.

Sonra, şimdi restoran olan Frankandael House'un bahçesindeki ağaçlar arası küçük yollarda böyle sürprizler... 

Islaktı tabi, oturamadım.

Yolun sonunda karşıma çıkan taş adam...



Kısacası dedim ki kendime, evet evet iyi ettin evden çıkmakla. Niyetimde Park'taki kafelerden birine oturup kitap okumak da vardı ama iki dükkanın ikisi de kafe değilmiş, lüks restoranlarmış. Hatta birinin serası var, domatesler, fasulyeler el sallıyor geçenlere. Sağlıklı yaşam züppeliği diyesim geliyor bu hareketlere. Menü o kadar pahalı olmasa aaa ne güzel diyecektim ama sonra vazgeçtim. 

Parktan çıktım. Buralarda akşam altıdan sonra bi yere girip sadece kahve içip kitap okumak çoğu yerde tuhaf kaçabiliyor. Çünkü kafeler 6-8 arasında kapanıyor (Amsterdam'ın göbeğinde değilsen), geriye publar ve restoranlar kalıyor. Publar karanlık, genelde insanlar arkadaş grubuyla birlikte gidiyor, çok gürültülü... Zaten Hollanda'da kafede, yolda kitap okuma alışkanlığı da pek yok sanki ya da bana denk gelmiyor, bilmiyorum. Sonuç olarak, rahatça kitap okuyabileceğimi düşündüğüm yerler uzaktaydı, ben de o kadar yolu gideceğime evime gider orda okurum dedim, eve geldim. Sonuçta kahve hepsinde şekersiz... (Bu arada kahveyi de bırakcam galiba)

İşte böyle. Kendime, enerji pompaladığım bi günün daha sonuna geliyoruz. Şimdi yine biraz kronoloji, sonra film. 


Hoşçakal günlük, 

Kanatlı Kedi